ÇEVRE EKONOMİSİ (1)
TANIMLAR-TARİHSEL SÜREÇTEKİ İZLERİ
Toprak, hava,
su, madenler, yaşayan bitki ve hayvan organizmaları, insan yaşam ve refahının devamı için gerekli
ekosistem mal ve hizmetleri “Doğal Kaynakları” oluşturur ve bunlar aynı zamanda
insanın ekonomik faaliyetlerinin temeli olan Doğal Sermayedir. Ekosistem ya da
ekolojik sistem, insan ve diğer canlı toplumlarının bir arada uyum ve denge
içinde gelişmelerini sürdürebilmeleri için gerekli olan koşulların bütünüdür.
Bu koşulları etkileyen olay, süreç ve değişimler, biyolojik çeşitlilik ve
türleri etkilemiş olduğu için Ekosistemin dengesinin bozulmasına, ekosistemin
bozulması çevre sisteminin kalitesinin bozulmasına neden olarak insanın yaşam
kalitesinin ve refahının bozulmasına etki etmektedir. Çevre sistemi ekosistemi
de içine alan daha geniş bir alandır ve insan doğal çevre içinde olduğu kadar
kendi toplumsal yaşamı sürecinde geliştirdiği kırsal ve kentsel çevre gibi
yapay çevreler içinde de yaşamını sürdürmektedir.
Ekosistem
dengesi insanoğluna temiz hava ve suyun sağlanması, güneşin zararlı
ışınlarından korunması, sellerin ve kuraklığın önlenmesi, yaşanabilir iklim ve
atmosfer ortamının sağlanması, biyolojik çeşitliliğin devamının korunması
olanaklarını verir. Doğa-çevre sisteminin bozulması, ekosistemi bozduğu gibi,
ekosistemin bozulması da doğal sistemi-çevre sistemini bozar. Tüm bu
sistemlerdeki bozulmalar da insan refah ve yaşam kalitesinin bozulmasına neden
olmaktadır.

Ekonomi bilimi, kıt olan kaynaklarla insan gereksinmelerin karşılanması yol ve çarelerini arayan bir bilimdir. Gereksinmelerin karşılanması, çevre sistemi içinde bulunan doğal kaynakların kullanılması, yeniden üretilmesi ile gerçekleşir. Bu nedenle ekonomik sistem daha büyük bir sistem olan çevre veya yeryüzü sisteminin bir parçasıdır. Çevre sistemi dengesinin bozulması bağlı olarak ekosistemin bozulması; doğal kaynakların(toprağın, bitkilerin, madenlerin, havanın, suyun) azalması, kirlenmesi, bozulması üretim sürecinin olumsuz etkilenmesine neden olduğundan ekonomiyi de olumsuz etkileyecektir. Daha az toksit maddelere maruz kalmak, daha fazla temiz havaya, suya, ormana sahip olmak, ultraviyole ışınlardan daha fazla korunmak..vb ekonomiyi daha verimli yapar.
Ekonomik
faaliyetler sağlıklı insana bağlı olarak yapılan faaliyetlerdir. Çevre ve
ekosistemdeki bozulma insan sağlığını da olumsuz etkilediğinden, ikincil bir
etken olarak ekonomik faaliyetleri olumsuz etkilemektedir. Hava ve su
kirliliğine bağlı olarak ortaya çıkan hastalıklar insan sağlığını bozarak üretimde
azalışlara neden olur.
Bu etkiler
nedeniyle çevre sistemi-ekosistem ve ekonomik sistem birbirinden ayrılmaz bütündür.
Bu gerçeklikten hareket ederek “Çevre Ekonomisi” kavramını, ekonominin tüm
üretim ve tüketim süreçlerinde çevre sistemi dengelerinin korunması süreç ve
faaliyetleridir, olarak tanımlayabiliriz.
