18 Mart 2016 Cuma

SÜT KRİZİNDE TOPLAM TALEP YETERSİZLİĞİNİN İKTİSADİ DÜŞÜNCE SÜRECİNE BAĞLI OLARAK NEDENLERİ VE ÇÖZÜM ÖNERİLERİ





SÜT ÜRETİMİNİN TOPLAM TALEP YETERSİZLİĞİ SORUNU VE ÇÖZÜMLERİ

      İktisadi düşünceler tarihinde, piyasaların dengeye ulaşma modellerine bakış açılarına göre birbiri ile çatışan iki büyük ekonomik düşünce sisteminin bulunduğu görülür.  Birinci büyük ekonomik düşünce sistemi Klasik ve Neo Klasik ekonomistlerin temsil ettiği Liberal ekonomi anlayışıdır. Bu düşünceyi savunan ünlü Klasik ekonominin temsilcileri Adam Smith, Davit Ricardo John Stuart Mill, Jean
Baptiste Say, Robert Malthus’a göre piyasaların doğal işleyişi içinde, bireylerin özgür, akılcı davranışlarıyla, arz ve talebe bağlı olarak kendiliğinden ekonominin dengeleri oluşur. Devletin piyasalara müdahale etmesi ekonominin dengelerini bozar. Bireylerin “Rasyonel Seçenekler” kuralı gereği en akılcı tercihlerini yapması arz ve talep dengesini piyasalarda ortaya çıkaracaktır.  Tam rekabete dayalı serbest piyasalarda toplam arz toplam talebe denktir. Neo Klasik ekonominin önemli ekonomistlerinden Leon Walras’a göre firmalar karlarını, tüketiciler de faydalarını serbest piyasa koşullarında en üst düzeyde gerçekleştiririler. Bu kar-fayda ilişkisi, ekonominin dengesini tüketicinin toplam talebinin firmaların ürettiği toplam tüketim mallarına eşit olduğu noktada oluşmasına doğal olarak yol açacaktır. Piyasalarda bu biçimde dengenin oluşmasına ekonomide “ Genel Denge Modeli” denilir.

      Ancak Amerika’da ortaya çıkan ve bütün dünyayı etkileyen 1929 ekonomik krizi piyasalarda “Genel Denge Modeli”nin gerçekleşmediğini John Maynard Keynes ve daha önce aralarında Toplumcu ve Kurumcu Ekonomistlerin de bulunduğu ekonomi bilim adamları tarafından açıklanmıştır. Devletin piyasalara az veya çok müdahale etmesini savunan bu ikinci görüşe sahip Kurumcu ekonomistlerden John Rogers Commons,  Adam Smith’i eleştirerek, tarihe bakıldığında insanların direnmelerine rağmen mahkemelerin görünür ellerinin (piyasalara müdahale ettiğinin) görülebileceğini ifade eder. İktisadi yaşamı düzenleyen, biçimlendiren toplumsal denetim unsuru bir birim vardır.
       Serbest piyasa ekonomisini en iyi analiz eden ekonomistlerden biri olan Keynes, 1929 ekonomik krizinin ortaya çıktığı koşullarda serbest piyasa ekonomisini eleştirerek ekonomiyi kendi kendine dengeye yönelten görünmez bir elin olmadığını, ekonominin doğal düzeninin dengeye doğru değil tam tersine dengesizliğe hatta kaosa doğru eğilimli olduğunu açıklamıştır. Bunun için devlet tarafından müdahale edilerek piyasaların denetlenmesi, gözetlenmesi, yönlendirilmesi gerekir. Keynes’e göre piyasalardaki dengesizliğin temel nedeni Talep yetersizliğidir. Toplam talep yetersizliği nedeniyle toplam arz satın alınamamakta, diğer anlatımla ürünlerin satılamaması nedeniyle üretim durmakta, işsizlikle birlikte bozulan piyasa dengeleri ekonomide kaosa sürüklenmektedir.
      19’ncu yüzyılda” Birinci Sanayi Devrimi” ile “Makinelerle” üretime geçen firmaların üretim hacimleri artmış, yirminci yüzyılın başında “İkinci Sanayi Devrimi” ile “Teknolojiye dayanan üretimle” birlikte aşırı üretime geçilerek Klasik ekonomistlerin düşüncelerinin tersine piyasalarda büyük bir arz fazlalığı, üretim fazlalığına bağlı olarak talep yetersizliği oluşmuştur. Talep yetersizliğine rağmen fiyatların aşağıya,  ücretlerin de yukarıya doğru “Direngen” olması toplam talep açığını daha da arttırmıştır.


      İBN HALDUN’A GÖRE TALEP FAZLASININ NEDEN VE SONUÇLARI
         Gerçekte ise ünlü düşünür İbn Haldun Mukaddime adlı ünlü kitabında,  Adam Smith’den üçyüz elli yıl önce işbölümünün ulusların zenginliğini arttıran önemli bir etken olduğunu, piyasalarda arz talep dengesinin talep fazlası yönünde bozulduğunu, bunun toplumların zenginleşmesini, refaha ve daha uygar toplumların oluşmasına neden olan etken olduğunu açıklamıştır:
“O cemiyete mensup olanlardan bir kitlenin birbirine yardım etmek suretiyle istihsal ettiği maddeler, o kitlenin kendi ihtiyacı derecesinden kat kat fazla olur. Buğdayı örnek olarak düşünürsek, cemiyetin bir âzası tek başına buğday istihsal edemez. Cemiyet; üyeleri âzasından istihsal için gereken âletleri yapan demirciyi, marangozu, öküz sevkeden, toprağı süren ve (harman yerinde topladıktan sonra) taneleri başaklardan ayıran, çıkartan ve ekin ekerek buğdaya istihsal etmek için gerekli diğer ihtiyaçtan temin eden 5-10 kişiyi seçer. Bu yolla işleri aralarında bölüşmek suretiyle buğday istihsal ederlerse, elde edilen buğday bunların kendi ihtiyaçlarından çok fazla olur ve bu müstahsillerin sayısından kat kat fazla kişiyi geçindirir. Kısası, cemiyet ferdlerinin bir araya toplanarak istihsal ettikleri maddeler, istihsal etmek üzere çalışanların ihtiyaçlarından fazladır…. Kendi ihtiyaçlarından fazlasını istihsal etmek üzere harcadıkları emeklerinin mahsulünü, diğer bölgelerin ahalisi, karşılığını vererek ve kıymetini ödeyerek satın alırlar ve yurtlarına götürürler. Bu yolla emekleri ile bu maddeleri istihsal edenler servet kazanırlar… Servet ve zenginlik o cemiyeti bayatta bolluk ve geçim genişliğine, genişliğin icap ve itiyatlarından olarak evleri süslemeye, güzel ve nefîs giyimler giymeye, cihazlarını, çanak, tabak gibi ev eşyasını güzelleştirmeye, iyileştirmeye ve hademeler ve binek hayvanlar kullanmaya sevkeder… Cemiyet fertlerinin bir araya toplanarak çalışmaları sayesinde o şehir ve bölgenin bayındırlığının artması sebebiyle çalışma ve istihsal bir kat daha artar…”.”( İbn Haldun, Mukaddime, s.269-270)

      Yine İbn Haldun aynı eserinde bu talep fazlası üretim nedeniyle devletlerin-toplumların uygarlıkta belirli bir ilerleme aşamasından sonra gerileme dönemine girdiğini, sonunda da ortaya çıkan bu talep fazlası krizi ile uygarlıkların ve devletlerin çöktüğünü açıklamıştır. Fazla üretim ile “talebin doygunluğa” ulaştığını, toplam talepte “yetersizliğin” ortaya çıktığını, toplam talep dengesizliğinin varlığını İbn Haldun sosyalist ve Keynesyen ekonomistlerden dörtyüz elli yıl önceden açıklamış ve talep dengesizliğinin ekonomik krizlere neden olduğunu; toplumlarda refahın, zenginleşmenin getirdiği psikolojik etkenlerle birlikte uygarlığın gerilediğini, toplumların zayıflamasına neden olduğunu ve sonunda devletlerin çöktüğünü tarihsel anlatımla açıklamıştır.
        Toplam talep dengesizliği salt kapitalist sistemde varolan bir ekonomik olgu değildir. Tarihte  İlk büyük uygarlıkların ortaya çıktığı, büyük devletlere başkentlik eden Babil, Bağdat, Şam, Atina, Roma..vb  tüm büyük kent devletlerinde görülen ekonomik bir yasadır. Tarihte büyük bir uygarlığa sahip olmuş olan, büyük sanat eserleri, ürün zenginlikleri ortaya koymuş olan bu kentlerde görülen bir üründe fazla üretim sonucu toplam talep dengesizliğinin ortaya çıktığı görülür. Antik çağda kentlerdeki toplam talep yetersizliğine etken olan üretim tekniği insan gücüne dayalı basit mekanik üretim araç gereçleri ve köle işgücüdür. Eserlerin hammaddesi de taş, demir, bronzdur. Ortaçağda da aynı nitelikleri mekanik araçların biraz geliştirilmiş olarak kullanımı ile görürüz.
“Şehrin bayındırlığı artarak nüfusu çoğaldıktan sonra iş, yapı, usta ve yapı için gereken maddeler çoğalır ve şehir mükemmel bir hale gelinceye kadar bu hal devam eder. Şehrin bayındırlığı eksilerek nüfusu azalmağa başladıktan sonra hüner ve sanayi de o nispette azalır. Bunun bir sonucu olarak yapılar eskisi gibi iyi. sağlam ve süslü olarak yapılmamağa başlar. Ahalisi azaldığı için çalışma ve faaliyet de azalır. Neticede yapı için gereken taş ve su mermeri gibi maddeler az gelmeğe ve bulunmamağa başlar. Bundan sonra diğer yapılardaki maddeler söküp alınmağa ve bir yapıdan diğerine naklolunmağa başlar. Çünkü bayındırlığı azaldığı ve eski nüfusunu kaybettiği için büyük binalar, saray ve konakların çoğu boş kalmıştır. Yapı maddeleri bir saray ve konaktan diğerine nakledilmektedir, şehrin bütün yapılan bu suretle yıkılıncaya kadar bu hal devam eder. Bunun üzerine ahalisi, yapı işlerindeeskisi gibi göçebelik tarzına dönüp, yapılarında taş yerine kerpiç kullanmağa başlar, binaları süslemeyi büsbütün bırakır. Bunun bir sonucu olarak da şehrin binaları, köy ev ve binalanna benzer, binalarda göçebelik kültürü gözükür” (s.68)
Çağın egemen olduğu birkaç üretim kolunun ürünlerinin “Talebinde Doygunluğa” bağlı olarak işsizlik, işsizlikle birlikte göçler ve nüfus azalmaları, üretim düşüşleri, yokluk, üretim yapılamamasına bağlı ilkel ürünlere bağlı bir uygarlık içinde yaşamın sürdürülmesi zorunluluğu ortaya çıkmaktadır. Çağımızda ekonomilerin dayandığı üretim kolları olan inşaat sektörü ve otomotiv sektörünün ikisinde aynı anda oluşacak bir “Talep Doygunluğu”nun ekonomik krizlere ve ekonomilerin batışına neden olması da kaçınılmazdır.


