19 Kasım 2020 Perşembe

ÇEVRE EKONOMİSİ-1- GEÇMİŞ ÇAĞLARDAKİ İZLERİ




 

ÇEVRE EKONOMİSİ (1)

 TANIMLAR-TARİHSEL SÜREÇTEKİ İZLERİ



     Bütün canlılar bir çevre içinde yaşarlar. İnsan ve diğer canlı toplulukları üzerinde etkili olan, aynı zamanda insan ve diğer canlıların birbiri üzerinde karşılıklı etkileşimde bulunduğu bir yeryüzü parçası vardır. İşte insanın kendisinin ve bütün canlıların içinde bulunduğu, canlı cansız bütün varlıkların karşılıklı etkileşim ve iletişim içinde oldukları doğa veya yeryüzüne ortamına “Çevre” diyoruz. Çevre içinde ortaya çıkan olgular bir sistem içinde gerçekleşir. Çevre sisteminin dengede olması,  olumlu çalıştığını, çevreyi oluşturan varlıkların arasındaki etki ve iletişimin sağlıklı olduğunu, tersi durumda çevre sisteminin olumsuz durumda bulunduğunu gösterir. İnsanın mutluluk ve refahı, olumlu, sağlıklı işleyen bir çevre sistemi (doğal sistem) içinde gerçekleşir. Çevre sisteminin kalitesi arttıkça insanın yaşam kalitesi, refahı da artar.

     Toprak, hava, su, madenler, yaşayan bitki ve hayvan organizmaları,  insan yaşam ve refahının devamı için gerekli ekosistem mal ve hizmetleri “Doğal Kaynakları” oluşturur ve bunlar aynı zamanda insanın ekonomik faaliyetlerinin temeli olan Doğal Sermayedir. Ekosistem ya da ekolojik sistem, insan ve diğer canlı toplumlarının bir arada uyum ve denge içinde gelişmelerini sürdürebilmeleri için gerekli olan koşulların bütünüdür. Bu koşulları etkileyen olay, süreç ve değişimler, biyolojik çeşitlilik ve türleri etkilemiş olduğu için Ekosistemin dengesinin bozulmasına, ekosistemin bozulması çevre sisteminin kalitesinin bozulmasına neden olarak insanın yaşam kalitesinin ve refahının bozulmasına etki etmektedir. Çevre sistemi ekosistemi de içine alan daha geniş bir alandır ve insan doğal çevre içinde olduğu kadar kendi toplumsal yaşamı sürecinde geliştirdiği kırsal ve kentsel çevre gibi yapay çevreler içinde de yaşamını sürdürmektedir.

     Ekosistem dengesi insanoğluna temiz hava ve suyun sağlanması, güneşin zararlı ışınlarından korunması, sellerin ve kuraklığın önlenmesi, yaşanabilir iklim ve atmosfer ortamının sağlanması, biyolojik çeşitliliğin devamının korunması olanaklarını verir. Doğa-çevre sisteminin bozulması, ekosistemi bozduğu gibi, ekosistemin bozulması da doğal sistemi-çevre sistemini bozar. Tüm bu sistemlerdeki bozulmalar da insan refah ve yaşam kalitesinin bozulmasına neden olmaktadır.


     Ekonomi bilimi, kıt olan kaynaklarla insan gereksinmelerin karşılanması yol ve çarelerini arayan bir bilimdir. Gereksinmelerin karşılanması, çevre sistemi içinde bulunan doğal kaynakların kullanılması, yeniden üretilmesi ile gerçekleşir. Bu nedenle ekonomik sistem daha büyük bir sistem olan çevre veya yeryüzü sisteminin bir parçasıdır. Çevre sistemi dengesinin bozulması bağlı olarak ekosistemin bozulması; doğal kaynakların(toprağın, bitkilerin, madenlerin, havanın, suyun) azalması, kirlenmesi, bozulması üretim sürecinin olumsuz etkilenmesine neden olduğundan ekonomiyi de olumsuz etkileyecektir. Daha az toksit maddelere maruz kalmak, daha fazla temiz havaya, suya, ormana sahip olmak, ultraviyole ışınlardan daha fazla korunmak..vb ekonomiyi daha verimli yapar.

     Ekonomik faaliyetler sağlıklı insana bağlı olarak yapılan faaliyetlerdir. Çevre ve ekosistemdeki bozulma insan sağlığını da olumsuz etkilediğinden, ikincil bir etken olarak ekonomik faaliyetleri olumsuz etkilemektedir. Hava ve su kirliliğine bağlı olarak ortaya çıkan hastalıklar insan sağlığını bozarak üretimde azalışlara neden olur. 

