MISIR ASKERİ
DARBESİ VE
ARAP
TOPLUMLARINDA GÖRÜLEN DÖNÜŞÜMLERİN NEDENLERİ
Mısır’da 3 Temmuz 2013 tarihinde
gerçekleşen ve Müslüman Kardeşlerin iktidarını temsil eden ilk seçilmiş
Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi'nin görevinden uzaklaştırılmasıyla sonuçlanan askeri
darbenin ortaya çıkışının nedeni olarak, dinsel hükümlere göre bir devlet
anlayışının kurulmasına engel olma amaç ve hedefi görülmektedir. Mısır
toplumunda dinsel dünya görüşüne dayalı bir toplumsal sistem isteyenlerle, laik
hukuka dayanan bir toplumsal sistem isteyenlerin çatışması toplumu iç savaş
ortamına götürmektedir.
Suriye’deki iç
savaşın ana nedeni de, şu anki koşullarda, Beşir Esad’ın iktidar kavgasının
yanısıra bu dünya görüşlerinin çatışmasıdır ve Suriye’deki iç savaşta da "Müslüman
Kardeşlerin” çok etkili olduğu görülmektedir.
Müslüman Kardeşler Örgütü, Mısır’ın
İngiliz sömürgeciliğinden kurtulmasında, İsrail-Arap savaşında çok önemli
rollere sahip olmuş bir örgüttür. Örgütün kurucusu Hasan el Benna, 1920'lerde Süveyş
Kanalı bölgesine devlet tarafından öğretmen olarak gönderilmiştir. Orada
gördüğü İngiliz sömürgesinin etkileri ve oradaki Mısır Halkının yoksulluktan
kırılırken yanı başında kanal dibinde villalarında oturan İngilizlerin lüks bir
yaşam sürdürmeleri, kendisinin ‘Dinsel’ temelli Arap milliyetçiliğini savunan
bir oluşuma önayak olmasına neden olmuştur. Sadece Hamas değil, bunun gibi
irili ufaklı birçok İslami örgüt veya terör örgütünün kurucuları da Müslüman Kardeşler
tabanlıdır.
Ancak dinsel temele dayanan bir hareket
olması nedeniyle yeni bağımsızlıklarına kavuşan Arap devletlerinin laik
anlayışta bir temele dayanan cumhuriyet yönetimleri ile ters düşmüş, üyeleri
terör eylemleri ile sık sık tutuklanmıştır.
Sn Yavuz Çekirge Hürriyet gazetesindeki yazısında da bu gerçeğe işaret etmiştir:
“
Kardeşler İslam adına çalıştığını gizlemiyor. Şeriat
düzenini istediğini açıkça ifade ediyor. Baskı rejiminden bıkan halk İslami
söylemlere yöneliyor. Bugün Mısır'da iki tür hukuk sistemi geçerli. Medeni
hukuk ve İslami hukuk. Yani şeriat. Geçtiğimiz Mayıs ayında yaşanan 'fetva
krizi' de bu iki hukuki sistemin ne kadar birbiriyle çeliştiğini
göstermeye yetiyor..”
EZURUMLU İBRAHİM HAKKI’NIN MARİFETNAMESİNDE
BİLİM VE DİN:
Erzurumlu İbrahim Hakkı,
Marifetname’nin Üçüncü Bölüm, İkinci Maddesinde (Yedi göğün altında, dünya
göğüne bitişik olan denizin içinde güneş, ay ve yıldızların doğuş ve batışını
ve bazı durumlarını bildirir.) dinsel inançların etkisinde ve dinsel otoriteye
bağlı olarak, güneşin ve ayın doğuşunu
açıklar:
“Bunun
içindir ki, ayın yüzünde çizgiler gibi görünen siyah belirtiler nurunun
mahvolmasındandır. Hak Teâlâ bu deniz içinde, güneş için üçyüz altmış kulplu
elmas cevherinden bir araba yaratıp, güneşi üzerine koymuştur. Her kulpu tutan
bir elek yaratmıştır. Ta ki onlar, güneşi arabasıyla o denizde doğudan batıya
çekip götüreler.
Hak Teâlâ ay için de üçyüz kulplu, sarı
yakuttan bir araba yaratmıştır. Ayı onun üzerine koymuştur. Her bir kulpu
kavramak için bir melek tayin etmiştir. Ta ki onlar, ayı arabasıyla doğudan
batıya götüreler. Yine ay için lacivert cevherden altmış kulplu bir mahfaza
yaratmıştır ki, ona altmış melek tayin etmiştir. Ay, arabasını yöneten melekler
tarafından güneşten gün gün uzaklaştırıldıkça, mahfazasını tutan melekler de,
aydan mahfazasını azar azar yaklaştırdıkça, mahfazasını dahi öte taraftan gün
gün yaklaştırıp, ay güneşe yakın güneşe yakın oldukta, mahfazasını tamamıyla
ona giydirirler. Bu minval üzere kıyamete kadar gider. Bunun içindir ki, ay bazen kaybolur, bazen hilal, bazen yarım, bazen
de dolunay olur.” Yıldızların büyüklerine onar melek, küçüklerine birer melek
tayin olunmuştur. Ta ki, hakim ve güçlü olan Allah'ın takdiri üzere onları, o
denizde hareket ettirip, belirli vakitlerinde doğdurup batırırlar. Kaf dağının
gerisindeki o deniz içinde, yıldızların her birini yine kendi doğuş yerlerine
götürürler. Gökte kayan ateş parçalarıyla, oralarda kulak misafiri olan
şeytanları taşlarlar ve yakarlar.”
