22 Ocak 2011 Cumartesi

DİZGESEL DÜŞÜNCELERİN OLUŞTURDUĞU TOPLUMSAL DUYGULANIMLAR


-GÖKHAN İNCİ’YE-

DUYGULARIN KÖKENİ VE BÖLÜMLENMESİ [BİREYSEL VE TOPLUMSAL DUYGULANIMLARIN NEDENLERİ VE SONUÇLARI]    (2)





Düşünceler dış dünyanın, dış dünyadaki varlıkların aralarındaki bağ ve ilişkilerin, etkileşimlerinin yansımalarıdır. Bu gerçeklik ile, canlıların düşünceler karşısındaki tepkileri, dış dünyada  varlık ve cisimlerle olan ilişkilerindeki tepkilerle eşit düzeylerde ortaya çıkar. Varlığına zarar veren ve verecek durumda olan nesne ve olgular karşısında göstermiş olduğu iki tip tepkiyi, aynı düzeyde düşünceler karşısında da gösterir.

Canlı varlıklar varlıklarına zarar verecek olan ve zarar veren etkenler karşısında içgüdüsel olarak iki tip tepki gösterirler: a) Öfke, kin, düşmanlık duyarlar. B) Korku, kaygı, tasa, üzüntü, yılgınlık, ürkeklik duyarlar.

Canlıların gerek somut dünyada, gerekse soyut dünyada (düşüncelerde) varlıklarını tehdit eden varlık ve olgular karşısında bu iki tip tepkinin ortaya çıkma öncelikleri, tehditler karşısında sahip oldukları korunma ve saldırma  güçlerine bağlıdır.

Canlılar eğer tehdit eden varlık ve olgular, tehdit edilen varlıktan üstün ise korku, kaygı, tasa, üzüntü, yılgınlık, ürkeklik duyarlar ve edilgen davranışlar gösterirler. Varlığını tehdit eden varlık ve olgular zayıfsa öfke, kin, düşmanlık duyarlar ve korunma tepkisine bağlı etkin davranışlar ortaya çıkarırılar.  Bu iki tip tepkinin ortaya çıkışı düşünceler ve düşünce dizgeleri karşısında da aynı biçimde gerçekleşir. Düşüncelerimizi tehdit eden düşünceler karşısında da doğrudan varlığımızı tehdit eden varlık karşısında içgüdüsel olarak gösterdiğimiz bu iki tip tepkide bulunuruz.

Tehditler, salt doğrudan varlığımıza ilişkin olmayabilir. Varlığı bütünleyen, destekleyen, sürmesi ve geliştirilmesinde yardımcı olan her türlü canlıya, cansız eşya ve olguya karşı yapılan tehdit ve saldırılar doğrudan varlığa yapılmış olarak algılanarak aynı tepkiler ortaya çıkar.

Varlığımızı bütünleyen, destekleyen, geliştiren varlıklara ve olgulara sevgi duyarız. Sevgi duygusu taşıdığımız her varlık ve olguya yapılan düşmanlık ve sevgi duyduğumuz varlıkların sevgi duyduklarına yapılan saldırı ve tehditler de doğrudan öz varlığa yapılmış olarak algılanır ve bu iki tip tepki ortaya çıkar. Bu sevgi olgusu zincirleme, sevginin bağlandığı en son halkaya değin gider. İkincil bir varlık alanı olarak varlığı kuşatır.

Düşünce dünyasında ortaya çıkan sevgi duygulanımı ve ilişkileri, dış dünyada ortaya çıkan sevgi duygulanımı ve ilişkileri ile özdeş nitelikler taşır. Sevgi duyulan düşünce ve düşünce dizgeleri ve bu bunlara sahip kişi ve topluluklara yapılan düşünce dünyasında saldırılar karşısında aynı tepkiler içgüdüsel olarak ortaya çıkar. Sevdiğimiz düşüncelere ve düşüncelerimizi sevenlere yapılan saldırı karşısında öfke, kin, üzüntü, tasa, kaygı,korku..vb duyarız.

Yerleşmiş olan düşünce dizgeleri, düşünler, değer yargıları ve yeni düşünler arasındaki  çatışmalar, varlıklar üzerinde yapılan çatışmaları simgeler. Bu çatışmalar  içgüdüsel tepkileri uyararak sürekli etkinliklerini canlı tutar. Dinsel inançlar, dinsel inanç yapısında olan düşünce dizgeleri arasındaki çatışmalar, somut dünyada ortaya çıkan duygu tepkilerini sürekli uyarılmasına neden olurlar. Bu düşünce bütünlüklerinin, olgularının ortaya çıkardığı duygu tepkileri düşünce bütünlüklerinin özelliklerine göre kavramlaştırılır: İslamcı tepki (duygulanım), toplumcu tepki (duygulanım), ulusalcı tepki (duygulanım)..vb.

Dinsel, mezhepsel, grupsal çatışmalar bu tepkilerin, düşüncelerin çatışmasıdır. Her düşünsel alandaki duygusal tepki, somut bir nefsi müdafaa tepkisi olarak ortaya çıkar, saldırının ortadan kaldırılması veya kalkması ile sona erer.

Düşüncelerin daha özgür olarak söylendiği, düşüncelerin daha geniş ölçülerde çatıştığı, düşüncelerin birbirlerine saldırdığı demokratik yönetimlerde, düşüncelere bağlı öfke, kin, düşmanlık, korku, kaygı..vb duyguların daha çok çıkması kaçınılmazdır. Demokratik yönetimlerin öz niteliği olan düşüncelerin özgür olarak dile getirilmesi ve savunulması, düşünceler arasında çatışmaların, saldırıların olmasına neden olur. Düşünce alanındaki bu savaş, somut dünyada da savaşları, birbirine düşmanlıkları ortaya çıkarır.  Saldırılar karşısındaki duygusal tepkileri günlük yaşamın bir parçası durumuna getirir. Zaman zaman soyut alandaki tepkiler somut alana yansır, kavgalar olur, cinayetler işlenir.

Demokratik yönetimlerde, somut alanda düşmanlıkların ortaya çıkmaması için düşüncelerini söyleyen ve savunanların çok hoşgörülü olmaları gerekir. Bu zorunluluk, demokratik yönetimlerin ‘hoşgörüyü (toleransı)’ özniteliklerinden birisi yapar. Ancak, soyut alandaki çatışmaların nitelikleri ile somut alandaki çatışmaların niteliklerinin özdeş olması nedeniyle ilgi, yakınlık ve özellikle sevgi duyulan düşüncelere, düşünce sahiplerine, gruplarına..vb yapılan saldırılara karşı kin, nefret, öfke; üzüntü, kaygı..vb duymamak, düşman olmamak çok zordur. İnsanın bu doğal özü nedeniyle hoşgörülü olmak çok güçtür. Özgür düşüncenin önemini kavramış olmak, düşünceler arasındaki çatışmalarda öfke, kin, düşmanlık, korku, kaygı..vb, duygu ve tepkilerinin ortaya çıkmasını önlemeye yetmemektedir. 