İnsanlar önce
doğal çevrenin tüm niteliklerinin hakim olduğu kırsal alanlarda topluluklar
halinde yaşamaya başlamışlardır. Kırsal yaşam çevreleri olan köy çevresindeki
yaşam dağınık, salt tarım ve hayvancılığa dayanan, ticaret ve tekniğin, el
sanatlarının gelişmediği az nüfusa sahip yerleşim yerleridir. Kentsel çevre,
kırsal çevrelerin tersine, nüfusun, ticaretin, el sanatlarının, sanayinin aşırı
arttığı, her alanda bilgi ve sanat sahibi yurttaşların toplandığı yerleşim
yerleridir. Kırsal yerleşim yerlerinde doğal dengeler bozulmadığı için çevresel
sorunlar ortaya çıkmaz, çıkan sorunlar varsa da yine kentsel yerleşim
yerlerinden kaynaklandığı görülür. Çünkü kentsel yerleşim çevrelerinde, aşırı
nüfus ve doğal kaynakların aşırı tüketimi, gerekli düzenlemeler yapılmadığı taktirde
tüm yaşama ait dengeleri bozmaktadır.
TARİHTE
ÇEVRE SİSTEMİNİN BOZULDUĞU YER VE ZAMANLAR:
Antik çağlardan başlayarak hemen bütün zamanlarda ticaretin geliştiği,
ticaret ile birlikte el sanatlarının, tekniğin ve sanayi üretiminin geliştiği
bölgelerde nüfus yığılmaları oluşmuş, daha büyük yerleşim ve büyük nüfus
artışları ile birlikte doğa ve çevre sorunları ortaya çıkmıştır. Bu sorunlar,
İlahi dinlerin kıyametin habercisi olarak saydığı belirtilerdir ve bu yaşama
çevreleri insanların büyük kentsel yaşam çevrelerinde yaşamaya başladıkları
ilkçağlardaki Babil, Roma, Milet, Bağdat...vb gibi birçok kentlerde
görülmüştür. İslam dininde bina ve zinanın artması, ahlakın bozulması, savaş ve
yıkımlar kıyametin belirtileri olarak sayılır. Kentleşmenin ilk büyük
yerleşimlerinin üç bin yıl önce Ur, Nippur, Heliopolis, Asur, Ninova, Babil’de
kurulduğu görülür. Hz.İbrahim’in memlekeri Ur antik kenti kanalları, limanları ve
tapınaklarıyla 890.000 m2’lik bir yüzölçümüne ve 250.000 civarında bir nüfusa
sahipti.
Roma’nın, imparatorluğun en görkemli olduğu çağda bir milyona yakın
nüfusu vardı. Roma’daki bu büyük nüfus artışı, kent çevresinin, ekolojik ve
doğal çevrenin bütünü ile bozulmasına neden olmuştur: “Tifo, tifüs
ve koleraya bu açık davetiye olmasa bile sıtmanın yaygın oluşu Roma’yı ve
çevresindeki bölgeleri dünyanın en sağlıksız yeri
haline
getirmişti; Henry James’in Daisy Miller'ım" okuyanların pek iyi
bilecekleri gibi, bu durum XIX. yüzyıl sonlarına değin de devam etti. Sağlık
bakanlığı istatistikleri olmasa da, Humma Tanrıçası adına kurulan sunak ve
ibadethanelerden sıtma hastalığının kronik tehdit oluşturduğunu anlıyoruz; bu
arada tekrarlayan öldürücü ve yıkıcı hastalık salgınlarının tek bir günde
binlerce insanın ölümüne neden olduğunu tarihsel kayıtlardan biliyoruz.
İmparatorluğun zaferlerle dolu en müreffeh dönemlerinde bile Roma’nın sık sık
-MÖ 23, MS 65, 79, 162— kırıp geçiren veba salgınlarına uğraması şaşırtıcı
mıdır? ” (s. 276, Lewis Mumford, Tarih Boyunca Kent)… “Roma’da nüfus artışı bir
tekerlekli araç trafiği talebi yaratır yaratmaz trafik sıkışıklığı dayanılmaz
hale geldi. Julius Caesar’ın iktidara geçtikten sonra yaptığı ilk icraat,
Roma’ın merkezini gündüzleri araç trafiğine kapamak olmuştu. Bunun etkisi
elbette, geceleri taş döşeli yollar üzerinde ahşap veya demir tekerleklerin
çıkardığı sesler nedeniyle insanları uykularından eden bir gürültü yaratmak
oldu. (” (s. 277, Lewis Mumford, Tarih Boyunca Kent)
Roma’da aynı zamanda çağımızın birçok
büyük kentinde olduğu gibi çarpık bir kentleşme düzeni ve çevre sisteminin
bozuk olduğu görülür ve çarpıklığın insan topluluklarına bir yansıması olarak
bu kentlerde gelir ve yaşam düzeyinde eşitsizlik vardır: “Plutarkhos’a
göre, Tiberius Gracchus gayet iyi söylemişti: “Yerdeki hayvanların ve gökteki
kuşların yuvaları ve korunacakları yerleri var, fakat İtalya için savaşıp ölen
insanlar sadece gün ışığının ve havanın lütfuna erişebiliyor.” İmparatorluk
dönemine gelindiğinde Roma’da ışık ve hava da kalmadı. Tarihte daha önce hiç
görülmediği şekilde katlar birbirinin üstüne yığılmıştı. Juvenalis, MS II.