İbrahim Hakkı’nın dünya, ay ve
güneşin devinimlerinin nedenleri üzerine olan bu düşünceleri, ‘Dünya Merkezli bir
evren’ düşüncesini ileri süren dinsel inançların ve otoritelerin etkisinden gelmektedir
ve dinsel otoritenin savunduğu bir görüştür. Bugün gökbiliminde gözlem araçları
ve uzay araçlarındaki gelişmelere bağlı olarak yapılan bilimsel araştırmalarla,
gökcisimlerinin devinimlerinin çekim yasaları ile bilimsel olarak ortaya
konulmasıyla İbrahim Hakkı’nın gökcisimlerinin devinimlerinin nedenleri masalsı
olarak kalmıştır.
Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın ‘Dünya
Eksenli Evren’ görüşü salt İslam inancının değil, 1600 yıllarına kadar
(Kopernik ve Galile’nin gökcisimleri üzerine yaptığı gözlemlere kadar) tüm
Hristiyanlık dünyasının da görüşü olmuştur.
Bilimin gelişme sürecinin doğal bir
sonucu olarak, bilimsel araştırma ve buluşların ilk evresinde bilimsel çalışmaların
dinsel inançların ve dinsel otoritelerin etkisinde kalınarak yapıldığı görülür.
Ancak gerçek bilimsel bilgilere ulaşan bilim insanları, gerçek bilimsel
bilgilerin dinsel otoritenin doğa bilimleri alanındaki görüşleriyle çeliştiğini
görmüşler ve gerçek bilim insanlarını dinsel otoritenin doğa alanındaki
görüşlerini yadsımaya ve dinsel otoritenin altında kalarak düşünmemeye
yöneltmiştir. Onyedinci yüzyılda Kopernik’in ve Galile’nin bilimsel gözlemleri
‘Dünya Merkezli bir evren’ düşüncesinin yanlışlığını ortaya koymuş, ‘Güneş
Merkezli bir Evrenin’ varlığı, Batı Avrupa ülkelerinde yaygınlaşarak dinsel
hüküm ve otoritenin karşı koymalarına rağmen kabul edilmiştir. Bu bilimsel
gerçekle birlikte birçok bilimsel buluşun dinsel düşünce ve hükümlerle
çelişmesi dinsel hükümlere ve otoritelere olan güveni ve inancı ortadan
kaldırmıştır.
Dinsel otoritelerin etkisi altında
kalarak yapılan bilimin gerçek bilime ulaşmayı engellediğinin görülmüş olmasına
rağmen, bilimin gelişme sürecinde bilimde ilk büyük ilerlemeyi gerçekleştirenler
gerçek din adamları olmuştur. Bu dinsel inançlara bağlı bilim insanlarını bilimsel
araştırmalara, bilimsel düşünmeye büyük önem vermelerine götüren neden, bilim aracılığıyla tanrının niteliklerinin,
tanrının yaratmış olduğu varlıklar aracılığı ile bilinebileceği ‘coşkulu
inancıdır’ ve insanın doğasının ancak
bilimsel araştırma ile bilinebileceği düşüncesidir. İbrahim Hakkı’nın ünlü
kitabı Marifetname’nin Giriş’inde yazmış olduğu bilim araştırmasının nedenini
açıklayan düşünceleri yalnızca İslam dininde dinsel bakış açısıyla bilime önem
veren din ve bilim adamlarının görüşü değil, tüm tek tanrılı dinlerin inancında
olan bilim insanlarının ve düşünürlerinin (Descartes, Spinoza, Pascal..vb)
inançlı düşünceleridir:
“ Öncelikle malum olsun ki, Hak Teala iki cihanı
insanoğulları için ve insanoğullarını da ancak kendisini tanımaları için yarattığını
cümleye duyurmuştur. Nitekim lütuf ve keremiyle: "Ben gizli bir
hazineydim, bilinmeyi sevdim ve beni tanımaları için varlıkları yarattım,"
buyurmuştur. Şu halde âlemin ve insanın yaratılmasından nihaî maksat ve yüce
istek, Mevla’nın bilinmesidir. Bu ebedî devlet ve tükenmez saadet, her şeyden
öncedir. Ancak bu, nefsini bilmeye bağlı olup, nefsini bilmek de bedeni bilmeye
dayanır. Bedenin bilinmesi, âlemin bilinmesiyle olur. Âlemin bilinmesi ise
hakiki ilimlerledir.”
Yine Marifetname’nin On üçüncü
bölümün Besinci Maddesi’nde İbrahim Hakkı : “Bizim
bu açıklama ve izahlarımızdan murat, cihanı şerh ve açıklama ile yaratıcının
inceliklerini, hakkiyle düşünen ve fikreden göz sahiplerine göstermektir. Ta
ki, cihanın ayrıntılarından kendisinin muhtasar ve öz varlığını bilip, kendini
öğrenip, buradan da Hak'kı tanımaya ulaşalar.”,demektedir. Hristiyanlık
dünyasında da bilim genel olarak dini bir girişim olarak görülüyor, Avrupa’da
Bilimin, yani Doğa Kitabı’nın, Tanrı’nın eserlerinde gücünü gösterdiği düşünülüyordu.
Piskopos Burnet, Boyle’un cenazesinde, bilimsel çalışma için: “Tanrı’nın
eserlerini izlemek, ruha doyulmaz bir yücelik sağlıyor”,demiştir.