       Günümüzde Süt Üreticilerinin içinde bulundukları ekonomik krizin temel nedeni olarak da arz fazlalığına bağlı toplam talep yetersizliği gerçeği görülüyor. Tüketici sütün piyasalarda 3 TL civarlarında olan fiyatları karşısında satın alma gücüne bağlı olarak ek talepte bulunmamakta, özellikle küçük üretici, büyük süt üreticilerine göre maliyetleri daha yüksek olduğundan fiyatlarda direngen olmakta, üretimde oransal artışa rağmen sütün satış fiyatını aşağıya çekme eğiliminde bulunmamaktadır. Fiyatlardaki direngenlik ve değişmezlik varolan talebi arttırmadığından fazla ürün elde kalmakta,  fiyatlarını düşüren büyük üreticiler ise varolan talepte artış yönünde değişiklik oluşturarak, piyasa “Talep Doygunluğuna” ulaşıncaya kadar üretimlerini sürdürebilmektedir.
SÜT ÜRETİMİ KRİZİNİN NEDENLERİ:
      İngiltere’de de Nisan 2015 tarihinden itibaren süt fiyatları düşmeye başlamıştır. İngiltere Ulusal Çiftçiler Birliği (NFU) Yönetim Kurulu Başkanı Rob Hamson düşen süt fiyatları konusunda yaptığı açıklamada Şöyle demektedir: “Gerçeği söylemek gerekirse birçok süt üreticisi için durum çok kötü…Kısa vadede düzeleceğine inanmıyorum..
İngiltere Merkezli şirket Müller ve Hollanda merkezli şirket Friesland Campina  süt fiyatlarının düşüş nedenini çok süt az talebe bağlamaktadır. Yine Dairy Crest ve First Milk de benzer açıklamalarda bulunmuş, Arla şirketi süt tedarikçilerine önlerindeki oniki ay gerçekleşecek olumsuz koşullar nedeni ile uyarıda bulunmuştur.
     Bugün deTürkiye’de süt ihracının düşmesi ve iç pazardaki talep azlığı nedeniyle ortaya çıkan üretim fazlalığına bağlı olarak firmalar üreticilerinden süt alımını durdurmuş durumdadır. Milas Süt Birliği Başkanı Ali İhsan Gezgin’in süt krizi üzerine gözlemlerine bağlı söyledikleri önemlidir:”  Kayıtlı 12 bin üreticinin bulunduğu ve yaklaşık yıllık 162 bin 200 ton süt üretiminin yapıldığı Muğla’da sütlerini satacak yer bulamayan üreticiler, önceki gün sokağa döktü…Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı 2008 yılında faizsiz, ilk iki yıl ödemesiz ve beş yıl taksitli kredi vermesiyle herkes hayvancılık yapmaya başladı. Aradan fazla zaman geçmeden, ülkedeki hayvancılık sektörü krize girdi, sütler satılmadı, et piyasası düştü ve sonunda da hayvanlar kesildi… Bugün dünya aile çiftçiliğine dönerken biz büyük işletmelere doğru geçiyoruz. Büyük işletmelerden de beş bin, onbin baş hayvan olmak üzere bütün sanayiciler, tekrar hızlı bir şekilde bu sektöre girdi; bu işi bilmeyen insanlarla girdiler. Bu sanayiciler devlet desteklerine daha çabuk ulaşırken benim üreticim, devletin verdiği imkânlardan faydalanamadı. Bugün yaşanan sorunun temeli, arz ve talep meselesidir. Artık arz ve talep birbirini tutmuyor. Yurtdışına ihracat yapamıyoruz, çünkü süt fiyatlarımız çok pahalı. Fransa’da süt 0,90 TL iken bizde 1,70 TL. Süt tozu 4 TL iken bizde 8 TL’ye mal oluyor. Biz bu şartlarda dışarıya süt ihraç edemezsek, hattâ dışarıdan süt ithal edersek sektörün sonu yine aynı olacak. Yurtdışından o kadar çok düve geliyor ki Avrupa’daki düveleri bitirdik.” 30 Ocak 2016, (http://www.tarimevi.com/satislari-azalan-sut-ureticileri-devletten-yardim-bekliyor/-)

      Küçük üreticilerin maliyetleri, büyük süt üreticileri süt üretimlerinde en yeni teknolojilerden yararlanarak ve ölçek ekonomisinin avantajlarını kullanarak üretim yaptığından, büyük süt üreticilerine göre yüksek olacaktır. Maliyetler eşit olmadığından büyük süt üreticisi çiftçi ile küçük süt üreticisinin rekabetleri de eşit olmayacaktır. Temelde de süt arzının artarak talep yetersizliğine etken olan üretim büyük süt üreticilerinin, maliyetleri azaltan ölçek ekonomisinden yararlanarak üçüncü sanayi devriminin Akıllı Teknolojisine” dayalı üretimleridir. Süt üretiminde talep fazlalığından doğan krizden etkilenenler de maliyetleri yüksek olan, süt fiyatlarını maliyetlerin yüksekliği nedeniyle düşüremeyen küçük üreticilerdir. Düşük maliyetlerle üretim yapabildiklerinden süt fiyatlarında tüketicinin talebi yönünde indirim yapan büyük üreticiler krizden daha az etkileneceklerdir. Bu nedenle büyük marketlerde bir litre süt üç liradan satılırken 1,5 TL’ye kadar düşmüştür. Devletin üreticilere eşit olmayan desteği ile müdahalesi ise süt krizini küçük üreticiler aleyhine daha da arttırır.  
SÜT ÜRETİMİ KRİZİ SORUNLARINA ÇÖZÜM ÖNERİLERİ:
     Bir ülke ekonomisinde esas olan üretimi arttırarak fiyatları düşürmek, sonuçta tüm halkın satın alma gücünün artmasını sağlayarak üretilen ürünlerden yararlanır duruma getirmektir. Bu aynı zamanda ülkenin zenginleşmesi, refahının arttırılması demektir. Bu nedenle öncelikli olarak krizden en çok etkilenen küçük üreticiler birleşerek daha az maliyetlerle üretim yapacak duruma gelmelidir. Daha az maliyetle ve daha fazla üretim yaparak fiyatlarda indirimle, piyasalarda yeni taleplerin ortaya çıkması, varolan taleplerin miktarının artması sağlanır. Tüketiciler düşen fiyat karşısında süt taleplerini arttıracaklardır. Teknolojiden ve Ölçek ekonomisinden yararlanarak yapılan fazla miktarda üretim sonucunda satışlardan düşük fiyatla elde edilen gelir ile, az miktarda üretimle yüksek fiyatlarla elde edilen gelir sonuçta birbirine eşittir. Arada önemli ayrım, üreticinin ürününü talep oluşturarak satabilir duruma gelmiş olması, üretimini, işini sürdürebilir olmasıdır. Üretimini sürdüren üretici ülke zenginliğinin artmasına katkısını sürdürüyor olacak, üretimin artmasına bağlı olarak üretimin belirli bir aşamasında zorunlu olarak  ortaya çıkan “ Azalan Verimler Ekonomik Yasası’nın olumsuz etkilerinden, fiyatların düşmesinden şikayet etmeyecektir.
       Süt talebi açığını kapatmak için uluslar arası rekabet edilebilir pazarlar bulunmalıdır.
       Süt kısa sürede tüketilmediğinde en çabuk bozulan gıda ürünlerinden biridir. Bu nedenle daha dayanıklı koşullarda uzun süre korunarak depolanma özelliği kazandırılan ürünlerinin imalatına gidilmelidir. Sütün dayanıklı duruma getirilerek  korunması için başta gelen imalat işlemi sütü, süt tozuna dönüştürmektir. Bu ürün değişikliğine gidebilmek için zaman kaybetmeden gerekli imalat şirketlerinin kuruluşuna gidilmelidir.  Sütün geleneksel ürünleri olan peynir, yoğurt ve çeşitlerinin imalatı süt üreticileri tarafından kurulacak işletmelerle arttırılmalı, var olan imalathaneler tam kapasite ile çalıştırılarak sütün dayanıklı ürünleri üretilmelidir. Sütün geleneksel ürünlerinin yanında yeni süt ürünleri geliştirilerek uluslar arası pazarlarda talep oluşturulmalıdır. Bu imalat çalışmalarında üretim miktarının arttırılması peynir, yoğurt ve çeşitlerinin tüketici yararına fiyatlarının da düşmesini sağlayacaktır.  
       Süt üretim fazlasının tüketiminin, Keynesyen ekonomistlerin anlayışına göre devletin doğrudan para ve mali politikalarla piyasalara müdahale edilerek sağlanması düşüncesi de çözüm önerilerinden birisidir.