Düşüncelerin  anlatımı, düşünceler arasındaki çatışmaların somut alanda çatışmaya dönüşmemesi çok duyarlı bir üslubu gerektirir.
Düşünce özgürlüğü ifadesi altında özel çıkarları dile getiren ve çatışan düşünceler, dış dünyada çatışmaları zorunlu kılar. Bu gerçeği özellikle seçimlerin gerçekleştirilme zamanlarında net olarak görürüz. Düşüncelerin çatışmasının somut alanda en yakın tarihte görülen örneği, ABD’nin Arizona eyaletinde 08/01/2011 Cumartesi günü düzenlenen silahlı saldırıda altı kişinin hayatını kaybettiği, aralarında Temsilciler Meclisi üyesi Gabrielle Giffords'un da bulunduğu 14 kişinin yaralandığı saldırıdır. Sayın ABD devlet başkanı Obama’nın konuşması demokratik yönetimlerindeki düşünce alanındaki çatışmaların somut alanda görülüşünün nedenlerini çok güzel dile getirmektedir: “, "Söylemlerimizin aşırı derecede kutuplaştığı bir dönemde, dünyanın başına gelen bütün kötülüklerden dolayı tüm suçu bizden farklı düşünenlerin üzerine yıkmaya aşırı hevesli olduğumuz bir dönemde... bir an için durup, birbirimizle yaralayıcı değil, onarıcı bir şekilde konuştuğumuzdan emin olmamız hepimiz için büyük önem taşıyor."

Düşünceler açıklanırken, savunulurken dile getiriliş biçiminde ‘genel yarar’ düşüncesinin çok duyarlı olarak ifade edilebiliyor olması gerekir. Ancak genel yarar düşüncesi altında özel çıkarları savunan ve diğer düşüncelere saldıran düşünceler, somut alanda da çatışmaların, düşmanlıkların ortaya çıkmasına neden olur. Bu tip düşüncelerden bazıları genel yararı savunduklarını ileri sürerek doğrudan diğer düşüncelere soyut ve somut alanda düşmanlıklarını ilan ederler ve savaş açarlar. Demokratik ortamın düşünce alanındaki savaşının somut alandaki savaşa dönüşmesi kaçınılmaz  olur. Genel kanıyı oluşturma (çoğunluğun oyu ile iktidar olma) çabaları demokratik yönetimlerin özü olsa da bu tür kanı oluşturma için düşüncelerin savunulması toplumlarda somut düşmanlıkların oluşmasına, kin, öfke duygularının topluma egemen olmasına, toplumsal bunalımlara, somut çatışmalara neden olur.

Bu tip düşünceler büyük uslamlama ve mantıksal disiplinle ortaya konulan etkileme gücü olan, şiddetli sevgi ve özveri duygulanımları taşıyan dizgesel nitelikte düşünce bütünlükleridir  İdeolojik duygulanımlar olarak adlandırabileceğimiz bu toplumsal etkili duygulanımların başlıcaları dinsel duygulanımı, ulusal duygulanım, emek duygulanımı veya ideolojileridir. Bunların dışında düşünce dizgeleri içinde, erdemliliğe, yurt sevgisine, ideal toplum düşüncelerine dayanan istek ve duygulanımlar (ideolojiler) varsa   da, dinsel, ulusal ve emek duygulanımları kadar öne çıkmazlar.
Bu düşünce dizgelerinin bazı açıklayıcı ve yayıcıları, düşünce sistemlerini yaşamın amacı durumuna getirdikleri için üslupları doğrudan çatışma, saldırı biçimindedir. Demokratik ortamlarda bu saldırı ve düşmanca üslup, demokrasinin özniteliği olan hoşgörüye aykırı olmasına rağmen kolaylıkla kullanılır.

Bu düşünce dizge ve birlikleri, genel yarar için değiştirilmesi amaçlanan ve belirli koşullarda doğru ve gerekli olan düşüncelerden oluşurlar. Sevgi, özveri ve düşmanlık duygulanımlarını kanılarla birlikte yayarlar. Düşünce bütünlüğü olarak ortaya çıkışlarını oluşturan koşullar ortadan kalktığı ve koşullarla uyumlu olmadığı durumlarda da birer çözüm düşünleri olma eğilimi taşıdıklarından ve  kitleleri özel amaçları yönünde yönlendirmek ve egemen olmak isteyen kişi ve grupların kullandıkları birer araç olarak, yanlış eylemlere ve toplumda yıkıcı etkilere neden olurlar.

DİN İNANCI:
Tanrılaştırılmaya en elverişli varlıklar, Montaigne’nin dediği gibi: “en az bildiğimiz şeyler değil, bizden en güçlü olan şeylerdir.” Bu güçler, kendilerinin gücüne en çok gereksinme duyduğumuz varlıklardır. “İnsan önce, kendisinden güçlü ve üstün gördüğü fizik güçlere taptı”(Volney).
Bu gücü yanında gören insan varlığı, kendini sonsuz güvende hisseder. Din inancı ile insan, varlığını, doğaya karşı güvende hissetmiştir.
Din inancı ile insanın varlığında kendine ve yaşama karşı güven duygusu egemen olur; korku, kaygı, yılgınlığın yerini cesaret, huzur, sevgi , sevinç..vb alır.

 Dinlerin kökeni insanın, kendisini kendinden güçlü güçlere karşı korumak için yarattığı eylemde yatar. Kendinden güçlü güçlere karşı kendini korumanın en basit  yolu, ona hoş görünmek, onun isteklerini yerine getirmektir. İlkel insan kendinden üstün olan vahşi hayvan ve doğa olaylarını hoş edebilmek için ona yiyecekler, kendisinin sahip olduğu en değerli ürünleri ona sunmayı görgü ve deneyimleriyle öğrenmiştir. Ancak ona yaklaşma sorunu vardır. Bunun için onun çizgilerini çizer, bu çizgilerinin yanına yiyecekler koyar. Böylece ilk resim sanat olarak ortaya çıkar. Daha sonra putlarını yapar, putlarına kurbanlar keserek hoşnutluğunu elde etme çabasını sürdürür. Tanrıların hoşuna gitmek için putlarının önünde yapmış oldukları taklitler, çıkardıkları sesler şiir ve müziğin, dansın ve tiyatronun ilkel görünümleridir. Böylece yontu(heykel) sanatı, dans, tiyatro, şiir ve müzik sanatı doğar.

İlkel insanın bu kendinden güçlü güçlere tapma eylemi, kendi cinslerine karşı da olur. Yunanlıların Tanrı olarak insan kişiliklerini oluşturmaları bu nedenledir. Zeus, insan kişiliğinde canlandırılan ve heykelleri yapılan en büyük tanrıdır. Antik Yunanlılarda olimpiyatlarda, büyük başarı gösteren sporcular da bu nedenle yarı Tanrı olarak görülürdü.

Krallar ve soyluların toplumda diğer insanlardan sahip oldukları  üstün güçleri ile ortaya çıktıkları görülür. İnsanlar, içlerinden en güçlü kişi ve kişileri kendilerine koruyucu seçmiş, güçlerinin altına sığınmışlardır.

Varlığı eksik olan insan tamlığa muhtaçtır ve bu tamlığı tam bir güce sahip olarak gördüğü doğadaki varlıklarda ve olaylarda aramıştır.
İlkel insan zayıf, güçsüz, eksik olan varlığını koruyarak güven altına almak için, kendinden üstün ve varlığı için tehlikeli olan her yaratık ve doğa olayını tanrılaştırır, sonuçta çok tanrılı dinler ortaya çıkar. Evindeki, aile düzenini koruması için kendisine inandığı ocak tanrısından başlayarak, gökte kendisine ve tüm canlılara yaşam kaynağı olan güneşe kadar taptığı birçok tanrıya inanır, güvenir; dua ederek yardımına sığınır. Bu çok tanrılı dinsel inanç yaşamın dünyanın her tarafında, toplumların birbiriyle etkileşimi olmaksızın, ilkel insanın belirli gelişme evresinde zorunlu olarak ortaya çıktığı görülür.