Dinsel otoritenin etkisi altında,
tanrının niteliklerini ortaya çıkararak büyük bir hazla seyretme isteği ile,
doğadaki varlık ve olguların coşkuyla incelenmesi, gözlenmesi, bugünkü bilimin ortaya çıkmasına temel olan
birçok gerçek bilgiye, bu dönemde bilimsel araştırmalar yapan insanları
ulaştırmıştır. İbrahim Hakkı’nın Marifetname’nin onyedinci bölüm, beşinci
maddesinde yazmış olduğu güneş ve ay tutulmaları ve güneşin, ayın nitelikleri ile
ilgili birçok çağdaş bilimsel bilginin, İbrahim
Hakkı’nın çağında çok önceden beri bilinmekte olduğu görülür.
“Beşinci
Madde
Güneş
ve ay tutulmalarını; ayla doruğu arasına güneşin girmesini; ayın
doruk,
etek, tepe ve kuyruk noktalarının hareketini bildirir.
Ey
aziz, malûm olsun ki, astronomlar demişlerdir ki: Bu ay küresi, kesif ve
karanlık
olduğundandır ki, güneşle bir araya gelmesi vaktinde, eğilimli
feleğinden
hâsıl olan tepe ve kuyruk düğümleri yanında, burçlar kuşağında
güneşin
yoluna rastlasa; ayın cismi bizimle güneş arasında bulunup,
ışığının
tamamını veya bir kısmını bizden örter. Şu halde güneş tutulması
budur.
Ve güneşin yüzünde o vakit ortaya çıkan siyahlık, ayın cisminin
rengidir.
Tutulma sırasında güneşin siyahlığı batı tarafından başlar. Zira
ki,
ayın batıya yönelik hareketi, güneşin batıya yönelik hareketinden daha hızlı
olduğundan; ay batıdan gelip, güneşe erişip, araya girer. Bundan
sonra
güneşi geçtikçe, gidişinin süratinden, güneş yine batı tarafından
parlamaya
başlar. Bu kararma (ayın gölgesinden meydana geldiğindendir ki,
güneş
tutulması sürekli olarak, ayla çakışması durumuna mahsus olup, sair
durumlarda
asla bulunmamıştır. Ay tutulmasının açıklanması budur ki: Eğer ay küresinin
tepe ve kuyruk
düğümleri,
burçlar kuşağından iki cüzün karşısı yanında, yani bu hizalarda
güneş
ile karşılıklı olsa; yerküre ikisinin arasına girip, ayın güneşe
dönük
olan yüzüne yerin gölgesinin düştüğü kadarına ulaşamayıp; ay aslî
karanlığı
üzere kalır. İşte ay tutulması budur. Ayın kararması ve parlamaya
başlaması
ilk doğu tarafından ortaya çıkar. Zira ki, güneşin doğuya yönelik
hareketiyle
hareket eden dünyanın koni gölgesinin batı tarafına, ayın
batıya
yönelik hareketiyle batı tarafından ulaşıp; ayın önce doğu tarafı
gölgeye
dahil olup, önce o taraf tutulur. Ayın önce doğu tarafı karanlıktan
çıkıp
yine önce o taraf parlar. Bu durum yerin gölgesinden dolayıdır ki, ay
tutulması
sürekli bedir ve dolunay haline mahsustur. Başka zamanlarda asla
tutulma
olmamıştır. Yine güneşe kıyasla aya ârız olan durumların biri budur
ki:
Güneş orta hareketiyle hareket ettikçe, ayın doruğuyla, döndürücüsünün
merkezi
arasında ebediyen tavassut eyler. Zira ki, ayı döndürücüsünün
merkezi
kendi doruğundayken, güneşin merkeziyle, burçlar feleğinden bir
nokta
yanında çakışsalar, bundan sonra o noktadan ayın kuyruk düğümüyle
eğilimli
feleğinin burçlar sırasına uymayan hareketleriyle ayın doruğu,
doğudan
batıya ve döndürücünün merkezi o noktadan burçlar sırası üzere
batıdan
doğuya hareket ederler. Güneş dahi aynı sıra üzere batıdan doğuya
hareket
eder. Ezelî takdirle o iki hareket, ayın doruğu ile batıya
döndürücü
feleğinin merkezinin hareketiyle doğuya öyle bir tarz ve tavır
üzere
hareket ederler ki, ebediyen güneş, ikisi arasında aracı bulunur. Bu
tavassuttan lâzım gelir ki, ayın döndürücüsünün merkezi, güneş ile iki
dördün
vaktinde kendi eteğinde buluna. Güneşle bir araya gelme vakitlerinde
ay,
kendi doruğunda buluna. Şu halde ayın döndürücü feleğin merkezi,
vasatî
her dönüşünde iki defa doruğuna yükselip, iki kere eteğine iner.
"Bu,
aziz ve alim olan Allah'ın takdiridir." Ayın doruk ve etek noktaları
eğilimli
feleğiyle; tee ve kuyruk düğümleri mümessil feleğiyle hareket
ettirildiklerinden,
sair doruklar ve etekler gibi, burçlar feleğinde
yerleri
belirli değildir. Eğilimli ve mümessil feleğin hareketleriyle
seyyar
ve dönücüdürler. “
Bilimin
gelişme sürecinde İbrahim Hakkı gibi, kendini bilimsel araştırmalara adayan
inançlı din insanları, düşünürleri bilimi Batıda olsun Doğuda olsun inançlı
olarak geliştirerek toplumda yaygınlaştırmaya çalışmışlardır. Ancak dinsel
inanç etkisinde yapılan bilim çalışmalarının zamanla bilimsel çalışmaları yavaşlattığı,
engellediği ve hatta bilimsel çalışmalara karşı bir davranış durumuna geldiği,
görülüp anlaşıldığında gerçek bilim insanları tarafından ve birçok din adamı
tarafından bilimsel düşünüş ve anlayışın, araştırmanın her türlü dinsel hüküm
ve otoritenin etkisinde kalmadan yapılması gerektiği savunulmuştur. Bu düşünüşe
varıldıktan sonra tüm bilimsel çalışmalar hiçbir norm, önyargı, otorite kabul
edilmeden yürütmeye başlanılmış, dinsel alan salt bireysel inanç alanı ile
sınırlandırılmıştır.