      Devlet Müdahalesinin Talep Fazlası Krizi Üzerine Etkileri:
       Keynes’in düşüncesine göre devlet para ve maliye politikaları ile piyasaya müdahale ederek talebi arttırmalıdır. Bu anlayışa bağlı olarak düşünürsek devletin bir yandan tüketicilerin satın alma güçlerini arttırması diğer yandan ise üreticilerin maliyetlerini düşürücü etkide siyasal ekonomik önlemler alması gerekir. Devletin Keynesyen ekonomiye göre müdahale ederek uyguladığı mali ve para politikaları talebi bir miktar arttırabilir. Para basarak ücretlerin kısmen arttırılması, süt üreticisinin devlet katkısıyla maliyetlerinin azaltılmasına bağlı olarak süt fiyatlarını düşürmesi talebin artmasını sağlayabilir. Ancak devlet bu müdahaleyi belirli bir aşamadan sonra mali dengelerinin bozulması, enflasyon riski karşılığında yapabilecektir. Enflasyon ise fiyatların yükselmesine, talebine düşmesine, üretimin azalmasına, işsizliğe, durgunluğa..vb ekonomik dengelerin daha da bozulmasına neden olmaktadır. Keynes’in düşündüğünün tersine enflasyon ile ekonomik büyüme bir arada uygulandığında ekonomik krizler daha da artmaktadır.
       Keynesyen ekonomistlerin düşüncelerinin tersine devlet müdahalesi bazı talep artışlarına etki ettiği halde talebin tamamıyla doymuş olduğu noktada talep artışı gerçekleşmez. Çünkü, tüm tüketiciler belirli bir fiyattan satın alma güçleri ile ürün talebinde bulunarak tüketimlerini gerçekleştirmiş veya gerçekleştirmektedir. Doymuş talep noktasında bulunan piyasada Ek bir satın alma oluşturarak ek bir talep oluşturmak olanaksızdır. Belirli bir ürün piyasasında veya tüm ürünlerin bulunduğu tam bir piyasa bu noktaya geldiği durumda büyük ekonomik krizler ortaya çıkabilir. Bu krizlerden çıkışın formülü ise işletmelerin ve devletin siyasal ekonomi yöneticilerinin “Esnek Üretim Yönetimi” ekonomik düşünce sistemine ve bilincine sahip olmalarıdır.

KAYNAKÇA:
1-    İktisadi Düşünceler Tarihi, Anadolu Üniv. Yayını, No.2617
2-    Mark SKOUSEN, Modern İktisadın İnşası (İktisadi Düşünce Tarihi),Ankara, Adres   Yayınları, 2009  
3-    Gülten KAZGAN, İktisadi Düşünce veya Politik İktisatın Evrimi, Remzi Kitapevi, 2000
4-    İbn Haldun, Mukaddime, Cilt 2, MEB Yayınları, No:482, Çeviren:Zakir Kadiri UGAN, İstanbul 1996


www.iinci.blogspot.com       18/03/2016







    

9 Şubat 2016 Salı

PKK ELEBAŞILIĞINDA KÜRT AYAKLANMASININ ETMENLERİ, AYAKLANMANIN SÜRECİ VE AYAKLANMAYI ORTADAN KALDIRACAK KARŞI ETKENLER



                
PKK TERÖR ÖRGÜTÜ ELEBAŞILIĞINDA SON KÜRT AYAKLANMASINI OLUŞTURAN ETKENLER VE AYAKLANMAYI SONA ERDİRECEK KARŞI EYLEMLERİNİN NİTELİKLERİ (1)

CUMHUTİYET DÖNEMİNDE ORTAYA ÇIKAN  KÜRT AYAKLANMALARI VE AYAKLANMALARI ORTAYA ÇIKARAN ETMENLER:

       1982 yılının ağustos ayında Suriye’nin Dera kentinde yapmış olduğu toplantıda Türkiye’de bağımsız bir Kürt devleti kurmak amacıyla gerilla savaşı başlatma kararı alan PKK’nın ilk saldırısını 15 Ağustos 1984 tarihinde Siirt’in Eruh ve Hakkari’nin Şemdinli ilçelerine yapması ile Türkiye Cumhuriyetine karşı yeni bir Kürt ayaklanması başlamıştır. Bu saldırı sonucunda 1 jandarma eri şehit olmuş 6 er ve 3 sivil yaralanmıştır. Aynı tarihte Hakkâri ili Şemdinli ilçesinde  Jandarma subay açık hava gazinosu, subay lojmanları ve ilçe jandarma Karakolu'na yapılan silahlı saldırıda 1 subay, 1 astsubay ve 1 er yaralanmıştı. Her iki ilçeyi bir süre kontrol altında tutan örgüt militanları, ilçe meydanından ve cami minaresinden bir süre propaganda yaptıktan sonra Kuzey Irak’a dönmüşlerdir. PKK sonraki her 15 Ağustos’u önceleri “ilk kurşun günü” sonra da “Diriliş Bayramı” olarak yeni eylemlerle kutlama kararı aldı.
 
       Sadece Eruh’ta 1 askerin şehit düştüğü, ölü sayısının az olmasına da bakılarak ilk anda çok önemsenmeyen bu olay gerçekte 1984’te başlayıp Ocak 2016 tarihi ile çok değişik aşamalardan geçerek otuz iki yılı aşkın bir süre ile günümüze kadar gelen PKK’nın elebaşılığının ortaya çıkardığı Bir     Kürt ayaklanmasıdır.

       Bu süre içinde PKK’nın düzenlemiş olduğu eylemlerde Jandarma Genel Komutanlığı Teşkilatında 161’i subay, 209’u astsubay, 187’si uzman jandarma, 141’i uzman erbaş ve 2.407’si erbaş ve er olmak üzere toplam 3.105 Jandarma Genel Komutanlığı personeli; 6’sı Emniyet Müdürü, 15’i Başkan, 3’ü Emniyet Amiri, 27’si Komiser, 16’sı Komiser Yardımcısı, 471’i Polis Memuru, 54’ü Çarşı ve Mahalle Bekçisi, 1’i Teknisyen Yardımcısı ve 1’i Öğretmen olmak üzere toplam 594 emniyet mensubu şehit olmuştur.


      Güncel veriler dışında istatistiklere geçen bilgilere göre bu süre içinde 35 bin 576 kişi bu ayaklanmadan doğan terör eylemlerinde yaşamını yitirmiş, 14 ilde 62 bin 448 hanede 386 bin 350 kişi köylerinden şehirlerinden Batı       Anadolu’da değişik illere ve az bir nüfus da Kuzey Irak’a göç etmek zorunda kalmıştır.
      Rahmetli Uğur MUMCU’ya göre Cumhuriyet öncesi üç Cumhuriyet sonrası son ayaklanma ile birlikte onaltı olmak üzere toplam 19 büyük Kürt ayaklanması ortaya çıkmıştır. 25 Mart 1992 tarihinde Milliyette yazmış olduğu yazıda son çıkan ayaklanmayı 19’ncu Kürt ayaklanması olarak sıralar. Yazısının başlığı da “19. Ayaklanma”dır: “  “19. AYAKLANMA
Güneydoğu’da yaşanan olaylar, tam anlamıyla “eylemli kalkışma”
boyutlarındadır. PKK ve örgütün silahlı eylem kolu ERNK, “Nevruz”
nedeniyle ayaklanma girişiminde bulunmuşlardır.
Bu, Cumhuriyet döneminde etnik kökenli “16. ayaklama” oluyor.
Bu ayaklanmalardan “Nasturi ayaklanması” dışındakiler Kürt
ayaklanmalarıdır. Nasturi ayaklanmasının da Kürt ayaklanmasıyla dolaylı
ilgisi bulunmaktadır.
Cumhuriyet dönemindeki etnik kökenli on altı ayaklanmanın adları ve
tarihleri şöyle:
1. Nasturi Ayaklanması (12-28 Eylül 1924)
2. Şeyh Sait Ayaklanması (13 Şubat-31 Mart 1925)
3. Reçkotan ve Raman Ayaklanması (9-12 Ağustos 1925)
4. 1. Ağrı Ayaklanması (16 Mayıs-17 Haziran 1926)
5. Koçuşağı Ayaklanması (7 Ekim-30 Kasım 1926)
6. Mutki Ayaklanması (26 Mayıs-25 Ağustos 1927)
19
7. 2. Ağrı Ayaklanması (13-20 Eylül 1927)
8. Bicar Ayaklanması (7 Ekim-17 Kasım 1927)
9. Asi Resul Ayaklanması (22 Mayıs-3 Ağustos 1929)
10. Tendürük Ayaklanması (14-27 Eylül 1929)
11. Zeylan Ayaklanması (20 Haziran-7 Eylül 1930)
12. Oramar Ayaklanması (16 Temmuz-10 Ekim 1930)
13. 3. Ağrı Ayaklanması (7-14 Eylül 1930)
14. Pülümür Ayaklanması (8 Ekim-14 Kasım 1930)
15. Dersim Ayaklanması (21 Mart-10 Kasım 1937)
Cumhuriyet öncesinde de Kürt ayaklanmaları olmuştur. Bunlar da
sırasıyla:
1. 1914 Molla Selim ve Şeyh Şehabettin Ayaklanması.
2. 1919 Ali Batini Ayaklanması.
3. 15 Kasım-17 Haziran 1921 Koçkiri Ayaklanması…..”