İnsan, varlığını güvenleştirmek ve yetkin olarak sürdürmek için kendinden üstün birden fazla güçlere tapınmasını(çok tanrılı inancı), bu güçlerin zayıflığını görmesi ve birden fazla tanrının ussal olarak varlığının olamayacağı bilincine varması ile sona erdirir. En son Yargısında öncesiz ve sonrasız olarak  varlığını sürdüren, hiçbir koşulda zayıf olmayan bir güce yönelerek, bu niteliklere sahip ancak tek bir Tanrı olabileceği ve bu tanrıya inanılması, güvenilmesi ve sığınılması gerektiği düşüncesi ve inancına  vararak tek tanrılı dinsel inancı kabullenir.



En Yüce Yaratanı Arayış Güdüsü:
İnsan varlığının ussal, düşsel, duygusal olarak en büyük yaratanı ( koruyucu, güvenliği sağlayıcı, besleyici varlığı, büyük babayı, ulu yaratanı); geriye doğru giderek, çevresini saran tüm yer ve zamanlarda araştırarak bulmak istemesi, ona erişme çabası; sonsuz bir neden –sonuç edimler zincirinin doğayı kuşatan varlığının varlığımızı da etkilemiş olmasından içgüdüsel olarak ortaya çıkar. Altbilinçte zaman zaman bu etkinin uyandığını duyumsarız, düşünürüz, bulmak isteriz. Ancak sonsuz geriye gidişin içinde kaybolarak sorunu çözemeyiz. Hz.İbrahim Peygamber, böyle bir düşünüş içinde sonsuz varlığı, yüce yaratanı, ay’a yıldızlara, güneşe ..vb bakarak soruşturmuş, sonuçta, tümel bir varlığı kabullenerek ve inanarak çözüm bulmuştur.

Tanrı inancına olan gereksinim; yaşamın acı, işkence, felaketlerine, korkularına karşı koyabilme, dayanıklı olma, direnç sağlama için sığınacak bir koruyucunun, güven sağlayıcının varlığına olan gereksinimden ortaya çıkar. Tanrı inancı, yaşamın zorluklarına karşı vücudun geliştirdiği bir direnç sağlama yöntemidir. İnsanın yaşama karşı bağışıklık sistemini geliştirmesidir. Dinsel inanç düşüncesini, insan, vücudunun bağışıklık sisteminin bir parçası olarak oluşturduğundan, insan türü varolduğu sürece, bütünüyle olumsuzlamak, yok saymak olanaklı değildir. İnsan Tanrısal varlığı, yitirdiğini düşündüğü zamanlarda yine arayıp bulmuştur. İnsan varolduğu sürece ruhun ölmezliği düşüncesi, varlığının sonsuz süreceği inancı, sonsuz yaşam isteği olacaktır.
“ Çeşit çeşit acı ve en çok da haksızlıktan, şahsi ve dünyevi günahlardan ezilmiş olan basit, alçak gönüllü Rus ruhu için en büyük ihtiyaç avuntu, kutsal bir varlık bulup önünde secdeye kapanmaktır.” (s.31), Dostoyevski, Karamazov Kardeşler.

DİN İNANCININ İNSAN RUHU ÜZERİNDEKİ OLUMLU ETKİLERİ :
Dostoyevski, Karamazov  Kardeşler romanında çağının düşünce akımlarını ve bu düşünce akımları arasındaki çatışmaları anlatır. Özellikle de onsekizinci yüzyılda dinler üzerine yapılan eleştiriler sonucu din inancının zayıflamasını, Tanrı inancının yitirilmesini ve Tanrı inancının yitirilmesi sonucu ortaya çıkan toplumsal değişmeleri, aile yapısında bozulmaları kişi ve olaylarla gözler önünde canlandırmaya çalışır. Bir yandan karakterleri ile din inancının gereksizliği düşüncesini savunanları betimlerken, diğer yandan dinin insan ve toplum yaşamı için vazgeçilmez olduğunu betimler. Din inancı ile insanın varlığında kendine ve yaşama karşı güven duygusu egemen olmuştur; korku, kaygı, yılgınlığın yerini cesaret, huzur, sevgi , sevinç..vb almıştır.

 “…Sinirli, şüphesiz ruhça hasta kadının kutsal ekmekle şarabın önünde eğilirken bütün vücudunda tam anlamıyla bir değişme, mucize ve iyileşmeye inancından doğan bir sarsılma oluyordu. Kriz bir zaman bile sürse yüzde yüz bir iyileşme oluyordu. Şimdi de Staretz önlüğünün ucunu hastanın başına koyar koymaz aynı şey oldu.” (s.49), Dostoyevski, Karamazov Kardeşler.
Dostoyevski’nin de romanında gösterdiği gibi dinsel inanç ve dinsel sevgi, insanlarda ruhsal tedavi etkisi yaratır. Bu etki insan vücudunda bağışıklık sisteminin güçlenmesine neden olarak gerçekleşir.
Psikolojik terapide de hasta anlatımlarıyla güven, sevgi, ilgi, yakınlık ortamında varlığını duyarak korkularını üzerinden atar. Terapist psikologun rolü, bu güven ortamını oluşturan, kendine güvenilen, kendinden destek alınan etken durumundadır.

Sevginin iyileştirme gücü de aynı ilkelerden ileri gelir. Dinsel inançla gelen Tanrı sevgisi korkuları insan ruhundan siler. Psikolojik bozukluk ve hastalıkların temel nedeni, genetik olarak fizyolojik yapıda bozukluklardan ileri gelmediği sürece, insan ruhunda korkuların yapmış olduğu etkilerdir. “…hep korkular içinde olan kadın, bir çeşit sinir hastalığına utuldu. Bu hastalığa çoğu zaman basit tabakada ve köylü kadınlar arasında rastlanır. ‘Havaleli’ derler bunlara.” (s.14), Dostoyevski, Karamazov Kardeşler.

İnsan varlığında ortaya çıkan bu “doğal din inancı”, insan varlığında doğada üstün güçlere karşı savaşma gücü yaratmış, insanlığın gelişim sürecinin ayrılmaz bir parçası olmuştur. Bu nedenle insan düşünen bir varlık, toplumsal olan bir varlık olduğu kadar dinsel bir varlıktır.

MÜZİK İLE RUHSAL OLAYLARIN TEDAVİ YÖNTEMİ VE  DİN İNANCI İLE BENZEŞMESİ:
Müziğin bozulan ruhsal durumları iyileştirmesi etkisi, din inancının  sevgi gücünün insan bağışıklık sisteminde ortaya çıkardığı güç ile iyileştirme etkisine benzer nitelikler taşır. Müzik sesleri, ruhsal yapıda bozukluklara neden olan korku olaylarının yerine sevgi, güven, cesaret veren imgelemleri ruhsal yapıda uyandırarak, fizyolojik yapıda bağışıklık gücünü artırır; korkuları ortadan kaldırarak, kendine olan güven duygusunu ortaya çıkarır.

Özellikle Osmanlı darüşşifalarında müzik ile tedavi yöntemi yüzlerce yıl bir yöntem olarak uygulanmıştır, ancak, etkili bir yöntem olarak görülmediğinden sonraki yıllarda vazgeçilmiş görünüyor. Bu tedavi yönteminin etkisinin zayıf kalması, tüm hastalıkların tedavisinde olduğu gibi, tedavinin bireysel oluşu ilkesinin önemsenmemesinden veya bilincinin uygulanmamasından ileri gelir.
Tüm tedaviler her bireyde, bireyin bağışıklık sistemine, bireyin yapısına ve hastalığın bireydeki özelliklerine göre değişir. Müzik ile uygulanacak tedavide de her bireyin, doğuştan başlayarak etkileşimde kaldığı müzik seslerinin nitelikleri belirlenerek bireye özgü müzik makam ve ritimleri ile tedavi yöntemi uygulanır.