Bilimin gelişme sürecinde; dinsel
inanç etkisinde, ‘coşkulu dinsel amaçlarla yapılan bilimsel çalışma’ anlayışı
ile gerçekten bilimsel gerçeği ‘nesnel olarak, özgürce ortaya koyma bilimsel anlayışı’
arasındaki ayrım, küçük bir ayrıntı gibi görünüyorsa da gerçekte
bu ayrımın çok büyük önemi vardır.
DİNSEL
İNANÇ ETKİSİNDE BİLİMSEL ÇALIŞMA İLE ÖNYARGISIZ, NESNEL BİLİMSEL ÇALIŞMA
ARASINDAKİ ÖNEMLİ AYRIM:
Doğadaki olayların bilimsel
araştırılmasının coşkulu dinsel inançla yapılması, tüm olguların tanrısal
nedenlere bağlı olarak görülmesine ve açıklanmasına yol açtığından, olguların
gerçek nedenlerinin görülememesine neden olmakta hatta doğadaki toplumdaki
gerçeklerin ortaya konmasını engellemektedir. Doğadaki olayların salt
gözlemlenerek betimlenmesi, resimlenmesi; niteliklerinin sayılarak, yaşayış
için davranışlar geliştirilmesi yeterli değildir. Gerçekliğin tam
anlaşılabilmesi için doğadaki (ve toplumdaki) olguların nedenlerinin,
yasalarının, ilkelerinin ortaya konması gerekir. Çünkü tüm nesne ve varlıklar
bu nedenlere ve yasalara bağlı olarak
süreçlerini (devinimlerini, yaşamlarını) sürdürürler.
Doğadaki olayların
açıklanabilmesi kendi içinde varolan yasalarının bilinmesine bağlıdır. İnsanın
niteliklerinden alınarak (esinlenerek) Tanrıya yüklenen tanrısal irade ve
nedenlerle doğa ve toplumun olaylarını anlamak ve açıklamak olanaklı değildir.
Spinoza’nın da ortaya koyduğu gibi: “..çünkü doğa hep aynıdır, etkisi ve eylem
gücü her yerde birdir ve aynıdır; yani her şeyin gerçekleşmesini ve bir
biçimden diğerine geçmesini açıklayan doğa kanunları ve kuralları her yerde ve
her zaman aynıdır. Bu yüzden her şeyin doğasını anlamak için kullanılacak
yöntem aynıdır, yani doğanın evrensel kanunları ve kuralları izlenmelidir…“doğada
hiçbir şey onun kanunlarıyla çelişerek gerçekleşemez, hatta her şey o kuralları
kabul eder ve o kurallara uyar”
Doğaya ve topluma ilişkin ortaya
çıkan tüm olgular karşı konulamaz, değiştirilemez olan yasalara bağlıdır. Bu
yasalarla uyum sağlanarak yaşanabilir. Doğru davranışlar ve doğru toplumsal
yaşayış biçimlerinin ortaya çıkması bu yasaları bilinmesine ve bu yasalara göre
yaşamın düzenlenmesine bağlıdır.
Nesnel bilimsel çalışma ve
düşünmenin, coşkulu dinsel inançla yapılan bilimsel çalışmadan önemli bir
ayrımı da, doğanın ve toplumun gerçek yasalarını bilerek insanın doğaya, toplumlara
ve diğer insanlara egemen olunabilmesidir. Sahip olunan gerçek bilimsel bilgi
güç, kudret,erk sahibi olmak demektir. Gerçek nesnel bilim sayesinde insanlar
güç ve egemenlik sahibi olurlar.
Rasyonel, bağımsız deneye ve
gözleme dayanan bilimsel sonuçlar dinsel otoritenin dinsel inançlarına dayanan düşünüş
ve görüşleri ile çelişince önce Batı Avrupa ülkelerinde bulunan bilim insanları
ve düşünürleri bilimin ve dinin çalışma alanlarını birbirinden ayırmak
zorunluluğu duymuşlardır. Böylece
bilimin kendi işine bakması, dinin kişisel din inancı ve ahlakı alanında,
pratik yaşam içinde dinsel gereksinimi karşılaması görevini yerine getirmesi
önce Avrupa’daki ülkelerde sağlandı, sonra tüm dünyaya yayılmıştır.
İnsan dinsel bir varlık olarak,
Tanrıya inanmak ve güçsüzlüğünü, Tanrının gücü altına girerek ortadan kaldırmak
güdüsünde bir doğada yaratılmıştır. Bu güç
ile insan kendinde yaşama ve doğa ve toplumda karşısına çıkan
zorluklarla mücadele etme gücü bulur. Bu ruhsal yapıya tüm insanlar az ya da
çok gereksinim duyarlar. Bu gereksinimi insanların bireysel alanda
karşılamaları, yaşama gücü yönünden (manevi güç sahibi olmak için) yeterli
olur; doğa ve toplum bilimleri
alanındaki bilimsel çalışmalarla bu gereksinimi ayırmak doğru bir yoldur.