yüzyılda şunları yazar: Kule gibi yükselen evlere bir bakın. Kat kat üstüne on
kat yükselen evlere.
Soyluların
geniş, havadar, sıhhi, banyolu ve tuvaletli, kışın sıcak havayı zemindeki
bölmeler sayesinde taşıyan, külhanlarla ısınan evleri belki de XX. yüzyıla
kadar ılıman bölgelerde inşa edilmiş en geniş, en rahat ev tipiydi; ev
mimarisinde bir zaferdi. Fakat Roma’daki kira evleri, Napoli’den Edinburgh’a
hatta aynı spekülatif yanlışa bir ara teslim olan Elizabeth çağı Londra’sına
kadar her yerde, aşırı dolu binalar ve aşırı kalabalık odaların sıradanlaşmaya
başladığı XVI. yüzyıla kadar. Batı Avrupa’da inşa edilmiş en kalabalık ve en
sağlıksız evler olma ödülünü hiç zorlanmadan kazanacak durumdaydı. Bu
binalar sadece kötü ısıtılan, atık su borularından veya tuvaletlerden yoksun,
yemek pişirmeye uygun olmayan, havasız ve aşırı derecede kalabalık bir sürü
odadan oluşan evler olmakla kalmıyor, doğru düzgün bir günlük hayat için
gerekli donanımdan yoksun olmanın yanı sıra öyle kötü ve yüksek inşa
ediliyorlardı ki, içinde oturanlara o dönemler sıkça rastlanan yangınlardan
kurtulmak için güvenli bir çıkış imkânı bile vermiyorlardı. Bu binaların sakinleri
tifo, tifüs ve yangından kurtulmayı başarsalar da, binanın çökmesi sonucu enkaz
altında kalıp ölmekten kurtulamıyorlardı. Bu tür kazalar sıkça olurdu. Bu
adacıklar öylesine kötü bir biçimde inşa edilmişlerdi ki, Juvenalis’in
sözleriyle, “her rüzgâr estiğinde sallanırlardı.” Bu ifade şiirsel bir abartı
sayılmazdı.”( s. 280, Lewis Mumford, Tarih Boyunca Kent)
Yerleşim
alanlarının aşırı büyüdüğü nüfusun aşırı yoğunlaştığı, tarımsal, ticari ve
sanayi ürünlerinin aşırı arttığı kentsel yerleşimlerde (metropollerde), hemen
her dönemde, çağımıza göre düşük hacimde ve kısa süreli de olsa, çağdaş
ekonomilerde görülen ticari ve ekonomik krizlerin ortaya çıktığı görülür.
Çevresel dengelerle birlikte ekonomik dengeler de bozulmaktadır. Kentlerde
aşırı zanaatkâr, aşırı ticaret, aşırı zirai ürün dolaşımı, kentsel ekonomik
sisteminin dengelerini bozmuş, aşırı nüfus ve aşırı tüketim de çevre
sorunlarına neden olmuştur.
Aristoteles iyi bir hayat yaşamak için kentsel yerleşimleri savunur, çünkü kentsel çevre; bilimin, sanatın, refahın geliştiği, “ iyi bir hayatın hem yerel hem de evrensel niteliklerini” taşıyan yerlerdir. Kentlerde gelişmeyi sağlayacak her sanattan yurttaş bulunur. Aristoteles’in otoritesine bağlı olarak kentsel yaşamı savunan ve destekleyen Roma ve diğer Helen kentleri, çevre ve ekonomik sistemin(doğal dengenin) bozulmasına rağmen ölçüsüz büyümeyi engellememiş, kentsel yaşamın metropolleşmesini desteklemiştir. Bu gelişmeler sonucunda kentlerdeki yaşam, refah içinde rahat bir yaşam süren zenginler için bile: “…nefret edilesi bir hayata dönüşmüştür. Hem Mısır hem de Mezopotamya kültürlerinden bize, uygar bir hayatın beyhudeliğinin getirdiği ümitsizlik duygusundan dem vuran, intihar üzerine yazılmış iki klasik diyalog” (s.147, Lewis Mumford, Tarih Boyunca Kent) kalmıştır.