Müziğin ruhsal yapılardaki biçimlendirme gücü bireyseldir. Bireylerin ruhsal yapıları, kişilikleri oluşurken müziğin makam ve ritimlerinin etkileri de bu kişiliklerde bireysel özellikler oluşturarak yerleşir. Aynı makam ve ritimler, aynı tür müzikler bireylerin kişiliklerine bağlı olarak ayrı etkiler bırakır. Duygulanımların kaynağı olan nesnel olgular, her bireyde ayrı ayrı öznel yaşamının sürecinde yaşanan olguların, dinlenen veya duyulan müziğin sesleriyle özdeşleşmesiyle ruhsal kişilikte yerleşir.

Bireylerin doğumundan başlayarak ruhsal yapıları biçimlenirken, dinlenen müziğin makam ve ritimlerinin yalın ve bileşik olarak, bireysel özelliklerde ruhsal yapıya yerleştiği görülür; makam ve ritimler bireylerin kişiliklerinde özel olarak belleklenir, genel belleklenme durumu seyrek görülür.
Aynı makam ve ritmin her bireyde ayrı etki bırakması bu bireysel  etkilenimlerden kaynaklanır. Müziğin kulaklardan giren titreşimleri kalıplaşmış nesnel gerçekleri simgeleyen enerji etkileridir. Yaşam süreci içinde ruhsal yapıya, müzik dinlerken, müzik sesleri ile birlikte yerleşen yaşam öyküsünün izleri, dinlenen müzik sesleri ile bileşir, etki-edilgi olarak kaynaşır. Müzik dinlenirken, yaşamın imgeleri her bireyin öznel yaşam sürecinin etkilerine göre canlandırır. Müzik ile birlikte söylenen sözler (güfteler) bu bireysel geçmiş yaşam imgelerinin canlanmasını kolaylaştırır. Kişilere göre müzik zevkinin değişmesinin nedeni  bu gerçekliktir. Yaşanmış olan yaşamın duygulanımlı kesitleri, sahneleri ile müziğin sesleri özdeşleşir.

 Bu özdeşleşme, koşullaşma sonucu çalınan bir müziğin sesinin özdeşleşmeyi nedenleyen ortak titreşimleri, öznel gerçekliğinin duygulanımlarını ortaya çıkarır. Yolda, evde, işte, bir deniz kenarında.vb değişik ortamlarda duyulan müziğin titreşimleri, duygulanımlı yaşam kesitleri ile özdeş olduğundan, bu yaşam kesitlerini, yaşam kesitinin ortamında bulunmamasına rağmen yeniden canlandırır ve kendine bağlı duygulanımı açığa çıkarır; hüzünlenir, tasalanır, kaygılanır, üzülür veya sevgi, sevinç duyar, coşar, öfkelenir,.vb

Müziğin bu bireyselliği nedeniyle aynı makam ve ritim her bireyde ayrı etkide bulunur. Yavaş, sakin ritimli Klasik Sanat Müzik türünde bir müzik bir bireyin ruhunda sakinlik, huzur etkisi bırakırken, başka bir bireyde hüzün, karamsarlık bırakır; sanat müziğinde sevgi, sevinç bırakırken, pop türü müzikte ve hatta Arabesk bir müzikte öfke, yücelme etkisi bırakır. Bu olgu kişilerin yaşam ortamlarında paylaştıkları müziğin türüne göre değişimler gösterir.  Ayrı müzik türleri (genel kategorilerdeki makam ve ritimlerin genel etkilerinin dışında), makam ve ritimleri aynı duygulanımlara neden olduğu gibi,  aynı müzik türleri, (genel kategorilerdeki makam ve ritimlerin genel etkilerinin dışında), makam ve ritimlerinin ayrı duygulanımlara neden olduğu görülür.

Ruhsal bozuklukları oluşturan korku, kaygı, tasa, üzüntü, ürkü etkilerinin ruhsal yapıdan silinerek sevgi, sevinç, güven, coşku, yücelme duygularını ruhsal yapıda uyandıracak ve fizyolojik yapının bağışıklığını kuracak yaşam izleriyle  özdeşleşen müzik seslerini her birey için belirleyerek, müzik ile tedavi yöntemi etkili olarak kullanılabilir.

DİN İDEOLOJİSİ:
Doğal Din inancının insanlar üzerindeki olumlu etkileri  genişletilerek,  Öncesiz ve sonrasız, tüm varlıkları yaratma, koruma ve yok etme gücüne sahip Tek bir Yaratanın toplum üzerindeki düzenleyici birleştirici etkileri düşünülerek dinsel inançlara dayanan ideal devlet düzeni  sistemi geliştirilmiştir. Bu düşünce sisteminin ilkesi toplum ve doğada her olgunun nedeninin  Tanrının varlığından geldiği düşünüşüdür. Bu düşünüşe ve Tanrısal düzene aykırı her düşünüş ve düşünceyi savunuş somut çatışma, düşmanlık nedenidir. İnsanlar arasında iyiliği, yardımlaşmayı, adaleti, eşitliği ve yasakları tanrının istekleri olarak gören bu düşünüş, zamanla kişilerin ve grupların özel çıkarlarının da sağlandığı ve korunduğu Tanrısal istekler durumuna gelmiştir.

Doğa ve toplumda ortaya çıkan her olgu ve varlığını nedenini Tanrıya bağlamak gözleme dayanan olgularla (bilimsel düşünüşle) çelişir. Bu bakış açısı sonucu tarih boyunca dinler bilimlerle çatışma içinde olmuş ve bilimsel gerçeklerin gerisinde kalmışlardır. Bireyler için olumlu bir olgu olan doğal din inancı,  ideal toplum düzeni oluşturma ereği taşıdığında dinlerin kendi aralarında savaşmalarına neden olduğu gibi, tek bir dinin kendi içinde de düşmanlıklara neden olmuş ve insanların huzur ve mutluluğunun en büyük engeli olan toplumsal düzenler durumuna gelmişlerdir.

Dinsel Düşünce Sistemleri İlkelerinin Bilimsel İlkelerle Çelişmesi ve Çelişkinin Ortadan Kaldırılması:
Gazali ve onun düşüncesinin etkisinde kalan birçok insan, Tanrının istenci ile tüm varlıkları tek tek, değişmez olarak yarattığına inanır. Üç büyük ilahi dinde bu temel düşünüşü görürüz. Bu  düşünüş bilimsel düşünüş olan algılara dayanan, gözlem ve deneyi reddeten bir düşünüştür. Varlıklar arasındaki neden-sonuç,etki-edilgi, ilinti-ilişki, algılamalarını kabul etmeyen, zamanı, devinimi, değişmeyi yok sayan çok yanlış bir düşünüştür. İnsanı gerçeği kavrayamaz, bilimsel düşünemez duruma getirdiğinden, insan ve toplumların uygarlıkta ilerlemesini engelleyen yanlış bir düşünüştür.