Ancak yine de dinsel inanışa sahip
olarak bir bilim insanı bilimsel çalışma yapmak yolunu seçmişse, dinsel inancı ile bilimsel gerçekleri
birbirinden ayırdetmeli, coşkulu dinsel inanışla bilimsel araştırmalarını yapsa
da, dinsel hüküm ve otoritelerin etkisinde kalmama, bilimsel araştırmada nesnel
olma ilkesinden vazgeçmemelidir.
MISIR’DAKİ ASKERİ DARBENİN
VE ARAP ÜLKELERİNDEKİ DÖNÜŞÜMLERİN NEDENLERİ:
Arap Baharı olarak da adlandırılan, baskıcı,
otoriter ve diktatör yönetimlere karşı başlayan toplumsal isyanlarla, Arap
toplumlarında işsizliğin, yolsuzluğun önlendiği, yoksulluğa çare bulunduğu, gelir
dağılımında adaletin sağlandığı, ekonomik refahın arttırıldığı, hak ve adaletin
sağlandığı demokratik yönetimler kurulması amaçlanmıştır. Bağımsızlığına kavuşarak kurulan Arap devletlerindeki
yönetimler askeri otoriter ve seçkinler rejimlerine dönüşmüş, halkın ekonomik
sorunlarını unutarak, baskıyla yolsuzluklarını sürdükleri rejimler durumuna gelmişlerdir.
Kurulan askeri, otoriter, baskıcı cumhuriyet rejimleri halkla bütünleşememiş,
ekonomik dengeleri ve gelir eşitliğini sağlayamamışlardır. Bu kötü ve adaletsiz
yaşam koşullarının toplumlarda oluşturduğu hoşnutsuzluk önce küçük toplumsal
olaylarla başlayan tepkilere neden olmuş, sonunda bu küçük tepkiler büyük
toplumsal “Öfkelere” dönüşerek toplumlarda iç savaşlar ölçüsünde başkaldırıları
başlatmıştır. Halkın büyük çoğunluğu tarafından desteklenen bu başkaldırılar Libya’da,
Mısır’da, Fas’ta askeri otoriter rejimlerin devrilmesine neden olmuştur. Ancak halkının
büyük çoğunluğu ve dünyada birçok ülke tarafından desteklenen bu demokratik
başkaldırılar sonunda yıkılan dikta cumhuriyetlerinin yerine temelleri dinsel
ilkelere dayanan yeni dikta yönetimlerinin kurulması eğilimi, Suriye’de
sürmekte olan iç savaşta olduğu gibi, bu
ülkelerde yeni bir toplumsal çatışma ortama yaratmıştır.

Yıllarca süren askeri
otoriter cumhuriyet yönetimlerinin yıkılması için çıkan toplumsal isyanlarda
öncülüğü İslam dininin hükümlerine göre devlet kurma anlayışını amaçlayan
Müslüman Kardeşlerin yaptığı görülür. Askeri rejimlerin yıkılması için başlayan
toplumsal başkaldırılarda İslam anlayışında
rejimler amaçlayanlar, iktidardaki yönetimler devrilinceye kadar tepki
görmemiştir. Bu
isyanlarla daha demokratik yönetimler kurulması amaçlanırken tersine olarak bu
toplumların din inancının etkisi altında, şeriat otoritesine dayalı yönetimlere
dönüştüğü görülünce yeni bir çatışmanın din ve bilimsel (laik ve şeriat
düzenini savunanların) dünya görüşü çatışmasının toplumları böldüğü
görülmektedir.

Bugün artık hiçbir kimse, güneşin ve
diğer tüm gezegenlerin dünya etrafında döndüğünü ve evrende tüm cisimlerin
merkezinin dünya olduğunu iddia edemez. Tersine şeriat düzenini olsun, laik
düzeni olsun savunan tüm insanlar dünyanın ve güneş sistemindeki tüm
gezegenlerin güneşin etrafında döndüğünü, dünyanın evrende küçük bir gezegen
olduğu ve gökcisimlerinin yasalarına bağlı olarak devinimini sürdürdüğünü
bilimsel bilgi olarak bilmekte ve kabul etmektedir.
Batı Avrupa’da On Yedinci yüzyıldan
itibaren güneş eksenli evren anlayışının gözlemlerle bilimsel olarak ortaya
konulması Hıristiyanlıkta dinsel inancı, fiziksel evrenden çıkartarak salt kişisel din inancı ve ahlak bölgesiyle
sınırlamıştır. Toplumların yönetim biçimi alanında da, dinsel hükümlere dayalı siyaset anlayışını
ortadan kaldırarak, devlet yönetimini bilimsel yasalara göre yönetilmesini ilke
olarak almıştır. Laik dünya görüşü olarak adlandırılan bu düşünceye sahip aydın
insan sayısı, bugün Arap Ülkelerinde de çok büyük kitlelere sahiptir. Din
inancının ve ideolojisinin etkisi altında kalan toplumlarda bilimsel düşüncenin,
teknolojinin, uygarlığın ilerleyemeyeceğini;
doğaya ve topluma egemen olabilmek için bilimsel ve ussal yasalara göre
hareket edilmesi gerektiğinin bilincinde olan asker-sivil aydınlarının, halkın,
dinsel otoriteye dayalı bir toplumsal
sistemi kabul etmeyeceği, bunun için kesin olarak çatışmaları göze alacağı
Mısır’daki askeri darbe öncesi ve sonrasında görülmüştür. Mısır’da, Fas’ta,
Suriye’de ..vb döngüsel duruma gelen iç çatışmaların, toplumsal kargaşanın
temel nedeni, bu iki görüş ayrılığının ortaya çıkardığı ve birçok alt nedenin
desteklediği “öfke” duygusudur.