      Cumhuriyet döneminde ortaya çıkan Kürt ayaklanmalarından, son ayaklanma dışındakiler birbirleri ile büyük benzerlikler taşıdığı halde PKK elebaşılığında ortaya çıkan son ayaklanmanın diğer ayaklanmalarla arasında çok ayırıcı nitelikler vardır.
      Cumhuriyetin kuruluşunun ilk yıllarında ortaya çıkan Kürt ayaklanmalarının dini, gerici ve nitelikler taşıdığı ve siyasi alanda doğrudan temsilcileri olmadığı görülür. PKK’nin (Kürdistan İşçi Partisi) elebaşılığını yapmış olduğu son ayaklanma ise, Doğu Blok’u çökünceye değin Leninist-Marksist siyasi bir ideoloji ile kısmen Kürt milliyetçiliğini kullanarak ihtilal peşinde koşan, sonrasında doğrudan Kürt etnik duygularını  kullanan PKK terör örgütü ile bu örgütün amaçları ile çakışan bir siyasi programa sahip siyasi Parti temsilcilerinin TBMM’nde aktif olarak çalıştığı, açık olarak desteklediği “Genel” (Türkiye çapında) bir ayaklanmadır.

      PKK ve TBMM’deki savunucularının hedefi,Tarık Ziya Ekinci’nin ,“Kürt Siyasal Hareketlerinin Sınıfsal Analizi”, adlı yayınında özellikle vurgulamaya çalıştığı özerk, özyönetim değil, Avrupa Birliği’ne katılım girişimlerinin getirdiği daha gelişmiş özgürlük koşullarının vermiş olduğu cesaretle, bir oldu bitti ile bağımsız ayrı bir Kürt devleti Kurmaktır.
      Siyasi alanda faaliyet göstererek kendilerini temsil eden Parti başkanların basın karşındaki açıklamaları, Silahlı Kuvvetlerin Güvenlik Güçleri ile başlatmış olduğu özellikle PKK’nın BOTAN Eyaleti (Cizre, Silopi, Nusaybin, Şırnak) olarak adlandırdığı bölgede ayaklanmayı ortadan kaldırma Harekâtında, PKK örgütünün terör timlerini savunan, koruyan açıklamaları bu bölgelerde ayrı bir devlet kurma hedeflerinin bir  itirafını oluşturmuştur.
      “İki temel mevzuyu netleştireceğiz. Birincisi Kürt halkının siyasi statü meselesi. Bu da özerklikle ilgilidir. İkincisi yine Kürtlerin yaşadığı Kürdistan bölgesi ve Türkiye'nin tamamını da ilgilendiren idari yönetim modeli, bu da özerklikle ilgili. Bu ikisini en dengeli şekilde birbirini boşa çıkarmayacak, birlikte yaşamı olanaklı kılacak ama içeriği de dolu nasıl bir yönetim inşa edebiliriz, bunun yetkilerini, mekanizmasını hiyerarşisini tabandan yukarı nasıl kurabiliriz diye bunu bütün dünyaya hatırlatma nedeniyle bu toplantı çok önemli olacaktır…. Kürtlerin kendi coğrafyasında, Ortadoğu'nun orta yerinde siyasi bir irade olacağı görüşünü savunan Selahattin Demirtaş, sözlerini şöyle sürdürdü:
      "Tıpkı yüzyıldır okyanusun altında kalan bir geminin yeniden okyanusun üstüne çıkıyor olması gibi Kürdistan kendi küllerinden yeniden doğuyor. Ortadoğu'da orta yerinde güneş gibi ışıldıyorsa dostlarımız bundan mutluluk duymalıdır, bize kardeş duyanlar, et ve tırnağız diyenler bundan mutluluk duymalıdır. Korkacak bir şey yok, gerçekler gün yüzüne çıkıyor. Korkunun ecele faydası da yok. Durdurabileceğiniz bir durum da değil. Durdurmak, engellemeye çalışmak yerine güç verseniz, yan yana olsanız omuz omuza olsak hep birlikte kazanacağız. Artık gelecek yüzyılda bir Kürdistan gerçeği olacak. Belki bağımsız devletleri de olacak Kürtlerin, federal devletleri de, kantonları da, özerk bölgeleri de olacak. Kürdistan kocaman bir coğrafyadır. Bu coğrafyada kim nasıl yaşamak istiyorsa önce kendisi karar verir geri kalanlar buna saygı duyar. Kardeşlik hukuku da böyle bir şeydir."    
http://www.bugun.com.tr/
- 26/12/2015
      PKK’nın BOTAN Eyaleti  adını verdiği Cizre, Silopi, Nusaybin, Şırnak’ı kapsayan  bölgede harekatın ve çatışmaların  yoğunlaşmasının nedeni PKK’nın 1989 yılı planlamasında alınan kararların uygulamasına bağlı olarak  bölgeyi ayaklanmanın üssü ve kurtarılmış bölge modeli olarak planlayarak burada askeri yığınak yapmış olmaları sonucudur. Bu program ve hedef doğrultusunda terör örgütünün elebaşılığında örgüt ve siyasi üyelesi, destekleyicisi, sempatizanları olan Kürtler bu yerleşim yerlerinde caddelerde,  sokaklarda barikat ve hendekler açmışlar, özel düzenekli bombalar yerleştirmişlerdir. PKK bu çalışmalarla siyasi temsilcileri olan yerel yönetimlerin olanaklarından da yararlanarak ayaklanmanın başarısı için caddeleri, sokakları cepheler durumuna getirmiştir. Sayın Ahmet Cem ERSEVER,  yaşanan terör olaylarının doğrulamış olduğu araştırma, gözlem ve görgülerini yazdığı  Kürtler, PKK ve Abdullah Öcalan adlı kitabında bu durumu aşağıdaki gibi dile getirir:
      “Buna göre BOTAN Eyaleti; Parti(PKK), Cephe (ERNK), ordu (ARGK) örgütlenmelerinin merkezi olacaktır. Bu yönüyle hem diğer eyaletlerin pratikte sevk ve idare merkezi olacak, hem de buraları takviye ve destekleme alanı olacaktır. Ayrıca BOTAN'daki Parti, cephe, ordu örgütlenmesi diğer eyaletlere modellik yapacaktı. BOTAN eyaleti, adeta kurulacak olan "Bağımsız Birleşik Demokratik Kürdistan'ın prototipi olacaktı. Partinin (PKK) iç merkezi burada üslenecekti. Cephe (ERNK) faaliyetlerine burada yön verilecekti. Diğer yandan Cephenin örgütlenmesi (Temsil ve yönetim - İktidar gücü) gene burada hayat bulacaktı. Ordunun (ARGK) Askeri Konseyi (Genel Kurmay), burada üslenip savaşı yönetecekti. ARGK'nin ilk Gerilla Tugayı BOTAN'da, 1988 yılı içinde inşa edilecekti. Bütün askeri güçler bu Gerilla Tugayının kuruluşunda yer alacaktı. Bu nedenlerle BOTAN Eyalet sorumluları, eyalet planlamalarını yaparken plana, "BOTAN FETİH PLANI"ismini verdiler. Planlamayı yaparlarken de hedefleri daha da büyüterek ordu kuruluşunu TUGAY değil de TÜMEN düzeyinde başlatmayı kararlaştırdılar. Kurtarılacak bölgenin sınırlarını tüm BOTAN eyaletini kapsayacak şekilde genişlettiler. “ (s.128)

      Cumhuriyet döneminde  çıkan Kürt ayaklanmaları, İngilizlerin Orta Doğudaki çıkarları ile bölgedeki ağa ve şeyhlerin çıkarlarını korumak için doğrudan Kürt aşiret ve bölge halkının, dini ve etnik duygularını kışkırtarak ortaya çıkartıldığı halde son Kürt ayaklanması dolaylı olarak, PKK terör örgütü tarafından bölgedeki halka baskı yapılarak, terör uygulanarak etnik temele dayalı siyasi görüşlerin zorla bölgedeki halka  sahiplendirilmesi ile ortaya çıkarılmaya çalışılmıştır. Ayaklanmanın bu temel hareket ilkesini yine Cem ERSEVER kitabında şöyle açıklamaktadır:” PKK=APO, bu yöntemlerle Güneydoğu'da güçlenmiştir. İşte bunun için PKK'nın her talimatı yerine getirilmekte, gençler kendilerinin ve ailelerinin korkularından örgüte katılmaktadırlar. Buna benzer uygulamalar antik çağlarda barbarlar tarafından yapılmaktaydı. PKK, barbar ikna yöntemleri konusunda tüm Kürtlere kendisini ispat etmiş durumdadır. Devlet, vatandaşını barbar PKK'nın elinden kurtaramamaktadır. Bu durumda vatandaş ne yapsın? Elbette PKK desteklenecektir. Siz olsaydınız ne yapardınız? 1984 yılında bazı militanlar APO'ya rapor yazarak; "Halk bizi desteklemek istemiyor, kimse bize kapısını açmıyor, ekmek bile alamıyoruz." diyorlardı. APO, militanlarına gönderdiği cevabi talimatlarda militanlarına şöyle öğüt vermektedir; "BARZANİ Irakla yönetime ilk başkaldırdığında kendi aşiret fertlerinden başka destekçisi yoktu. Bu nedenle aşiretinden 2000 seçme adamını yanına alarak Kuzey Irak'ı baştan başa dolaştı, diğer aşiret ve kabileleri sindirdi. Birçok köyü yağmaladı, birçok insanı kurşuna dizdi. Neticede otoritesini tesis etti. Hatta her köyden ve kabileden onlarca genci zorla alıkoyarak süreç -içersinde bütün Kuzey Irak'ı kendisine bağladı. Yanına aldığı gençler zaman içinde çatışmalarda öldüler, komutan oldular, evlendile yeni nesiller bunun için BARZANİye sempati duyar ve destekler. " (s.122, Cem Ersever)
       Uygulanan bu yöntemle 1985’li yıllardan sonra PKK tarafından gerçekleştirilen eylemlerle bazen Kürt ailelerin tüm mensupları öldürülmüştür. PKK Kürtleri katlettiği  alanlarda devlet güçleri ile yerel halk arasında bir duvar örmüş, 1990’lı yıllarda halk devlete karşı olan güven duygusunu yitirmeye başlayarak, ortaya çıkan bazı dış ve iç etkenlerle etnik siyasal görüş altında kalarak bölgede, PKK terör örgütünün siyasal Parti  temsilcilerine oy vermeye başlamıştır.  Bölgede terör örgütünün yerel yönetimlerle güçlenmesi ile şiddet sarmalı gelişmiş, ayaklanma da gün geçtikçe büyümüştür.