İster nedenlerin kendi başına sonsuza kadar gittiğini ve ilk nedeni oluşturan bir varlığı kabul etmeyen Dehriyeler (materyalistler) olsun, ister tüm varlıkları öncesiz ve sonsuz varlığın (Tanrının) yarattığını ve bu nedenden başka neden bulunmadığına inanan dinciler olsun, tüm düşünürler (antik filozoflar, Eflatun, Aristo da birlikte)  Evrenin yaratılışının bir Nedeni ve başlangıcı olduğunu, evreni yaratan bir etkinin varlığını kabullenirler. Nedenler (etkiler) sürecinin başlangıcında varlığının nedeni olmayan bir varlığın bulunması zorunludur (yoksa nedenler sonsuza uzanır gider). Bu konuda filozoflar arasında görüş birliği vardır.

Evreni yaratan nedenin varlığının niteliği üzerine tartışmalarda ise ortak bir görüş yoktur. Mantıksal işlemlerle birbirine çelişik düşüncelerin varlığı ileri sürülebilir. Tanrının varlığı mantıksal ilkelerle, uslamlama yapılarak kanıtlanabildiği gibi reddedilebilir de. Geçerliği veya geçersizliği zorunlu mantık kuralları ile kanıtlanarak bilinir olan konularda uzlaşmazlık uslamlama ile değil algılama ile yargıya varılarak çözülmesi gerekirse de, algılamayı aşan konularda algılarımız yetersiz kaldığından mantık kurallarının  kanıtları ile yetinmemiz gerekmektedir.


Öncesiz, sonrasız olan varlığın değişimini kabul edilmeyebilirsek de, sonradan varolanın, öncesi olanın değişimini kabul etmek gerekir. Bu gerçeği kabul etmemek algılanabileni reddetmektir ki bu yaşamın varlığını kabul etmemek demektir. Evrenin tanrı tarafından öncesiz ve sonsuz, değişmez olarak yaratıldığı, zamanın şimdiki durumu üzerinden hareketle yapılacak gözlemlerle, algılanan olgularla sorgulandığında reddedilmesi gerekir. “… başlangıç noktasının, içinde bulunduğumuz an’a göre yaratılmış bulunan noktadan daha uzak olması olanaklıdır. Bunu kabul ettiğiniz taktirde sonradan varolan ve sonu olmayan birtakım zaman dilimlerinin olanaklılığını kabullenmiş olursunuz.” (s.48), İbni Rüşt, Tutarsızlığın Tutarsızlığı.

 Bazı düşünürlere göre ise doğal olan düşünüş ile etken olan varlıkların değişme gücü  kendilerinin bir parçasını oluşturur. Öncesiz olanın değişeceği de kabul edilir. Yani öncesiz olandan öncesi olan çıkabilir. Eyleyenin durumunda da eylemlerinin çoğu istenç ile gerçekleşebileceği gibi doğal olarak da gerçekleşir. Öncesi olanın tarihi, değişimi, eyleme gücü vardır. Öncesiz olanın öncesi, değişimi olmadığından durağandır; devinimden ve eyleme gücünden yoksundur.

Yaratan evrenden ve zamandan ayrıdır. Ancak evren zamandan ve hareketten ayrılamaz. Evreni yaratan zamanı ve devinimi de yaratmıştır. Hareket olmadan zamanı ve evreni anlamak olanaksızdır.

 İbni Rüşt ve filozoflar iki tür varlığı kesin kanıt kabul ederler. A) Doğasında devinim bulunmayan varlık (Tanrı) ki, zamanla ilintisi yoktur, öncesizdir.
b) Doğasında devinim olan ve zamandan ayrılamayan varlık (evren) ki ilk neden, hareket ettiricinin varlığını zorunlu kılar.

Bu iki varlık birbirinden ayrı değil, özünde birleşiktir. Evrenin yaradılışında Tanrı evreni önceler, önce gelir. Tanrı evrenin nedeni olarak evreni yarattıktan sonra, oluşan olgu ve gerçeklikleri önceleyen evrendir. Algılamaya, gözlemlemeye, olgulara dayanan kanıt gereği devinen, değişen, birbirini izleyen neden-sonuçlardan oluşan, döngüsel devinimle sonsuzluğa uzanan bir evren anlayışını; rastgele, istençle yaratılan evren anlayışına tercih etmek gerekir.

Eyleyenin eyleminde değişiklik (evreni yaratma eyleminin ortaya çıkışı) bir değişimi gerektirir; her değişim de bir değiştiriciyi gerektirir. Bu sonsuza kadar süren bir durumdur. Ya da ilk eyleyen (öncesiz varlık) hiçbir değişime açık değildir. Bu durumda ilk eyleyenin varlığını ve eylemini kabul ederiz. Sonraki varlık değişime ve oluşa açıktır. “ Eyleyene ilişik olmayan, bir değiştiriciye gereksinim olmaksızın, değişenin özünde bir takım değişikliklerin gerçekleşebileceğini ve bazı değişikliklerin bir değiştirici olmaksızın öncesine ilişebileceği kabul edilmelidir.” (s.27) ), İbni Rüşt, Tutarsızlığın Tutarsızlığı.


DİN İLKELERİYLE KURULAN İDEAL DEVLET DÜŞÜNCESİ:
İdeal devlet düzenlemesinin din ideolojisi üzerine kurulması büyük yanılgı oluşturur. Dinsel ideolojiye dayanan bir din devletinin Hıristiyan Sosyalizmi, İslam Sosyalizmi ..vb sistemlerin toplum ve devlet yapısında dogmatik düşünce ve inançlara yol açtığı, hoşgörü ortamını ortadan kaldırdığı, toplumun gelişmesinin ve insan ilişkilerinin düzenlenmesinin en büyük düşmanı durumuna geldiği görülmüştür.
Özel çıkarlar amaçlayan kişi ve gruplar, toplumlara egemen olmak için dinsel inançların duygusallığını araç olarak yaygın olarak kullanırlar. Bu tip toplum sistemleri ideal toplum tipi değil ancak ideal olarak sömürülen toplum tipleri olurlar.

Mason ve Benzeri Örgütlenmelerin Dinsel İnanç Duygulanımlarını Özel Amaçları Ve Çıkarları İçin Araç Olarak Kullanmaları:
Dostoyevski, Karamazov Kardeşler romanında İvan’ın kişiliğinde Mason Tarikatının idealleri üzerinde durur. Belki Dostoyevski’nin kendisi bir Masondur, kendi düşüncelerini dile getirmektedir.

İvan’ın düşüncelerine göre, dinsel inancı olmayan birkaç yüzbin kişiye diğer insanların dinsel bağlarla bağlanması sağlanacak, bu birkaç yüzbin kişinin tüm buyruk ve isteklerini, diğer tüm insanlar hiç karşı koymadan  yerine getirecekler, böyle bir toplumsal sistemde yönetenler dışında herkes mutlu olacak.

“Böylece başlarında onları yöneten birkaç yüz bin kişinin dışında kalan milyonlarca insan mutlu olacak. Yalnız sırların koruyucusu bizler mutsuz olacağız.” (s.286)
“Bir anlaşmaya uyularak kurulmuş gizli bir birlik aciz insanları mutlu kılmak için, sırrı onlardan saklamak için kurulmuş bir birlik olabilir. Kesinlikle vardır bu olmalı da…Öyle sanıyorum ki, masonluğun temeli buna benzer bir sırra dayanmaktadır.” (s.289)

Bu ve buna benzer sistemdeki bir toplum,ancak,  dinsel inançlarla kurulan ideal olarak, sömürülen bir toplum olur.

Birbirine Düşman Düşünce Sistemlerinin Bileşik Alanı: Dinsel İdeolojiler-Ulusalcı İdeolojiler-Toplumcu İdeolojiler:
Dostoyevski, çağının düşünce akımlarını anlatırken, sonraki yüzyılda üzerine kanlı toplumsal düzenler kurulacak akımlara ilişkin önemli bir gözlemden söz eder.