.jpg)
Arap
toplumlarında ortaya çıkan iç çatışmaların sona ermesinde, doğa yasalarıyla
ortaya çıkan bilimsel devrimi tüm insanların kabul etmiş olduğu gibi, toplumsal
alanda ortaya çıkan bilimsel anlayış değişimini de Batı uygarlığının
yurttaşları gibi, İslam ülkelerinin yurttaşlarının da kabul etmesinin büyük
önemi vardır. Bilimin kılavuzluğunda bu toplumsal değişimin ve laik hukuk
devleti ilkesine dayalı bir cumhuriyet yönetiminin, her türlü farklı düşünüş
dışında ortak bir ilke (değişmez toplumsal yasa) kabul edilmesiyle toplumsal uzlaşma
ortamı sağlanabilir. Ortaya çıkan toplumsal uzlaşma nesnel bilime olan ortak
inançtır.
Dini hükümler bireylerin bugünkü
toplumda ekonomik, ticari, hukuki, yurttaşlık, siyasi alanlarda ve bu alanların
alt dallarında (borçlar hukuk, şirketler hukuku, evlilik hukuku, siyasi haklar
ve görevler..vb) ilişkilerini adaletli olarak düzenleyecek yeterlikte değildir.
Çünkü bu alanlarda yapılan bilimsel araştırmalarla insan ilişkilerinin doğru
yasaları zamanla ortaya konulmuştur ve bu yasalarla toplumsal barış ve uyumlu
yaşam sağlanabilmektedir. İnsanların ‘Dinsel Hükümleri’; bireylerin ölüm
karşısındaki düşüncelerini ve öldükten sonraki yaşam inanışlarını düzenleyen ve
yaşama daha güvenli olarak bağlanmalarını sağlayan; bilimsel kanıttan çok inanç
temeline dayanan kurallar olarak görmeleri ve dünya işlerini bilimsel
düşüncelerin düzenlemesine bırakması, birçok yanlış düşünce ve yargıların önüne
geçilmesini sağlayacaktır.
İslam
dinine bağlı siyaseti temel alan ve devleti bu ilkelere göre şekillendirmek
isteyen Arap siyasetçilerin, doğal ve toplumsal olayların nedenlerini
açıklamada Tanrısal iş ve hikmetlere bağlı kaldıkları için, toplumlarının
gelişmesinin önünde engel oluşturduklarını görmelidir.
Ve
din otoritesinin etkisinden kurtulmuş, özgür düşünüşe sahip olan toplumlar uygarlıkta
daha ileri düzeye, daha ileri toplumsal yaşama ulaşmaktadır. Batı Avrupa
uygarlığı, laiklik temel ilkesinde
ulaşmış olduğu bugünkü düzeyi ile önemli, somut bir kanıt ve bilimsel deneyim
olarak görülmelidir. Bin yıl önce İslam uygarlık ve biliminin ulaştığı yüksek
düzey de bu anlayış ve yönetimin sonucudur. Çok önemli bir gerçek olarak, İbni
Haldun’un yazmış olduğu gibi toplumların İlahi dinler ve peygamberlerin
düzenleyici etkisi olmadan da birlik içinde yaşadıkları ve uygarlıklar
kurdukları görülmelidir. Toplumları birlik içinde tutan başka bağlar da vardır.
İbni Haldun’nun düşünüşüne göre, toplumda bireyleri birbirine bağlayan,
devletler ve uygarlıklar kuracak birliği sağlayan bu bağ “yakınlık bağı”
(el-asabiye=soy-sop bağı)dır.
İBNİ HALDUN’UN ARAP KAVİMLERİNİN DOĞASI ÜZERİNE
GÖRÜŞLERİ, ASABİYET KURAMI VE ASABİYET KURAMININ DİNSEL İNANÇ, ULUSAL
DUYGULANIM VE İDEOLOJİK DUYGULANIMLA İLİŞKİLERİ:
İbni Haldun’a göre Arap kavimleri yabanıl, çok
katı, uzlaşmasız; yabanıl doğaları nedeniyle yakıp yıkıcı; başkalarına hükmetme istekleri nedeniyle
başkan olma ancak başkanlıklarını hiçbir biçimde kendi rızaları ile terk etmeme
doğasına sahiptirler:
“ Araplar, kendilerinde bulunan yabanıllığın doğal
itişiyle, yağmacı ve yakıp-yıkıcıdır. Güç yetirebildiklerini yağma ederler.
Yenişmeye, çekişmeye girmeden. Yağma
eder, sonra da çöldeki alanlarına kaçarlar. Karşı karşıya gelip çarpışma ve
savaşma yoluna gitmezler. Yalnızca kendilerini savunmak için karşı karşıya
gelirler…Halklar yenik düştü mü, yönetimleri ellerine alırlar. Ve bu yöreler,
ülkeler, değişik ellerde, çarpık politikalarda kalarak elden ele geçer.
Buralardaki uygarlıklar yıkılıncaya, bayındırlıklar yok oluncaya ve toplumsal
yaşamlar sönünceye dek.” (s.347, Mukaddime I, İbni HALDUN, Çeviren: Turan
DURSUN, Onur Yayınları, Nisan 1977)
“Kendilerinde bulunan yabani yapıdan dolayı,
Araplar, toplumlar içinde, insanları birbirine
en zor boyun eğen bir toplumdur. Çok katıdırlar. Özsaygılıdırlar. Çok
azimlidirler. Başkan olma yarışındadırlar.” (s.351, a.g.e.)