      Cumhuriyet döneminde ortaya çıkan Kürt ayaklanmalarını tek tek ortaya çıkış nedenleri ve gelişmeleri ile birlikte rahmetli Uğur MUMCU’nun: “Geçenlerde Şeyh Said İsyanı ile ilgili bir araştırma yapıyordum. Bu amaçla Genelkurmay Harp Tarihi Başkanlığınca yayımlanan “Türkiye Cumhuriyetinde Ayaklanmalar (1924-1938)” adlı kitabı okumak istedim ama bu kitabı kitaplıklarda bulamadım. Bu kitabın okunması yasakmış!”, (Cumhuriyet, 8 Mayıs 1990)”, dediği belgeleri, Genel Kurmay Belgelerinde Kürt İsyanları 1-2, Kaynak yayınları, 1992 adlı kitapta ve Kürt ayaklanmaları ve terörü ile ilgili yazılan diğer bazı kitap karşılarda karşıtlaşmalı olarak ele almaya çalışacağız. Son olarak günümüzdeki Kürt Ayaklanmasını ortaya çıkaran etmenleri,  ayaklanmanın sürecini ve ortadan kaldırılması için alınması gereken karşı etkileri geniş olarak ele alacağız.

 CUMHURİYET DÖNEMİNDE ORTAYA ÇIKAN KÜRT AYAKLANMALARI VE NEDENLERİ:
       Fransız ihtilali ile Osmanlı ülkesinde meşruti yönetim yanlısı aydınların yapılan ıslahatların kalıcı olması ve Fransız İhtilâli ile ülkeye giren milliyetçilik fikirlerinin olumsuz etkilerinden kurtulmak amacı ile 3 Kasım 1839 tarihinde Tanzimat Fermanı Gülhane Parkında ilan edilmiştir. Bu yenileşme fermanının Gülhane Parkında ilan edilmiş olması nedeniyle diğer bir adı da Gülhane-i Hattı Hümayunudur. Ancak Tanzimat fermanının ilanından sonra imparatorluğun her zor kaldığı durumlarda İmparatorluğu bölmek isteyen İngiltere, Fransa ve Rusya’nın kışkırtmaları ile azılıklar ayaklanmıştır. Bu azınlıkların içinde Kürtler de vardır. Birinci Dünya Savaşı öncesi ve sonrasında Osmanlı’yı ve Anadolu’da Türk birliğini bölmeyi amaçlayan birçok örgüt kurulmuştu. Özellikle İngilizlerin koruması ve yönetimi altında Rumlar İstanbul Patrikhanesinde örgütledikleri Mavri Miva Cemiyetinde, Rum okullarında kurdukları izci teşkilatlarında, İstanbul’daki merkeze bağlı Trabzon, Samsun ve tüm Karadeniz kıyılarında şubelerini açtıkları Pontus Rum Cemiyeti’nde yıkıcı faaliyetlerini sürdürüyorlardı. Yine İngiliz ve Rusların kışkırttığı ve koruduğu İstanbul’dan idare edilen Diyarbakır, Bitlis, Van, Elazığ illerinde Kürt Teali Cemiyeti ülkeyi bölme çabaları için kurulmuştu.


      Ancak etnik temele dayanan bu ayaklanmalar, Osmanlı İmparatorluğunda ortaya çıkan tüm ayaklanmalar da olduğu gibi toplumun çok duyarlı olduğu dini inançların kendi siyasi amaçları yönünde kullanılması ile çıkarılıyordu. Cumhuriyet döneminde de ortaya çıkan Kürt ayaklanmaları, günümüzde çıkan son ayaklanma dışında,  bölgedeki ağa ve şeyhlerin çıkarlarını korumak için, yöre halkının dinsel inançları kötüye kullanılarak ve milliyetçilik duyguları kışkırtılarak, özellikle İngilizlerin Orta Doğudaki çıkarlarının korunması amacıyla çıkarılmıştır. Cumhuriyet döneminde Ortaya çıkan Kürt ayaklanmaları, bu ayaklanmalarla ilgili sahip olunan çok büyük bir deneyim birikiminin de anlatıldığı Genel Kurmay Belgelerinde, ayaklanmaların neden ve gelişmeleri, alınan önlemlerle ile birlikte  aşağıdaki şekilde sıralanmıştır: (  Genel Kurmay Belgelerinde Kürt İsyanları 1, Kurm.Alb. Reşat HALLI, Kaynak Yayınları:100, 1.Baskı, Mart 1992)

1-Nasturi Ayaklanması 12-28 Eylül 1924 :
      İngilizlerin Milletler Cemiyetinde  Musul  sorunu görüşmelerinin  kendi lehlerinde sonuçlanması için özellikle Erzurum ve Bitlis çıvarında Kürt aşiretlerini, Hakkari çıvarında da Nasturileri ayaklandırmaları ile ortaya çıkmıştır. “ İngilizler…Türkleri Musul sorununda tamamıyla aciz bırakmak ve hatta daha ileri giderek Türkiye’nin doğu ve güneydoğu kısımlarını ele geçirmek istiyorlardı….Türklerin gayesi ve karşı tedbirler almaktan maksatları, İngilizlerin Hakkari iline Nasturileri kullanarak uzattıkları eli kırmak ve aynı zamanda Musul sorunu Cemiyeti Akvamda görüşüldüğü sırada İngilizler Haliç Konferansında tesbit edilen sınırın güney kısımlarının Irak’a ait olduğunu iddia ettikleri için buraları işgal etmek suretiyle Nasturileri defetmek ve Musul görüşmelerinde hakim  bir durum sağlamaktı.” (s.46) İngilizlerin silahlandırdığı Nasturiler  07 Ağustos 1924’te Hakkari valisini Hangediği civarında yaralayarak esir alırlar ve birlikte olduğu jandarma komutanı ile birkaç eri şehit ederler. Bu suretle ayaklanma fiilen başlamış olmaktadır. Hakkari ilindeki Hangediği olayı üzerine 14 Ağustos 1924 tarihinde  Bakanlar kurulu toplanarak  Nasturi ayaklanmasının mümkün olan en kısa zamanda ve hızla, bölgedeki aşiretlerden de yararlanarak bastırılması için Genel Kurmay Başkanlığı memur edilir. Bakanlar Kurulunun 14 Ağustos 1924  tarihli kararını alan Genelkurmay Başkanlığı da gerekli olan harekat için birliklere şu kuruluş ve konuş emirlerini vermiştir. “ 7’nci Kolorduda:  17’nci tümenin Diyarbakır’daki 62’ncı alay 1’nci Taburu Şırnak’a, Elazığ’da bulunan alay karargahı ile 2’nci Taburu Diyarbakır’a, Malataya’daki 6t3’ncü alayı Elazığ’a, 17’nci tümen Komutanı Nurettin Paşa’nın tümeninin emir komutasını geçici olarak tugay komutanına bırakarak 2’nci tümen komutanlığına vekalet etmek üzere 2’nci tümene, Nusaybin’deki 7’nci Kolordu Süvari Bölüğü ile 14’ncü Süvari  Tümeninin  Mardin’deki 5.Suvari alayı Cizre bölgesine;
      9’ncu Kolorduda: 9’ncu Tümenin bir piyade alayı ile bir dağ bataryası Van’a, 12’nci Tümenin Van’a gitmek üzere hazırlanmış bir piyade alayı ve bir dağ bataryası Bitliss’e gönderilecek……Harekata hava kuvvetlerinden sekiz uçaklı bir bölüğün katılacağını ve bu maksatla 3’ncü Ordu Müfettişliği uçak uzmanının derhal Diyarbakır’a 7’nci Kolordu emrine gönderilmesini……Harekatı bizzat 7.Kolordu Komutanının yönetmesini” (s.55)
      Harekatın başarılması için asker ve halkın kendine güvenini sağlayacak,başarı inancı ve mücadele gücünü ortaya çıkararak arttıracak(moralini arttıracak)  karşı propaganda çok önemlidir. “ İngilizlerin her vakit yaptıkları gibi bu kez de aşiretler arasında, kolordu içinde, vilayette, hatta Ankara’da bizzat Genelkurmay başkanına kadar; kuvvetlerinin çokluğuna, yapacağımız harekatın başarılamayacağına dair mübalağalı propagandaları alınacak tedbirlerle göz önünde tutulması bu konuya karşılık olarak dört tümenle ki, toplam olarak kırk bin kişi ile taarruz edileceğini duyurmak lazımdı.” (s.62) Hatta 14’ncü süvari tümeninin Gaziantep ve Urfa’da bulunan kuvvetlerinden bir iki bölüğünün Nusaybin’den taarruz ederek Musul’u geri alacağının propaganda olarak yayılması önemli bir karşı propaganda olacaktı.
      16-18 Eylül 1924 tarihleri arasında yapılan harekatlarla Nasturi aşiretleri bir kısmı top ve tüfekle imha edilerek Pervari’ye çekilmek zorunda, bir kısmı Zap’ın doğusunda Martmiram dolaylarındaki mağaralara, bir kısmı Valto dağının doğusu ve güneyindeki mağaralara kaçmak zorunda kalmışlardır. 22 Eylül 1924 tarihinde bu mağaralar kuşatılarak ayaklanmacılar bu mağaralardan temizlenmiştir. Genelkurmay Başkanlığı 7.Kolordunun 30 Eylül tarihli raporuna karşılık 2 Ekimde verdiği emirle “ Zap doğusunda kimse kalmadığına göre tedip (Yola getirme, uslandırma) harekatının fiilen sona erdiğini”, bildirmiştir.