 “ Paris’teyken…ilginç bir adam tanıdım. Bu adam, bir ajandan öte siyasi bir kimlik taşıyan bir ajan grubunun başında şef gibi bir şeydi…O sıralar kovuşturmaya uğrayan devrimci sosyalistlerden söz ediyordu… o saygıdeğer ajanın ağzından kaçırdığı hayli ilgi çekici birkaç sözü tekrarlayalım: ‘ Bizim bütün bu sosyalist, anarşist, dinsiz ve devrimcilerden pek o kadar korktuğumuz yok! dedi. Onların peşindeyiz ve ne yapıp ettiklerini gayet iyi biliyoruz. Fakat aralarında tek tük de olsa birkaç kişi var ki; durumları tamamen başka: bunlar hem Tanrıya inanan Hıristiyanlar hem de sosyalistler…bizi en çok bunlar endişeye düşürüyor.” (70, 71), Dostoyevski, Karamazov Kardeşler.

Bu Hıristiyan sosyalist düşünce sistemine, bir yüzyıl sonra nasyonalist düşünce ve duygulanım da eklendiğinde ortaya insanları etkileme gücü çok  yüksek düşünce akımları ortaya çıkacaktır. Ulusalcı-toplumcu Hıristiyan    düşünce ve duygulanımın gücünü bir yüzyıl sonra Adolf Hitler en etkili biçimde kullanacak, bu bileşik ideolojik alan etkisi altında kalan insanlar özgür iradelerini ve düşüncelerini yitirecek, bir ülke bütün olarak usa aykırı, mantık dışı, insan varlığına karşıt bu toplum sisteminin tutsakları olacaktır.

İdeal toplum dinsel ilkelerle gerçekleştirilemediği gibi, dinsel bir süreç taşıyan, nitelikler gösteren toplumcu-ortaklaşmacı ilkelerle de gerçekleştirilememiştir. Gerçekleşmesi bilimsel gerçeklik taşımaz. Ulusalcı toplum düzeni ise toplumsal bir sistem bile değildir. Toplumun varlık nedeni olan bireyler arasındaki yardımlaşma, dayanışma, dostluk, kardeşlik öğelerinin ve duygularının iki toplum arasındaki egemenlik, savaş ilişkileri sonucu daha güçlü olarak ortaya çıkışıdır. İki toplum arasındaki savaş, yaşamın korunması güdüsü sonucu toplumların bireyleri birbirine daha güçlü birlik, sevgi, kardeşlik ve özveri duyguları ile bağlanırlar. Ortaya çıkan bu güçlü duygusal bağ, toplumu diğer toplumlardan ayıran ortak özelliklerin belirgin olarak ortaya çıkmasına neden olur. Bu özellikler her toplumu birbirinden ayıran ulusal niteliklerdir. Ulusallık iki toplum arasındaki ilişkilerin karşılaştırılmasıyla vardır. Genel olarak toplumların dostluğu, kardeşliği, iyi ilişkileri düşünüldüğünde ulusallık nitelikleri ortadan kalkar. Ulusal duygu ve düşünceler, iki toplum arasında çatışma ortamının ilişkilerinde ortaya çıkar.

 Bu düşünce bütünlükleri, kendilerini oluşturan koşullarda işlevlerini yerine getirirler. Varlıklarının nedeni olan koşular dışında, bu düşünce bütünlükleri yapay imgelemler, sanrılar (halüsinasyonlar) oluştururlar. Duygusal tepkilere bağlı olan bu düşünceler ile insanların yönlendirilmesi, belirli amaçlarda kullanılması olanaklı duruma gelir.

İnsan varolduğu sürece ruhun ölmezliği düşüncesi, varlığının sonsuz süreceği inancı, sonsuz yaşam isteği olacaktır.  Bu inanç ve düşüncelere ters düşünüşler de olacaktır. Bu iki seçenek özgür olarak insan iradesine bırakılmalı, mutlu olma yöntemini insanlar kendileri özgür olarak belirlemelidir. Bu seçenekleri ideal devlet ve toplum düzeni düşünceleri ile bağıntılamamalıdır. İdeal devlet ve toplum düzeninin gerçekleştirilmesi toplumbilim, siyaset bilimi, ekonomi, psikoloji ve hukuk bilimlerinin ortaya koyacağı çok geniş ilke ve yasalar bütününden oluşabilir.

İnsanı dinsel inanç içinde kalan tek yönlü yaşama bakan bir varlık olarak görmemelidir. İnsan, yaşama süreci içinde yaşama anlayış ve bakışını sürekli değiştiren bir varlıktır. Bu nedenle:” insanlık, ruhun ölümsüzlüğünde inanmasa bile kendinde erdem için yaşama gücünü bulur. Bunu özgürlüğe, kardeşliğe, eşitliğe düşkünlüğünden alır.” (s.88) ), Dostoyevski, Karamazov Kardeşler.


Tanrıya inanmamak demek, toplumda her davranışı özgürce göstermek, hırsızlık yapmak, öldürmek, yalan söylemek…vb demek değildir.  Doğa ve toplumsal yasaları, kuralları öğrenen, bilincinde olan bir insan, mutlu olarak yaşayabilmesi için bu toplum ve doğa yasalarına, kurallarına göre yaşaması gerektiğini bilir.

Toplumun ve doğanın bir düzeni vardır. Bu düzene karşı gelen Tanrının buyruk ve yasaklarına karşı gelmiştir; bu dünyada ve ölümden sonraki dünyada cezalandırılırlar

EVRENİN CANLI VARLIK OLDUĞU DÜŞÜNCESİ:
Tanrısal bir cezalandırma sistemi gibi, canlı olarak kabul edilen bir doğa sistemi tarafından da cezalandırılmaların gerçekleştirildiği  kabul edilir. Antik filozoflar ve birçok İslam filozofu Evreni canlı bir varlık olarak düşünürler.
“Her etki, bilgili bir canlıdan çıkar… Gökler diri ve kavrayış sahibi cisimlerdir.”(s.175), İbni Rüşd, Tutarsızlığın Tutarsızlığı.

Gökcisimlerinin ve sistemli tüm maddenin bir canlılığı vardır. Bu canlılık üreme, yok olma biçiminde bilinen canlılık değildir. Cisimler de canlılar gibi, nedenler ve nedenliler hiyerarşisi içinde bir dizge doluşturarak canlılık kazanırlar.
 “Biz herhangi bir cismin nitelik ve nicelik olarak sınırlı, dışsal bir etkene göre ve rastgele yönlerde değil özünden önce kendince belirlenmiş bir yönde, uzayda aynı anda karşıt yönlerde hareket ettiğini gördüğümüz zaman onun canlı olduğunu düşünürüz.” (s.58) ), İbni Rüşd, Tutarsızlığın Tutarsızlığı.
 “ Evrenin yaratılışındaki uyumu, dengeyi, inceliği anlayamayan, onun rastgele yerleştirilen, dizilen paralellerden bileştiğini sanır. Gerçekte ise uyum ve dengenin oluşumunun içindeki inceliği, özündeki ilke ve yasalarla bilmek gerekir.” (s.60) İbni Rüşd, Tutarsızlığın Tutarsızlığı.

Burada istenç ve eyleme niteliklerine sahip olan bir canlılık değil de, doğa ve toplumsal düzenin yasalarına, ilkelerine karşı olan bir eylemin kesin olarak zarar göreceği düşüncesinin oluşturduğu etkinin canlılık olarak kabul edilmesidir. Yasa ve ilkelere karşı yapılan her türlü eylemler: hırsızlık, dolandırıcılık, ara bozuculuk ..vb yapılan toplumsal kötülükler de dahil kesin olarak cezalandırılırlar.