Gerçekte Aristoteles kentsel çevredeki yaşamı savunurken kentin, doğal
dengesini bozmayacak, kendi kendine yeterli olabilecek büyüklükte ve nüfusta
olması gerekliliğini: “…büyük
ve alanın kenti tümüyle yok etmeden ya da yeni tür bir kentsel örgütlenme
getirmeden istenildiği gibi arttırılamayacağının, yeni bir kentsel
örgütlenmenin hayatın hem küçük ölçekli biçimini hem de büyük ölçekli bir
modelini içermesi gerektiğini” de savunmaktadır.
Aristoteles’ten önce de Yunanlılar kentlerinin aşırı büyümesini istemiyorlardı.
Bir kentin nüfusu elli bine yaklaşınca o kentteki yurttaşlar başka coğrafik
sınırları keşfetmek için yola çıkıyor, buldukları yaşamaya uygun yerleşim
yerlerine göç ederek yeni yerleşim yerleri kuruyorlardı: ““Koloni kuran
başlıca kentler, Rodos ve Küçük Asya’daki Miletos gibi büyük ticaret
merkezleriydi. Miletos kenti, söylenilenlere göre, yetmiş kent kolonisi
kurmuştu… birçok Yunan kenti gelişme evrelerinde büyük bir nüfusa veya geniş
bir araziye sahip olmaya hiç niyetlenmemişti. Birkaç bin kişilik nüfusa sahip
kentler, daha kalabalıklaşmadan dışarıya koloniler göndermekteydi. Kent daha
büyük bir nüfusa sahip olmayı arzulasa bile, ekilebilir arazinin kıtlığı ve su
miktarının sınırlılığı bu büyümeye engel olmaktaydı. Etrafı zengin alüvyon
topraklarıyla çevrili olmasına
rağmen Atina’nın nüfusu V. yüzyılda, köleler dahil
yüz bini aşmıyordu”(s.170 Lewis Mumford, Tarih Boyunca Kent,)
Bu koloniler kurulurken yeterli su, ekilebilir ve avlanabilir yeterli
arazi bulunması ile birlikte ünlü hekim Hippokrates’in “Hava, Su Ve Mekânlar”
adlı eserindeki arazisinin seçimi, kent planlaması, sağlık ve çevresel
öğütlerine önem verilmiştir. Böylece kurulacak kentin binalarının, sokaklarının
aşırı güneşten korunaklı olması, serin rüzgârlar alacak şekilde planlanması,
binalar arasında temiz havanın dolaşması gerekliliklerini; toplanma alanlarının
kalabalıkları seyrek tutacak kadar geniş kurulmasını, bataklık ve sağlıksız arazilerden uzak,
termal ve temiz su kaynaklarına yakın olmasını öğrenmişlerdi.
Ancak zaman içinde önce Yunan sonra da Roma koloni kentlerinde,
Aristoteles’ten gelen görüşün etkisi ve kent yerleşimlerinin doğal gelişim sürecine
bağlı olarak aşırı büyüme ve gelişmesi sırasında Hippokrat’ın bu önerileri, kent
içinde daha sağlıklı ortamlarda yaşama olanağına sahip yöneticilerin,
varsılların refah içindeki yaşamlarından vazgeçemeyerek küçük harcamalardan
kaçınmaları ile yerine getirilmemiştir.
Dergimizin önümüzdeki sayısında çağımızda, çok daha artan kentsel
(metropol) çevrede yaşamın ve aşırı kentsel yaşamla birlikte bin sekizyüzlü
yıllardan sonra ortaya çıkan sanayi ve teknolojide ilerlemelerin neden olduğu
doğal dengenin, ekosistemin bozulmasının nedenlerini, sonuçlarını ve alınacak
önlemleri ele almaya çalışacağız.