2- Şeyh Said Ayaklanması ve bastırılması:13 Şubat-31 Mayıs 1925
      Şeyh Said Ayaklanmasının temelinde de  İngilizlerin,  Musul’un Milletler  Cemiyetinde alınacak bir kararla Türkiye’nin yönetimine  geçmemesi için  Kürtleri Diyarbakır ve çevresinde başlayarak  Türkiye’ye karşı ayaklanmaya kışkırtmaları oluşturmuştur. Böylece İngilizler Musul’un Türkiye ile birleşmek istemediklerini Milletler Cemiyetine kanıtlamış olacaklardı.
 1926 yılının ilkbahar aylarında İngilizlerin silah desteği verdiği Diyarbakır’da başlayacak olan ayaklanmaya, diğer yandan Şeyh Said’in İstanbul’daki Kürtlerle birlikte dini bir nitelik verdiği ayaklanma ile destek verilecekti. “Türkiye, Musul halkının Kürt olması ve Kürt çoğunluğun da Türk idaresi altında bulunması sebebiyle, keza ırk, din ve milliyet  bakımlarından Musul’un mülhaki ile birlikte Türkiye ye verilmesi ve bu görüşün gerekirse bir soruşturma komisyonunun yerinde yapacağı kontrol suretiyle ispatlanabileceği tezini savunuyordu ….Kürt kitlesinin  bağımsız peşinde koştuğu bir sırada Musul Kürtlerini de Türkiye Cumhuriyeti idaresi altına koymak , Milliler Cemiyetinde elbette doğru görülmeyecekti.” (s.113)

Ayaklanma dini bir nitelik taşıdığı için İstanbul ve Anadolu’da diğer yurttaşların da katılması tasarlanıyordu. “ …Asiler silahlı Kürt kuvvetlerinin idaresinde Vilayeti, Kolorduyu ve Emniyet müdürlüğünü basarak hükümeti ele geçireceklerdi. Kürtler tabanca ve kılıçla donanmış oldukları için İngilizler bomba, tüfek ve altın para yardımı yapacaklardı. İstanbul bu suretle asilerin eline geçince , ayaklanma hemen Bursa, Konya ve İzmir’e yayılacak ve Ankara Şeyh Sait ile meşgulken iki ateş arasında kalacaktı. Cumhuriyet hükümeti bu suretle ortadan kaldırılırken İngilizler, derhal Vahdettin’i İstanbul’a getireceklerdi.” (s.118-119)
       Kendi ağalık ve şeyhlik düzenlerini sürdürmek amacıyla Cumhuriyet yönetimine karşı halkın dini duygularını sömüren Şeyh Said ve etkisi altındaki aşiretler  Kürtlük propagandası ile İngilizlerden de destek alarak Türkiye Cumhuriyeti devletini yıkmak için ayaklanmışlardır. “ M.V Guinet, Kürt İsyanı adlı eserinde Şeyh Sait’in liderliğinde vaki olan Kürt ayaklanmasının gerçek sebeplerini şöyle anlatmaktadır. Bu ayaklanma, Kürt derebeyliğinin Cumhuriyet Hükümetine karşı bir tepkisidir.[ Gerçekte İngiltere Yönetiminin Musul olayında Milletler Cemiyetinde kendi lehine karar çıkmasını sağlamak için Kürtleri etnik ve dini duyguları ile kullanarak kışkırtmalarının sonucudur.] Ankara’ nın yeni devrim nizamları Kürtler ilk kez modern kanunların nüfuz ve hakimiyetine boyun eğmeye mecbur kalmış, Kürt aşiretlerini muntazam bir hayatın adetlerine uymaya ve onları hiç tanımadıkları bir takım mecburiyetlere zorlamıştı…Devrimciler, memleket idaresini mezkezileştirmek,  şeyhlerin nüfusunu temelinde yıkmak, kabilelerin kendilerine has özelliklerini ortadan kaldırmak ve nihayet bütün gelenekleri yok etmek istemişlerdi.”(s.119)
“…kendisinin Allah tarafından tekrar şeriat kanunlarını yürütmek için gönderildiğini ileri süren….yeşil sanacağını dalgalandıran şeyh…tamamen din heyecanı etkisi altında bulunan bu binlerce fakir ve cahil insanlar cumhuriyete karşı ayaklandılar.”(s.122)

      Kürtlerin Cumhuriyet tarihinde ortaya çıkarmış oldukları yaygın, en büyük ayaklanmalardan biri olan Şeyh Said ayaklanması birçok Kürt yazarın yazdığı gibi aslında milliyetçilik nitelikleri ile ortaya çıkan bir ayaklanma değildir, gerçekte dini duyguların sömürülmesi ile Şeyh ve Ağaların geleneksel çıkarlarının korunması ve bu grubun İngilizlerin Musul’daki çıkarları için çıkarılan bir ayaklanmadır……


KAYNAKÇA:
1-Ahmet Cem ERSEVER, Kürtler, PKK ve A.Öcalan, 1993 Ankara, Kiyap Yayın Dağt.
2- PKK Terör Örgütü Tarihsel Süreç ve 28 Mart Diyarbakır Olayları Analizi, İhsan BAL, Uşak, Uluslararası Güvenlik, Terörizm ve Etnik Çatışmalar Merkezi Başkanı.
3- Genel Kurmay Belgelerinde Kürt İsyanları 1, Kurm.Alb. Reşat HALLI, Kaynak Yayınları:100, 1.Baskı, Mart 1992
4-TBMM.İnsan Hakları İnceleme Komisyonu, Terör ve Şiddet Olayları Kapsamında Yaşam Hakkı İhlallerini İnceleme Raporu, 13 Şubat 2013
5- Tarık Ziya Ekinci, Kürt Siyasal Hareketlerinin Sınıfsal Analizi, Sosyal Tarih Yayınları, 1.Basım Mart 2011
6- Ruşen ÇAKIR, Türkiye’nin Kürt Sorunu, Metis Yayınları, Haziran 2004


İsmail İNCİ,  09/02/2016












28 Ocak 2016 Perşembe

PARA EKONOMİSİ (3) ORTAK PARA BİRİMİ KULLANIMINA GEÇİŞİN EKONOMİK DENGELER ÜZERİNE ETKİLERİ ve TÜRKİYE'NİN AVRUPA BİRLİĞİ ÜYELİĞİ



PARA EKONOMİSİ (3)


ULUSLARIN ORTAK PARA BİRİMİNE GEÇİŞLERİNİN EKONOMİK ETKİLERİ VE TÜRKİYE’NİN AVRUPA BİRLİĞİ ÜYELİĞİ


       İnsanlık mal ve hizmetlerin kolay ve seri olarak piyasalarda dolaşımını (tedavülünü) gerçekleştirmeyi, birçok deneyimden sonra önce altın ve gümüş gibi metalden, sonra kağıt banknottan oluşan para adını verdiğimiz ortak değişim aracı ile bulmuştur. Piyasalardaki mal ve hizmet alım gücünü taşıyan paranın miktarının da dolaşımda önem taşımasına bağlı olarak ülkeler para basma görevini darphanelere,  çağdaş toplumlarda da Merkez Bankalarına vermiş bulunmaktadır. Ülkelerin basmış oldukları paranın adı, satın alma değeri ayrı ayrıdır ve her biri ayrı para birimi olarak piyasalarda dolaşım görevini görür. Ülkelerin birleşerek dünyada sayıları kadar çeşitli olan bu para birimlerinden, ortak bir para birimini kullanmaya geçtiklerinde karşılarına büyük sorunlar çıkmaktadır.
       Avrupa'da ülkeler özellikle iki büyük dünya savaşından sonra barışı korumak, bunun için bölgesel sorunları birlikte çözümlemek, güvenliği ve birlikte ekonomik kalkınmayı sağlamak için aralarında birlikler kurma çabasına girmişlerdir. İki büyük dünya savaşının ortaya çıkmasında Almanya Fransa arasındaki sınır gerginliği ve Avrupa’da demir-çelik pazarının paylaşılması anlaşmazlıkları önemli rol oynamıştı. Yeni bir savaşın çıkmasını önlemek için Batı Avrupa ülkelerinin aralarında birlik ve bütünleşmeyi sağlayarak sorunlarını işbirliği ile çözmeleri, bunun için ise öncelikle Almanya ile Fransa’nın aralarındaki sorunları çözmeleri zorunluydu. Fransa Planlama Örgütü Başkanı Jean Monnet tarafından hazırlanan ve dönemin Fransa Dişişleri Bakanı Robert Schuman tarafından 9 Mayıs 1950’de Londra’da önerilen bir planın kabul görmesi sonucu 18 Nisan 1951’de imzanan Paris Anlaşması ile Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu kurulmuştur. Kömür ve Çelik üretimi ve pazarlanması savaş döneminde savaşa hazırlık nedenlerinden en önemlisini oluşturuyordu. AKÇT’nun kurulması ile Kömür ve Çelik üretim ve pazarlarının kuruluşun denetimine geçmesi ile Avrupa ülkelerinin birbirleri aleyhine silahlanma ve savaş hazırlıklarının önüne geçilmiştir. Yıllarca Fransız ve Alman çekişmesinin merkezi olan Fransa’nın Strasburg kenti Avrupa birliğinin iki organının; Danışma Meclisi ile Avrupa Parlamentosunun bu kentte toplanması ile Strasburg birliğin merkezi haline gelmiştir.
Avrupa’nın bütünleşmesi çabalarının en önemli aşamalarından biri de Avrupalı değişik ulusların ayrı kurlara sahip para birimlerinden, alışverişlerin ve sermaye hareketlerinin kolaylaştırılması, işlem maliyetlerinin ortadan kaldırılması için tek, ortak bir para birimine geçilmesi zorunluluğuydu. Bu amaçla Üye ülkeler arasındaki ekonomik farklılıklara rağmen ortak para biriminin kabul edilmesiyle, sabit kur sistemi zorunlu olarak kabul edilmiştir. Bu zorunluluğa bağlı olarak, üye ülkelerin bağımsız olmadığı, birliğin tümü için geçerli olan ortak para ve maliye politikalarını yürütecek Avrupa Merkez Bankası kurulmuştur.