“Sonra Araplar “başkan” olmak için yarışırlar.
Onların içinde, başkanlığı kendi gönlüyle başkasına veren çok az olur. O
“başkası”, kendi babası, kardeşi ya da kabilenin büyüğü olsa bile. Çok az
görülür bu konuda gönlü tok olanları. Gönül tokluğu gösterildiği zaman da zor
karşısında kalındığı ya da utanılacak bir durum olduğu zaman gösterilir.”
(s.349, a.g.e.)
Arap toplumlarının bu uzlaşmaz, yıkıcı doğaları ve
başkan olma, başkanlıklarını hiçbir zaman kendi rızaları ile bırakmama doğaları,
Esat’ın ve Kaddafini’nin toplumlarında
olduğu gibi, başlayan demokratikleşme
hareketlerinin iç savaşa dönüşmesine neden olmuştur. Daha anlayışlı davranışla,
uzlaşma ile çözüm aranarak demokratikleşme sağlanabilecek toplumsal ortamların
oluşturulması yerine toplumlarını iç savaşa sürüklemişlerdir. Toplumlarının bu
ortama sürüklenmesinde karşı güçlerin de aynı ölçüde yıkıcı, yabanıl doğaya
olması büyük bir etkendir. Bu doğalarından dolayı taraflar için bu savaşta, sahip
oldukları tüm uygarlık ve insanlık değerlerinin yok edilmesinin önemi yoktur.
İbni Haldun, bu uzlaşmaz doğadaki Arap
toplumlarını bir araya getirecek gücün, yaşadığı çağda din olduğunu görmüştür.
Yabanıl doğanın altında iyiyi doğruyu benimsemeye yatkın olan Araplar din
sayesinde birleşmiştir. Bu sayede Katılıkları, uzlaşmaz tutumları ortadan
kalkmaktadır:
“Ama bir peygamberlik ya da ermişlikle gelen bir
din oldu mu, onlar için içlerinden bir bağlayıcı güç olur. O zaman böbürgenlikleri
gider. Yarışma eğilimleri törpülenir. Ve o zaman, boyun eğmeleri, birleşmeleri
kolaylaşır. Din birleştirir onları. Onların katılıklarını, özsaygılarını giderir….Sadece yabanıl huyları vardır. Bu
huy da iyiyi doğruyu benimsemeye yatkındır. Yaşam güçlükleri onları buna hazırlar. İyiye, doğruya yatkınlık onların temel
yapılarında varolup bozulmadan kalmıştır.” (s.351, a.g.e.)
Ancak günümüzde Arap ülkelerinin içinde bulunduğu
ortamda din inancı, uzlaşmanın, birleşmenin nedeni değil tam tersine,
doğalarında bulunan uzlaşmazlığı, katılığı, yıkıcılığı ortaya çıkaran ana
nedenlerden biri veya ana neden olduğu görünür.
Dinsel
inanç günümüzde de toplumun tüm bireylerini kardeşlik, dostluk bağları ile
birbirine koparılamaz bir bağla bağlayan; zıtlaşmaları, çatışmaları önleyen,
toplumun işleyişinde büyük bir düzen ve uyum sağlayan bağ olmasına rağmen,
siyasal alanda, devlet yönetiminde toplumun büyük bir kısmı tarafından bu bağa duyulan
güven, inanç sarsıldığından, dinin devlet işlerine karıştırılması düşüncesi
ortaya çıktığında toplumda bireyleri birbirine bağlayan bağ olmaktan
çıkmaktadır. Tam tersine olarak dinsel bağ zararlı görüldüğünden toplumsal
bölünmelere, çatışmalara neden olmaktadır. Bu durumda toplumda yurttaşları
birbirine bağlayan başka bağlar gerekir.
İbni Haldun’un yine kabul ettiği gibi toplumlar,
İlahi dinler ve peygamberlerin düzenleyici
etkisi olmadan da yaşarlar ve uygarlıklar kurarlar. Bu birlikte yaşamaları,
devletler ve uygarlıklar kurmalarını getiren birleştirici bağ “ El asabiye”=
yakınlık, soy-sop bağıdır:
“ …yenişme ve savunma, karşı koyabilme ancak
yakınlık bağıyla (asabiyet) olur. Çünkü koruma coşkusu gösterme, korumak için
atılıp haykırma ve arkadaşı uğruna canını bile vermekten çekinmeme, yakınlık
bağında vardır ancak.” (s.361, a.g.e.)
Yine bu yakınlık bağı nedeniyle başkanlar,
yönetimindeki halka iyi davranır, kızgınlık, uyuşmazlık göstermez:
“Bu yaşamın dışında kalanlara gerek duymazlar. Bu
yaşama alışmış olmaları yüzünden, birbirlerine boyun eğmeleri de güç olur.
Yabanıllıkları yüzünden…Başkanları çoğu kez, onların yardımlarına gerek duyar.
Savunmayı sağlayan “ yakınlık bağı” (el asabiye) nedeniyle. ..Başkanlar ister
istemez yönetiminde olanlara iyi davranıp bağışlarda bulunma yoluna gider.
Kızgınlık gösterip ceza vermeyi bırakır. Yakınlık bağına zarar gelmesin diye.”
(s.352, a.g.e.)