     Bu etkiler nedeniyle çevre sistemi-ekosistem ve ekonomik sistem birbirinden ayrılmaz bütündür. Bu gerçeklikten hareket ederek “Çevre Ekonomisi” kavramını, ekonominin tüm üretim ve tüketim süreçlerinde çevre sistemi dengelerinin korunması süreç ve faaliyetleridir, olarak tanımlayabiliriz.

    İnsanlar önce doğal çevrenin tüm niteliklerinin hakim olduğu kırsal alanlarda topluluklar halinde yaşamaya başlamışlardır. Kırsal yaşam çevreleri olan köy çevresindeki yaşam dağınık, salt tarım ve hayvancılığa dayanan, ticaret ve tekniğin, el sanatlarının gelişmediği az nüfusa sahip yerleşim yerleridir. Kentsel çevre, kırsal çevrelerin tersine, nüfusun, ticaretin, el sanatlarının, sanayinin aşırı arttığı, her alanda bilgi ve sanat sahibi yurttaşların toplandığı yerleşim yerleridir. Kırsal yerleşim yerlerinde doğal dengeler bozulmadığı için çevresel sorunlar ortaya çıkmaz, çıkan sorunlar varsa da yine kentsel yerleşim yerlerinden kaynaklandığı görülür. Çünkü kentsel yerleşim çevrelerinde, aşırı nüfus ve doğal kaynakların aşırı tüketimi, gerekli düzenlemeler yapılmadığı taktirde tüm yaşama ait dengeleri bozmaktadır.

TARİHTE ÇEVRE SİSTEMİNİN BOZULDUĞU YER VE ZAMANLAR:

    Antik çağlardan başlayarak hemen bütün zamanlarda ticaretin geliştiği, ticaret ile birlikte el sanatlarının, tekniğin ve sanayi üretiminin geliştiği bölgelerde nüfus yığılmaları oluşmuş, daha büyük yerleşim ve büyük nüfus artışları ile birlikte doğa ve çevre sorunları ortaya çıkmıştır. Bu sorunlar, İlahi dinlerin kıyametin habercisi olarak saydığı belirtilerdir ve bu yaşama çevreleri insanların büyük kentsel yaşam çevrelerinde yaşamaya başladıkları ilkçağlardaki Babil, Roma, Milet, Bağdat...vb gibi birçok kentlerde görülmüştür. İslam dininde bina ve zinanın artması, ahlakın bozulması, savaş ve yıkımlar kıyametin belirtileri olarak sayılır. Kentleşmenin ilk büyük yerleşimlerinin üç bin yıl önce Ur, Nippur, Heliopolis, Asur, Ninova, Babil’de kurulduğu görülür. Hz.İbrahim’in memlekeri Ur antik kenti kanalları, limanları ve tapınaklarıyla 890.000 m2’lik bir yüzölçümüne ve 250.000 civarında bir nüfusa sahipti.



      Roma’nın, imparatorluğun en görkemli olduğu çağda bir milyona yakın nüfusu vardı. Roma’daki bu büyük nüfus artışı, kent çevresinin, ekolojik ve doğal çevrenin bütünü ile bozulmasına neden olmuştur: “Tifo, tifüs ve koleraya bu açık davetiye olmasa bile sıtmanın yaygın oluşu Roma’yı ve çevresindeki bölgeleri dünyanın en sağlıksız yeri

haline getirmişti; Henry James’in Daisy Miller'ım" okuyanların pek iyi bilecekleri gibi, bu durum XIX. yüzyıl sonlarına değin de devam etti. Sağlık bakanlığı istatistikleri olmasa da, Humma Tanrıçası adına kurulan sunak ve ibadethanelerden sıtma hastalığının kronik tehdit oluşturduğunu anlıyoruz; bu arada tekrarlayan öldürücü ve yıkıcı hastalık salgınlarının tek bir günde binlerce insanın ölümüne neden olduğunu tarihsel kayıtlardan biliyoruz. İmparatorluğun zaferlerle dolu en müreffeh dönemlerinde bile Roma’nın sık sık -MÖ 23, MS 65, 79, 162— kırıp geçiren veba salgınlarına uğraması şaşırtıcı mıdır? ” (s. 276, Lewis Mumford, Tarih Boyunca Kent)… “Roma’da nüfus artışı bir tekerlekli araç trafiği talebi yaratır yaratmaz trafik sıkışıklığı dayanılmaz hale geldi. Julius Caesar’ın iktidara geçtikten sonra yaptığı ilk icraat, Roma’ın merkezini gündüzleri araç trafiğine kapamak olmuştu. Bunun etkisi elbette, geceleri taş döşeli yollar üzerinde ahşap veya demir tekerleklerin çıkardığı sesler nedeniyle insanları uykularından eden bir gürültü yaratmak oldu. (” (s. 277, Lewis Mumford, Tarih Boyunca Kent)