   

       Avrupa Birliğini oluşturan üye ülkelerin ekonomileri arasında büyük gelişmişlik düzeyi ve yetenek alanları farklılıkları bulunmaktaydı. Para birliğine geçilirken Üye ülkelerin ekonomik farklılıkları reel düzeyde (ekonomik kalkınmışlık, sanayileşme aşamaları) hiçbir zaman ele alınmamış;  üyelik koşulları aranırken ölçüt olarak nominal göstergeler olan beş temel ölçüt: enflasyon, faiz oranları, bütçe açığı, kamu borçları, para birimlerinin kur değeri dikkate alınmış, birliğin sağlanmasında öncelikle siyasal düşünceler etkili olmuştur. Üye ülkelerin ekonomik yapı farklılıkları göz önüne alınmadan, birliğin tümü için ortak para ve maliye politikaları belirlemek ve uygulamak bazı üye ülkeleri açıkpazar ve Topluluk Fonlarından yararlanan tüketici ülkeler konumuna düşürmüştür. Ortaklığın uyum Fonları ekonomik anlamda kullanılarak üye ülkelerin ekonomik yapılarında uzmanlaşma alanları oluşturulamamıştır. Ekonomileri zayıf olan üye ülkeler Birliğin ölçek ekonomisinin getirdiği kolaylıklardan yararlanamamış, beklenilen uzmanlaşma alanlarında verimli üretim etkinliklerinde bulunma gerçekleştirilememiş, bu becerinin kazanılamaması sonucu, bu ülkeler gelişmiş üye ülkelerin pazarı olmaktan kurtulamamışlardır. Üye ülkelerin aralarında sermaye birikimini, üretimi ve geliri arttırarak uyumu kolaylaştıracak ve sağlayacak, uluslararası alanda rekabet güçlerini arttıracak olan şirket birleşmelerinin de gerçekleşmediği anlaşılmaktadır.
       Ülkelerin paralarının değereşitliği ( paritesi )  ve dışsallık yeteneği dünya piyasalarındaki mal ve hizmet satın alımlarına bağlı olarak gerçekleşir. Ekonomik yasaların işleyişini hiçe sayarak, birtakım siyasal amaçlara ulaşmak için siyasi erkin iradesinin ekonomik olaylar üzerinde yeterli olacağı düşüncesi yanlıştır.  Avrupa birliğinin, her bir üye ülke para birimi için paranın dışsallığının oluşmasının koşullarını sağlamadan, salt parasal birlik ile gerçek piyasa ve toplumlar arası uyumunun (entegrasyonunun ) sağlanacağı düşüncesinin yanlışlığı yaşanan deneyimle görülmüştür. Avrupa Birliği içinde olan ancak ekonomik gücü zayıf bulunan ortak ülkelerin, değeri yüksek para birimine sahip olmaları, dış piyasalarda mal ve hizmetlerinin yeterli miktarlarda olmaması nedeniyle onların ekonomilerinin zengin olacağı gerçeğini ortaya çıkarmamaktadır. Bu çelişki nedeniyle Avrupa Birliği içinde ekonomik krizlerin ortaya çıkması kaçınılmazdır
Ortak para birimi Euro’ya geçişle tüm üye ülkeler bağımsız mali politikalarla ekonomilerine yön verirken Avrupa Merkez Bankasının ortak kararlarına da zorunlu olarak uymaktadırlar.  Bu ulusal politikaların, Avrupa Merkez Bankasının ortak para ve maliye politikaları kararları ile birleştirilmesi amacı yetersiz kaldığı gibi, üye ülkeler arasında ekonomik gelişmişlik düzeyi farklılıklarını olumsuz etkileyerek ekonomik dengeleri daha da bozmuştur.  Üye ülkelerin kendi ekonomik koşullarına göre bağımsız büyümek ve dengeleri sağlamak için gerekli ekonomik politikaları yürütememeleri, ekonomileri gelişmemiş üye ülkeleri olumsuz olarak etkilemiştir. 
Avrupa Merkez Bankasının yürüttüğü para ve maliye politikalarının temel hedefi üye ülkelerin yürüttükleri bağımsız mali politikaların enflasyona neden olmaması için fiyat istikrarını, sağlamak ve enflasyonu denetim altında tutmak olmuştur. Avrupa Merkez Bankasının bu hedefleri, durgunluğun, yetersiz üretimin, artan kamu borçlarının önemli bir nedenidir.

       Üye ülkelerin serbest, değişken kur sisteminden vazgeçerek, gerektiğinde bağımsız olarak ulusal ekonomiyi canlandırmak için genişletici para ve maliye politikalarını, ekonomiyi yavaşlatmak için daraltıcı para ve maliye politikalarını kullanamamaları; Yunanistan, İrlanda, Portekiz gibi üye ülkelerin ekonomilerinde, sanayileşmeyi tam olarak tamamlamış üye ülkelerin iç pazarı olmaması için gerekli uzmanlaşma alanlarının kurulamaması, Optimum Para Alanının her ülke için gerçekleşmesini önlemiştir. “Avrupa ülkelerinin tamamı ele alındığında Euro alanının tam anlamı ile bir optimum para alanı olmadığı anlaşılmaktadır.” (s.19, Parasal Birlik, Avrupa Birliği ve Türkiye, Hazine Müsteşarlığı, Hazine Uzm. Defne ATA, Hazine Uzm. Yrd. Serkan SİLAHŞÖR)
        Avrupa Merkez Bankasının kararı ile alınan ve tüm ortak üyeler tarafından uygulanan tek bir faiz rakamı, sanayi ve ticari yapıları farklı üye ülkelerin, ticaretini, üretimini, yatırımını olumlu ve olumsuz yönlerde ayrı ayrı etkilemektedir. Sanayileşmesini tamamlamış durumda bulunan üye ülkelerin vereceği tepki ile sanayileşme aşamalarında bulunan üye ülkelerin faiz oranlarındaki değişikliklere vereceği tepki ayrı ayrıdır. Bu durum sanayileşme aşamasında bulunan birlik ülkelerinin ekonomilerini olumsuz olarak etkileyerek cari açıklarını arttırmıştır. Birlik Fonları ile bu uyumsuzluğun aşılması politikaları bu ülkelerin borçlanmalarının daha da artmasına neden oluşturmuş: Dışsatıma yönelik ve kendi kendine yeterli olacak üretici güçlerini geliştiremediklerinden, büyük bütçe açıklarıyla karşı karşıya kalmışlardır.
       Rekabet gücü zayıf olan Yunanistan, İrlanda, Portekiz,  İspanya gibi üye ülkeler ortak para birimi Euro’ya geçmeleri sonucunda para politikalarını uygulama iradesini yitirmişler, devalüasyon ve faizlerle para değerini değiştirerek rekabet güçlerini arttıramamışlardır.
       Üye ülkelerin maliye politikası olarak vergilerde gerekli artışları enflasyon kaygısı ile arttıramaması, kamu açıklarını kapatmada üye ülkelere zorluklar getirir. Ücretlerde olası bir artışın enflasyon kaygısı ile önlenmesi, ekonomide serbest olmayan para politikası ile birlikte deflasyonist bir etki yaratır. Dünyada sanayi ve ticarette dünya piyasalarında ağırlık kazanan ülkelerin sayısı hızla artmaktadır. Bu ülkelerin başlıcaları Çin, Hindistan, Türkiye, Rusya’dır. Avrupa Birliğinin sanayileşmede gelişme aşamasında bulunan ancak, sanayi ürünlerinin dışsatımında ve uluslararası rekabetin çok keskin olduğu tarım ürünlerinin dış pazarlarda satışında kur değerleri arasındaki farklılıklardan dolayı rekabet avantajı az olan, bazı üye ülkelerinin,  bağımsız mali politikalar yürütememeleri nedeniyle cari açıkları gün geçtikçe artmıştır. Çin gibi gelişmekte olan ülkeler, Avrupa ülkelerinde ekonomiler yavaşlarken, hızlı büyüme performansları göstermektedir. Bu ülkeler para birimlerinin değerini düşük tutarak, rekabette üstünlükler sağlayabilmektedirler. İthalatları sınırlayıcı, yerli üretimi tüketicileri yönünde destekleyen ekonomik politikalarla, ekonomik gelişmelerini kolaylıkla gerçekleştirebiliyorlar.
      Avrupa birliği ülkelerinde ABD’de olduğu gibi gerekli mali politikalarla piyasaları destekleyecek merkezi bir yönetim ve bütçenin bulunmaması, ekonomik gelişmişliği ve ekonomik performansı düşük üye ülkelerin kamu açıklarını karşılayamayacak duruma gelmelerine ve Yunanistan ekonomisinde görüldüğü gibi iflasa gitmelerine neden olmuştur.
TÜRKİYE’NİN AVRUPA  BİRLİĞİ ÜYELİĞİNE KATILIMI:
       Türkiye'nin Avrupa Birliği üyelik süreci, 12 Eylül 1963 yılında Türkiye'nin Avrupa Ekonomik Topluluğu ile Ankara Anlaşmasını imzalamasıyla başlamıştır. 14 Nisan 1987 tarihinde tam üyeliğe başvurmasıyla hızlanan süreç, bütünleşmenin ilk aşaması olan 1 Ocak 1996 tarihinde Avrupa Birliği Gümrük Birliği'ne girmiştir. 1999 yılında AB üyeleri tarafından aday olarak kabul edilen Türkiye, 2005 yılında tam üyelik müzakerelerine başlamış ancak, müzakerelerin ne kadar sürede tamamlanacağı konusunda kesin bir karar verilmemiştir. Türkiye, 2005 yılında başlayan AB katılım müzakereleri sürecinde, bugüne kadar müzakerelere konu 33 fasıldan 14'ünü açarken sadece bir faslı kapatabildi. Ankara'nın, AB'ye açılması talebinde bulunduğu 6 fasıl şöyle: Enerjiyle ilgili 15. fasıl, ekonomik ve parasal politikalarla ilgili 17. fasıl, yargı ve temel haklarla ilgili 23. fasıl, adalet, özgürlük ve güvenlikle ilgili 24. fasıl, eğitim ve kültürle ilgili 26. fasıl ve dış, güvenlik ve savunma politikalarıyla ilgili 31. fasıl.
    Son olarak 29 Kasım 2015’de Brüksel'de yapılan Türkiye AB zirvesinde, Türkiye'nin AB üyeliği sürecine ilişkin ekonomik ve parasal politikalara ilişkin 17. faslın Aralık ayının ortalarında açılmasının kararlaştırılmıştır. Türkiye'nin yeni fasıl açılması çağrısına  Avrupa Parlamentosu (AP) üyeleri Kasım ayının ilk haftası destek vermişlerdir.                  
       Türkiye’nin AB’ye üyelik sürecinde açılmasını istediği 6 yeni fasıldan biri olan 17. fasıl, üye devletlerin merkez bankalarının bağımsızlığı, kamu sektörünün merkez bankaları tarafından finansmanının yasaklanması ve kamu kesiminin finansal kurumlara imtiyazlı erişiminin önlenmesi konularını içeriyor. Avrupa Birliği Bakanlığı sitesinde yer alan bilgilere göre; ekonomik ve parasal politikaların ele alındığı 17. faslın kapsamı, üye devletlerin merkez bankalarının bağımsızlığı, kamu sektörünün merkez bankaları tarafından finansmanının yasaklanması ve kamu kesiminin finansal kurumlara imtiyazlı erişiminin önlenmesi konularını içeriyor. Serbest rekabete dayanan açık piyasa ekonomisi prensibi, tek para politikası ve fiyat istikrarını muhafaza hedefleri ile uyum faslın temelini oluşturuyor.
   