TOPLUMCU DUYGULANIM:
Toplumculuğun (ortaklaşmacılığın) dinsel süreç izlemesi, din inancı ilkesi ile zıtlık oluşturuyorsa da emek duygulanımı ile insan yığınlarını eyleme sürükleyen niteliği ile din duygusuyla olan benzerlikten ileri gelir. Bu duygu, din duygusunu ortaya çıkaran ahirette ve dünyada sonsuz iyi yaşama anlayışı ile kendi oluşturduğu dünyada daha iyi bir yaşama biçiminin gerçekleşmesi idealiyle benzeşir.

Sosyalizm sanayileşmek, verimliliği arttırmak amacı ile kurulmuş bir sistemden önce toplumda paylaşımı yeniden düzenlemeyi ve bu yol ile toplumsal düzeni yeniden kurmayı amaçlayan bir düşünce sistemidir. İlerleyen yıllarda, kapitalist sistem denilen ülkelerden ekonomik ve teknik olarak geri kalmamak için sanayileşmede yarışır duruma girmiş, güçlü ve ekonomik zenginliğin ancak sanayi ile olanaklı olacağı için sanayileşmeyi sistem içinde amaç edinmiştir.
Her iki üretim sistemi, üretimin eşit, adaletli dağıtımını amaçları arasına alır, ancak her iki sistem de bu amacı gerçekleştirecek ilkeler yerine, daha çok verim ve üretimi amaç olarak aldığından, verimlilik ve zenginlikten küçük bir bölüm aşırı pay alır.

Toplumsal yaşamın ilkesi olan yardımlaşma, dayanışma ile güvenliğin ve gereksinmelerin sağlanması, Darvin’in “güçlü olan yaşar, zayıf olanlar ayıklanır” ilkesine dayanan hayvanların ormanlardaki yaşamından çıkardığı kuramının insan toplumuna uygulanması ile toplumsal yaşama biçimi ile orman ortamında hayvanların yaşama biçimleri özdeşleştirilmiştir. Toplumculuk felsefe ve toplumsal düzen akımının bu ilkeyi benimsemesi ile toplumsal ortam, ormanlaşan bir ortamın niteliklerine büründüğünden toplumsal çatışmalar artar. Bu felsefenin, toplum düzeni için gözlemlerinden oluşan kuramı o günkü toplumsal ortamda gerçeklere iliştirilerek mistik denecek kadar uygunluk gösteren bir forma sokulmuştur: Toplumlar,  toplum ve insanlık tarihi, birbirleri ile acımasızca savaşan  sınıflara ayrılır. Sınıflar arasındaki çatışma doğal ve toplumsal yasalara göre zorunludur. İnsanın düşünce yapısı, mantığı da çatışma mantığına dayanır. Ancak bu çatışmalar toplumculuk düzeninde ortadan kalkacaktır.

Gerçekte sınıf olarak ortaya çıkan toplumsal grup ve katmanlar işbölümünün zorunlu sonuçlarıdır. Toplumların gelişmesi ile kurulan yeni üretim alanlarına bağlı olarak yeni işbölümleri, bağlı olarak üretim yapan toplum kesimleri ortaya çıkar. Toplumsal yaşam da insanların birbiriyle yardımlaşma, dayanışma zorunluluğundandır; bu zorunluluk çatışmayı değil  yardımlaşmayı, dayanışmayı zorunlu kılar.

Toplumculuk olarak kavramlaştırılan bu akım, gerçek olarak tam bir “sınıfçılık akımı”dır. Sınıfçılık akımı, toplumsal yaşamı yeniden kurmayı amaçlarken toplumsal yaşamı yıkmaya yönelik, toplumlar üzerinde kargaşalara, kaoslara neden olan akım olmuştur.

KARŞITLIKLAR (ÇATIŞMA) MANTIĞI , GELİŞME MANTIĞI:
Bilgilerimiz salt varlıkların karşıtlarının niteliklerinin birlikte gözlemlenmesiyle ortaya çıkmaz. Bilginin edinilmesi yöntemini ve bilginin türlerini üç grupta toplayabiliriz.
a)     Duyulara ve betimlemeye, açıklamaya dayanan bilgi yöntemi.
b)     Betimlemeli bilgilerin yeniden araştırılmasına, karşılaştırılmasına, ilişkilendirilmesine dayanan bilgiler.
c)     Tüm kavramların, ilke ve yasaların yeniden mantık kural ve ilkeleri ile düşünceden geçirilerek sonuçlara gidilmesi ile elde edilen bilgiler.

İnsan bilgisi, tüm evrenin bilgisine sahip(tümel) olunan bir bilgi değildir. Sürekli artan, gelişen eksik bir bilgidir. İnsan usunun tümel olmaması nedeniyle, evrendeki varlığın bilgisini bütün (Bir) olarak, sonsuz bağlantıları, görecelilikleri, sonsuz neden-sonuç ve birbirine ilişik olan nitelikleri ile birlikte kavrayarak bilgisine erişemez. Fenomenlerden (algılamalardan) gelen tekil bilgileri birleştirerek varlıkların özlerini belirler, kavramlaştırır, cinslere, türlere (kategorilere) ayırır, ilkelere yasalara ulaşır. Tekillerden ve Tikellerden oluşturduğu bu sınırlı tümellerin bilgileriyle, algılanan yeni  tekillerin bilgisini ilişkilendirerek bilinen varlık ve varlıksal olguların sayısını arttırır. Yine daha tümel olan   bilgilerle ilişkilendirilen tekil olgu ve varlıkların daha açılayıcı bilgisine ulaşmış olur. Usun bilgisinin artışı evrendeki varlıkların sayısal artışın görüntüsünü oluşturur.

İnsan usu her varlığın özünün bilgisine varmak için, kavradığı özü olumlaması (varlığını belirlemesi), özün dışındaki varlıkları olumsuzlaması ( yokluğu kabul etmesi) gerekir. Aynı anda, aynı zamanda, aynı yönüyle hiçbir varlık hem var, hem de yok olamaz. “ Bir şeyi tanımlarken olumlama ile olumsuzlamayı bir araya getirmek hayal gücüne bile aykırıdır.”(s.308)
“ Öz bakımından karşıt olan şeyler, bunları kabul edenlerin farklı olmalarını gerektirir. Karşıtların etkisini aynı anda kabullenme ise olanaksızdır.” (s.64),İbni Rüşt, Tutarsızlığın Tutarsızlığı.

Karşıtların ve çelişkilerin varlığı, olgu ve varlığın süreçlerinin bütünü göz önünde bulunduğunda ortaya çıkar. Ancak varlık şimdiki zamanda vardır, geçmiş varlığı ve gelecek olan varlığı olumsuzluktur  (yokluktur). (Bk.,Sürekli Değişen, Dönüşen ve Göreli Olarak Değişken olan Varlık ve Olguların Bilgisine Erimenin İlkeleri, www.iinci.blogspot.com )
Sonuçta toplumların içindeki savaşı kanıtlamak için insan mantığının da çatışmalarla oluştuğu düşüncesini kanıtlama çabası, önceden belirlenen amaçlara ulaşma çabasıdır. Bu çaba bilimsel bilgi olarak ileri sürülmesine karşın bilimsel değildir ve ‘doğru bilgiyi’ bulma amacı taşımaz.