Ve devletlerin korunabilmesi, güçlü tutulması bu
bağ sayesindedir. Bu bağ devletlerde, toplumlarda dinsel bir inanç niteliği
kazanmıştır:
“Demek ki
devletin yerleştirilip güçlü tutulması, bu yakınlık bağıyla oluyor. Devlet,
kuruluş döneminde, bu bağa yaslanarak korunabilir.” (s.364, a.g.e.)
“…onun ve onun soyundan olanların her yanda
oluşturup pekiştirdikleri bir üstünlükleri vardır. Bu üstünlük, dinsel inanç
niteliğini almış ve onların gönüllerinde ve kafalarında yerleşmiştir.” (s. 365,
a.g.e.)
“Kamunun yönetildiği her işin, her girişimin
sonuca ulaşılabilmesi için, kesinlikle bir yakınlık bağının, kabile gücünün
desteğinde bulunması gerekir. Daha önce sözü geçen sağlam bir hadiste peygamber
şöyle der: Tanrı, toplumunun desteğinde bulunmayan hiçbir peygamberi göndermemiştir.”
(s.368, a.g.e.)
Devletin
ve Toplumun birliğini sağlayan yakınlık bağı, Fransız İhtilali ile birlikte
Fransız toplumunda Fransız toplumunun gelenek, görenek, dil, yurt ..vb diğer
niteliklerini de içine alan büyük bir soy-sop ortaklığına bağlı olarak,
cumhuriyet yönetiminin değerlerine olan inançla “ ulusalcılık (milliyetçilik)”
akımı olarak ortaya çıkmıştır. Cumhuriyet yönetimine olan büyük bir inanç
birliği, Fransa halkını diğer Avrupalı halklarından ayıran ortak niteliklerle birleşen yakınlık bağının
verdiği güç ve enerji ile Fransızlar Avrupa’daki tüm düşmanları karşısında
büyük yengiler kazanmışlardır. Yakınlık
bağının Ulusalcılık niteliğinde ortaya çıkması,
diğer toplumlarla zorunlu savaş ve çatışmalar durumunda kendiliğinden,
yakınlık bağını da içererek gerçekleşir.
İnanç
ve güçlü duygusal bağ yaratan salt yakınlık bağı değildir. Büyük idealleri hedefleyerek inanç sistemleri durumuna gelen düşünce
sistemleri de aynı niteliklere sahiptir. Ancak bu ideolojik bağların zamanla
uzlaşmazlıklar durumuna geldiği dinsel inanç bağlarında olduğu, toplumları
böldüğü gözlenmiştir. (bk.www.iinci.blogspot.com., 22/01/2011- Duyguların
Kökeni ve Bölümlenmesi [Bireysel ve Toplumsal Duygulanımların Nedenleri ve
Sonuçları] (2) İdeolojik,
ulusalcılık ve dinsel inanç bağları, yararlarından çok toplumu geride bırakan,
uygarlaşmayı engelleyen, toplumda ve toplumlar arasında düşmanlıkları arttıran
bağlar olarak görüldüğünde, toplumlardaki potansiyel gücü ortaya çıkaran,
birliği sağlayan bağlar olmaktan çıkmış demektirler; yerine toplumu birbirine bağlayan salt asabiyet=soy-sop=yakınlık= yurttaşlık
bağı yeterli görülür. Ancak toplumsal olarak bir arada güvenin ve refahın
sağlanabileceği bilincine sahip olmak, yurttaşlık bilinci taşımak toplumsal
bağın özünü oluşturur.
Arap
ülkelerinde kargaşa, kardeş kavgası, toplumda bireyleri birbirine bağların ortak bağların kopmuş olmasında
ileri geliyor. Bu ülkelerde öncelikle yakınlık bağının ve yurttaşlık bilincinin
yeniden güçlendirilmesi, bunun sağlanabilmesi için de yakınlık bağı (soy sop
bağı-asabiyet) bulunan toplumda saygın, etkili kişi ve kurumların,
yöneticilerin, liderlerinin bu bilinçle uzlaşmaya varmaları, kardeş
kavgalarının bitmesi, huzur ve barışın sağlanması
için çok önemli bir çıkış yolu olabilir. Toplumda din ve ideolojik bağlardan
önce “yakınlık bağı” ile (toplum bilinci=yurttaşlık bilinci) bireylerin birbirine
bağlanması önemlidir.
Daha
güçlü bir bağ olarak Arap toplumlarının, Arap ulusalcılığı bağını bir inanç
olarak bireyleri birbirinden ayrıştıran bağlar durumuna gelen diğer etkenlerin
üstünde tutmaları, birliğin sağlanmasında daha önemli bir yol olabilir. Avrupa
Birliği örneğinde bir Arap ulusalcılığı birliğinin sağlanması inancı, toplumsal
bölünme ve çatışmaları uzlaşmaya götürecek ortak bir inançtır. Bu birlik,
bölgesel birlikler kurularak dünyada
gelecekte ortaya çıkacak büyük birliğin sağlanması için, atılacak adımlardan
biri de olacaktır.
Mısır’da
ve Suriye’de ortaya çıkan iç savaşın sona erdirilmesinde, toplumlarının
görüşlerine büyük önem verdiği ve kabul ettiği saygın önderlerin uzlaşma
sağlanmasında görev alması, bu önderlerin toplumsal uzlaşmanın sağlanmasında
yakınlık bağını, toplumsal bilinç (yurttaşlık bağını) ulusal inanç bağını ve
laik hukuk devleti ilkesi etrafında tüm farklı görüşleri bir araya
getirebilmesi büyük bir aşama olacaktır.
İsmail
İNCİ, 22/08//2013
My facebook
page:https://www.facebook.com/bgi.inci
My twitter
page:https://twitter.com/ismailinci