      Ekonomik ve parasal politika alanında koordinasyonun çerçevesini Ekonomik ve Parasal Birlik (EPB) oluşturuyor. EPB kapsamında, üye ülkelerin ekonomi politikalarında eşgüdüm sağlamaları ve İstikrar ve Büyüme Paktı’nın mali gözetim koşullarına tabi olmaları bekleniyor. Yeni üye olacak devletlerin, Antlaşmalarda geçen Maastricht Kriterlerine uyum sağlamak suretiyle Birliğe katılım ertesinde Euro’yu para birimleri olarak kabul etmeleri bekleniyor.
      Üye ülkelerin bağımsız para politikalarına son veren, bu sona bağlı olarak merkez bankalarının Avrupa merkez bankalarına bağlı kılan bu madde üye ülkelerin piyasalarını düzenleyici, emisyon hacmini daraltıcı ve genişletici para politikalarına izin vermediğinden ve faiz serbestliğini Avrupa Merkez Bankası kararlarına bıraktığından ekonomik krizlere ülkelerin müdahalesini ortadan kaldırmaktadır. İngiltere ve İsveç üye devletlerin bağımsızlığını tam olarak ortadan kaldıran, ülke çıkarlarına aykırı tehlikeli durumu görerek Avrupa Birliğine, ortak para birimine katılmadan üye olarak girmişlerdir.
       Türkiye’nin Avrupa Birliğine katılımını da, Avrupa Birliği içinde tüm ülkeler içinde Siyasal Birliğin kurulduğu tarihe kadar ortak para birimine girmeden kabul etmesi ülke çıkarları için gerçekçi bir tutum olacaktır.
AVRUPA BİRLİĞİNDE TAM SİYASAL BİRLİĞİN SAĞLANMASI İDEALİ VE DÜNYANIN EKONOMİK VE TOPLUMSAL GELECEĞİ:
     Avrupa Birliğinde tam siyasal birliğin sağlanabilmesi için vergi ve harcamalın tek bir bütçede birliğinin sağlanması, Avrupa Birliğini oluşturan ulusların egemenlik haklarını tam olarak Avrupa Birliğinin egemenlik hakkında birleştirmeleri ve kabul etmeleri, bireylerin ulusal düşünce ve egemenlik haklarını da Avrupa Birliği yurttaşlığında görmeleri ile sağlanabilir. Avrupa birliği ideali ile birliğin içinde tüm ülkelerin ve bireylerinin birbirlerine dostluk, kardeşlik duyguların ile bağlanmış olmaları gerekir. Avrupa Birliği idealinin, ortak duygu ve düşüncesinin gerçekleşmesi ve birlik içinde tam uyumun sağlanmış olması; birlik ideal duygu ve düşüncesinin ayrı ulusal duygu ve düşüncelerinin üzerine çıkması, gelir ve giderlerin tek bir bütçeye bağlı olarak yürütülecek Ortak Para ve Mali Politikaların tek bir bakanlıkta toplanmasına ve Tam bir Ortak Para biriminin Avrupa Birliği ülkelerinde sağlanmış olmasına bağlıdır. Birliği oluşturan ülkelerin de ayrı ulusal düşünceleri ve duyguları desteklemeyerek bireylerini Avrupa Birliği düşünce ve duygusu ile birbirine bağlamaları zorunludur.
            
     Küresel bir dünyada üretim ve tüketim merkezlerinin değişmesi tüm ülkelerde genel dengelerin bozulmasına da yol açmaktadır. Toplumlar insanlarının gereksinmeleri ve ulusal güvenlikleri yönünde, daha yetkinleşme isteğinin zorunlu sonucu olarak bireylerinin ve şirketlerinin yeteneklerini, uluslararası rekabet güçlerini kesintisiz arttırmaktadır. Uluslararasındaki bu ekonomik değişim, ekonomik çıkar çatışmalarını, aşırı rekabeti; gelecekte bu yarışa bağlı olarak savaşları ve dünyada bir kaosu ortaya çıkarması büyük bir olasılıktır.
     Dünyada ülkelerin ve insanların önünde iki yol vardır: Ya ileride sık sık ortaya çıkan ekonomik krizlerle, ülkelerin aralarında çatışma ve savaşlarla boğuştuğu, kaosa sürüklenen bir dünyada yaşanacaktır.  bu çatışma ortamında bazı ülke veya ülke grupları, bazı siyaset ve bilim insanları kendi yaşam ve çıkarlarını salt kendi çıkarlarını korumada görerek diğer insanlarla sınırsız bir çatışma ve savaşa girecek ve tüm dünya tam bir harabeye dönecektir. Ya da insanlar arasında birliğin, kardeşlik bağlarının oluştuğu; bireysel ve grupsal çıkarlar, çatışma ve savaşlar yerine tüm dünya kaynaklarının daha verimli kullanıldığı bir gezegen yurttaşlığı birliğinin dünyada sağlanmasına çalışılacaktır. Büyük devlet adamları ve siyasetçiler bu durumu gören kişilerdir. Kaossuz ve birlik içinde geleceği öngören ileri görüşlü devlet adamları ve bilim insanları bireysel ve grupsal çıkarları değil Birliğin çıkarlarını savunurlar ve Birliğin gerçekleşmesine çalışırlar. Dar bakış açılı ve ilerisini göremeyen siyasetçiler ve bilim insanları çatışmayı, kaosu seçerler; hatta birliğin gerçekleşmesini karşı çıkarlar.
     Bu iki anlayış ve eylemden doğru olan ve galip gelecek olanlar ise büyük bir olasılıkla; birçok acı ve zorluklar, yıkımlar yaşansa da Birliğin, uyumun gerçekleşmesine çalışmış olanlardır.

KAYNAKLAR:

1- Parasal Birlik, Avrupa Birliği ve Türkiye, Hazine Müsteşarlığı, Hazine Uzm. Defne  ATA, Hazine Uzm. Yrd. Serkan SİLAHŞÖR
2-Avrupa Birliği ve Birlik Uyesi Devletler Arasında Egemenlik İlişkisi, Muzaffer AKDOĞAN, Uluslararası Hukuk ve Politika, Cilt 6, Sayı: 24 ss.55-76, 2010
3- Avrupa Birliği’nde Küresel Finansal Krize Karşı Alınan Önlemler ve Birliğin Rekabet Gücünün Arttırılmasına Yönelik Girişimler: “Euro Rekabet Paktı”, AB İşleri Uzman Yardımcısı Işıl DEĞERLİ, AB İşleri Uzman Yardımcısı Onur ÖRS, Ekonomik ve Mali Politikalar Başkanlığı Mayıs 2011, Ankara



İsmail İNCİ,  29/01/2016



NOT: Bu makale Balya İlçesi ve Köyleri Kültür, Yardımlaşma, Dayanışma Derneğinin Ocak 2016 Dergisinde yayınlanan yazının orjinal metnidir.







SAVAŞ EKONOMİSİ VE PANDEMİ EKONOMİSİ-ORTAK NİTELİKLER VE ALINACAK ÖNLEMLER-

  ORTAK VE FARKLI STRATEJİLERİ İLE SAVAŞ EKONOMİSİ VE PANDEMİ EKONOMİSİ (1)        Savaş dönemleri ile Pandemi dönemlerinde ülkelerin iç...