Roma’da aynı zamanda çağımızın birçok büyük kentinde olduğu gibi çarpık bir kentleşme düzeni ve çevre sisteminin bozuk olduğu görülür ve çarpıklığın insan topluluklarına bir yansıması olarak bu kentlerde gelir ve yaşam düzeyinde eşitsizlik vardır: “Plutarkhos’a göre, Tiberius Gracchus gayet iyi söylemişti: “Yerdeki hayvanların ve gökteki kuşların yuvaları ve korunacakları yerleri var, fakat İtalya için savaşıp ölen insanlar sadece gün ışığının ve havanın lütfuna erişebiliyor.” İmparatorluk dönemine gelindiğinde Roma’da ışık ve hava da kalmadı. Tarihte daha önce hiç görülmediği şekilde katlar birbirinin üstüne yığılmıştı. Juvenalis, MS II. yüzyılda şunları yazar: Kule gibi yükselen evlere bir bakın. Kat kat üstüne on kat yükselen evlere.

Soyluların geniş, havadar, sıhhi, banyolu ve tuvaletli, kışın sıcak havayı zemindeki bölmeler sayesinde taşıyan, külhanlarla ısınan evleri belki de XX. yüzyıla kadar ılıman bölgelerde inşa edilmiş en geniş, en rahat ev tipiydi; ev mimarisinde bir zaferdi. Fakat Roma’daki kira evleri, Napoli’den Edinburgh’a hatta aynı spekülatif yanlışa bir ara teslim olan Elizabeth çağı Londra’sına kadar her yerde, aşırı dolu binalar ve aşırı kalabalık odaların sıradanlaşmaya başladığı XVI. yüzyıla kadar. Batı Avrupa’da inşa edilmiş en kalabalık ve en sağlıksız evler olma ödülünü hiç zorlanmadan kazanacak durumdaydı. Bu binalar sadece kötü ısıtılan, atık su borularından veya tuvaletlerden yoksun, yemek pişirmeye uygun olmayan, havasız ve aşırı derecede kalabalık bir sürü odadan oluşan evler olmakla kalmıyor, doğru düzgün bir günlük hayat için gerekli donanımdan yoksun olmanın yanı sıra öyle kötü ve yüksek inşa ediliyorlardı ki, içinde oturanlara o dönemler sıkça rastlanan yangınlardan kurtulmak için güvenli bir çıkış imkânı bile vermiyorlardı. Bu binaların sakinleri tifo, tifüs ve yangından kurtulmayı başarsalar da, binanın çökmesi sonucu enkaz altında kalıp ölmekten kurtulamıyorlardı. Bu tür kazalar sıkça olurdu. Bu adacıklar öylesine kötü bir biçimde inşa edilmişlerdi ki, Juvenalis’in sözleriyle, “her rüzgâr estiğinde sallanırlardı.” Bu ifade şiirsel bir abartı sayılmazdı.”( s. 280, Lewis Mumford, Tarih Boyunca Kent)

 


Yerleşim alanlarının aşırı büyüdüğü nüfusun aşırı yoğunlaştığı, tarımsal, ticari ve sanayi ürünlerinin aşırı arttığı kentsel yerleşimlerde (metropollerde), hemen her dönemde, çağımıza göre düşük hacimde ve kısa süreli de olsa, çağdaş ekonomilerde görülen ticari ve ekonomik krizlerin ortaya çıktığı görülür. Çevresel dengelerle birlikte ekonomik dengeler de bozulmaktadır. Kentlerde aşırı zanaatkâr, aşırı ticaret, aşırı zirai ürün dolaşımı, kentsel ekonomik sisteminin dengelerini bozmuş, aşırı nüfus ve aşırı tüketim de çevre sorunlarına neden olmuştur.   

    Aristoteles iyi bir hayat yaşamak için kentsel yerleşimleri savunur, çünkü kentsel çevre; bilimin, sanatın, refahın geliştiği, “ iyi bir hayatın hem yerel hem de evrensel niteliklerini” taşıyan yerlerdir. Kentlerde gelişmeyi sağlayacak her sanattan yurttaş bulunur. Aristoteles’in otoritesine bağlı olarak kentsel yaşamı savunan ve destekleyen Roma ve diğer Helen kentleri, çevre ve ekonomik sistemin(doğal dengenin) bozulmasına rağmen ölçüsüz büyümeyi engellememiş, kentsel yaşamın metropolleşmesini desteklemiştir. Bu gelişmeler sonucunda kentlerdeki yaşam, refah içinde rahat bir yaşam süren zenginler için bile: “…nefret edilesi bir hayata dönüşmüştür. Hem Mısır hem de Mezopotamya kültürlerinden bize, uygar bir hayatın beyhudeliğinin getirdiği ümitsizlik duygusundan dem vuran, intihar üzerine yazılmış iki klasik diyalog” (s.147, Lewis Mumford, Tarih Boyunca Kent) kalmıştır.

      Gerçekte Aristoteles kentsel çevredeki yaşamı savunurken kentin, doğal dengesini bozmayacak, kendi kendine yeterli olabilecek büyüklükte ve nüfusta olması gerekliliğini: “…büyük ve alanın kenti tümüyle yok etmeden ya da yeni tür bir kentsel örgütlenme getirmeden istenildiği gibi arttırılamayacağının, yeni bir kentsel örgütlenmenin hayatın hem küçük ölçekli biçimini hem de büyük ölçekli bir modelini içermesi gerektiğini de savunmaktadır. Aristoteles’ten önce de Yunanlılar kentlerinin aşırı büyümesini istemiyorlardı. Bir kentin nüfusu elli bine yaklaşınca o kentteki yurttaşlar başka coğrafik sınırları keşfetmek için yola çıkıyor, buldukları yaşamaya uygun yerleşim yerlerine göç ederek yeni yerleşim yerleri kuruyorlardı: ““Koloni kuran başlıca kentler, Rodos ve Küçük Asya’daki Miletos gibi büyük ticaret merkezleriydi. Miletos kenti, söylenilenlere göre, yetmiş kent kolonisi kurmuştu… birçok Yunan kenti gelişme evrelerinde büyük bir nüfusa veya geniş bir araziye sahip olmaya hiç niyetlenmemişti. Birkaç bin kişilik nüfusa sahip kentler, daha kalabalıklaşmadan dışarıya koloniler göndermekteydi. Kent daha büyük bir nüfusa sahip olmayı arzulasa bile, ekilebilir arazinin kıtlığı ve su miktarının sınırlılığı bu büyümeye engel olmaktaydı. Etrafı zengin alüvyon topraklarıyla çevrili olmasına



rağmen Atina’nın nüfusu V. yüzyılda, köleler dahil yüz bini aşmıyordu”(s.170 Lewis Mumford, Tarih Boyunca Kent,)

     Bu koloniler kurulurken yeterli su, ekilebilir ve avlanabilir yeterli arazi bulunması ile birlikte ünlü hekim Hippokrates’in “Hava, Su Ve Mekânlar” adlı eserindeki arazisinin seçimi, kent planlaması, sağlık ve çevresel öğütlerine önem verilmiştir. Böylece kurulacak kentin binalarının, sokaklarının aşırı güneşten korunaklı olması, serin rüzgârlar alacak şekilde planlanması, binalar arasında temiz havanın dolaşması gerekliliklerini; toplanma alanlarının kalabalıkları seyrek tutacak kadar geniş kurulmasını,  bataklık ve sağlıksız arazilerden uzak, termal ve temiz su kaynaklarına yakın olmasını öğrenmişlerdi.

      Ancak zaman içinde önce Yunan sonra da Roma koloni kentlerinde, Aristoteles’ten gelen görüşün etkisi ve kent yerleşimlerinin doğal gelişim sürecine bağlı olarak aşırı büyüme ve gelişmesi sırasında Hippokrat’ın bu önerileri, kent içinde daha sağlıklı ortamlarda yaşama olanağına sahip yöneticilerin, varsılların refah içindeki yaşamlarından vazgeçemeyerek küçük harcamalardan kaçınmaları ile yerine getirilmemiştir.

     Dergimizin önümüzdeki sayısında çağımızda, çok daha artan kentsel (metropol) çevrede yaşamın ve aşırı kentsel yaşamla birlikte bin sekizyüzlü yıllardan sonra ortaya çıkan sanayi ve teknolojide ilerlemelerin neden olduğu doğal dengenin, ekosistemin bozulmasının nedenlerini, sonuçlarını ve alınacak önlemleri ele almaya çalışacağız.


                                  



         İsmail İNCİ,  20/11/2020


  ismailinci60@gmail.com
  www.facebook.com/bgi.inci
  https://twitter.com/ismailinci

 









SAVAŞ EKONOMİSİ VE PANDEMİ EKONOMİSİ-ORTAK NİTELİKLER VE ALINACAK ÖNLEMLER-

  ORTAK VE FARKLI STRATEJİLERİ İLE SAVAŞ EKONOMİSİ VE PANDEMİ EKONOMİSİ (1)        Savaş dönemleri ile Pandemi dönemlerinde ülkelerin iç...