KAMUSALCI TOPLUM SİSTEMİNİN TOPLUMSAL GELİŞMEYİ ENGELLEMESİ
-İnsanın doğası gereği, ödüllendirilmelerle üretimin desteklendiği, üretim yeteneklerinin değerlemesinin sınırlandırılmadığı; inisiyatife dayanan, özel girişimcilik ortamlarında üretim yetenek ve güçlerinin potansiyelleri tam olarak ortaya çıkar.
-Yaşanan deneyimlerle kamusallaştırılmış üretim birimlerinde verimliliğin düştüğü görülmüştür (sorumlulukların ötelenmesi, işgücünün de ötelenmesini getirir).
-  Üretici kadrolar, üreticilerin üretim yeteneklerine göre  kamu çıkarları yönünde değil,  kişisel ve grupsal çıkarların hizmetine yönelik olarak oluşturulmuş, değiştirilmiştir. Kadroların siyasi güçlerin çıkarları yönünde kullanılması engellenememiştir.
-Kamuya ait işletmelerde teknolojik yeniliklere ayak uydurulamamaktadır.
-Bu toplumsal sistemin dogmatik yapısı düşüncelerin uygun üslupla da olsa özgür olarak dile getirilmesini kabul etmediğinden, bilimin ve teknolojik gelişmelerin önünde engel oluşturur.
-İdeal olarak kabul ettiği toplumsal sistemin gerçekleştirilmesi, gelişen ekonomilerle, gelişen toplumlarla bağdaşmaz. Ürünlerin bol üretilerek bir araya toplanması ve paylaşımı ile insanın boş zaman oluşturması ve özgürce yaşaması gelişen ekonomilerle uyumlu değildir. Ürünlerin türselleşerek gelişmesi eğilimi (yasası) ile düşünülen toplum sistemi çelişmektedir.  Bu nedenle bu sistem toplumların gelişme ve ilerlemelerin önünde engel oluşturur. İnsanın Mutluluğu da salt ekonomik ortamlara bağlı değildir. (Bk. Mutluluğun Anlıksal Bağlantıları, www.iinci.blogspot.com )
 

Ortak İlkelere Sahip İnsan Yapısının Oluşumu :
Bilgi gelişme sürecini sürdürürken, süreç içinde sahip olunan doğru bilgileri doğru eylemelerde bulunabilmek için kabullenmek zorunludur.
Kesinleşmiş tümel ilkelere tüm insanların sahip olması (kesin ilkelerde uzlaşan standart insan formunun oluşması ) olanaksızsa da siyaset insanlarının, toplumların yönetici kadrolarında bulunanların, toplum ve kurum, şirket yöneticiliği ve sorumluluğuna erişenlerin, bilim insanlarının bu ortak ilkelere sahip olması olanaklıdır. Düşünceler arasında düşmanlık oluşturan çatışmalar, dikkat edilecek üslup duyarlılığı ile birlikte tümelleşmiş bilgilerde ortak kabullenmelerle ortadan kaldırılabilir. Sözü edilen gruptaki insanların bu tümel (standart) formu almalarıyla iyi bir toplum ve dünya düzeni olanaklı olabilir.


İsmail İNCİ, 22/01/2011




23 Aralık 2010 Perşembe

MÜZİĞİN TOPLUM ÜZERİNE ETKİLERİ

TEKNOLOJİK GELİŞMELERDEN 

ETKİLENEN MÜZİK SANATININ BİREY VE

TOPLUM ÜZERİNE ETKİLERİ

 

 



TEKNİK GELİŞMELERİN SANATLARA ETKİSİ VE TEKNİK GELİŞMELERDEN ETKİLENEN SANATIN TOPLUM OLGULARI ÜZERİNE ETKİLERİ:
Sanat duygusal algıları ortaya çıkarır, canlı tutar ve çoğaltır. Duyguların etkinliğinin canlı tutulması, ve artması duygusal etkinliklerin öfkenin, korkunun, sevincin, coşkunun, yücelme vb nin de bireylerde ve toplumlarda artmasına neden olur.
Teknolojideki gelişmeler sanatın bu etkinliğinin daha da artmasına neden olmuştur. Yirminci yüzyılın başlarından başlayarak, sanat teknik donanımlardan aldığı destekle, duygulanımlar üzerine  çok daha şiddetli ve çok daha yaygın olarak (süre ve yer olarak) etki etme gücüne sahiptir . Radyo, televizyon iletişim araçları ile, kısa zaman öncesine kadar plaklar, kasetler ile, zamanımızda CD ve DVD’ ler , bilgisayarlar, sinema salonları, ses gücü arttırılmış büyük açık hava konserleri ile..vb insan duygulanımları üzerinde büyük bir etki-baskı yapmaktadır. İnsan duygusal algılamaları  sürekli açık tutulmakta, duygusal yaşantıların patolojik etki altında kalmasına neden olmaktadır. Bu ortamda İnsanların ve toplumların  aşırı duygu yüklenmesi kaçınılmazdır. Aşırı duygu yüklenmeleri sonucu insan ve toplumların gerçek yaşamla bağları zayıflar, yapay dünyaların yaşantılarının etkisi altında kalır. Etki altında kalınan sanatların uyandırdığı duygulanım türüne bağlı olarak birey ve toplumlarda karamsarlık, öfke, coşku ve aşırı güvenle birlikte yücelme duygularının..vb şiddetli olarak ortaya çıkar . Bu duygulanımlara bağlı olarak, ussallığa bağlı olarak ortaya çıkan davranışlar azalır.

Teknolojide gelişmelerden yararlanan özellikle müzik ve müzikle birlikte görüntülü olarak yapılan sanatlar, toplumun en alt bireylerine kadar yaygınlaşmış, büyük etkileme yeteneği kazanmış, sonuçta duygusal davranışların patolojik derecede artmasına neden olmuştur. Son yüzyıl içinde çıkan iki büyük savaşta ve diğer savaşlarda, ulusların birbiri üzerinde egemenlik kurma amaçlarında, ekonomik ve siyasal nedenlerle birlikte  teknoloji ile güçlenen sanatın insanların ruhunda ortaya çıkardığı değişikliklerin büyük etkileri vardır.

MÜZİĞİN BİREYSEL VE TOPLUMSAL ETKİLERİ:
Platon, İbni Rüşt gibi büyük düşünürler, çağlarında etkinliği, yaygınlığı günümüzle kıyaslanamayacak kadar az olmasına karşın müziğin toplum üzerine etkilerini yüzlerce yıl öncesinde görmüşler ve birtakım düzenlemelerin yapılmasını iyi devlet yönetimi için kesin olarak gerekli görmüşlerdir. Platon’a göre Taklit (tragedya-dram) sanatının yanında, savaşçıların ruhunu eğitirken dinlenilen müziğin ritmi ve makamı da önemlidir. Gevşek, bozuk, ağır ve aşırı hızlı, hüzünlü makam ve ritimler savaşçıların ruhsal eğitimini olumsuz etkiler. Onun düşünmüş olduğu eğitimde ruhsal yönden yücelten makam ve ritimler dışında musiki dinletilmeyecektir.

İbni Rüşt’ün 1500 yıl sonraki yorumuna göre de :Savaşçıların korkusuz ve yiğit olarak yetişebilmesi için, ölümden, cehennemden söz etmemek gerekir.Ağlamak ve aşırı gülmek iyi değildir. Savaşçılar hayvanları ve doğadaki sesleri taklit etmemelidir. Dinleyecekleri makam ve ritimlerin seçimi çok önemlidir. Müzik ruhta yiğitliği devindiren, ağırbaşlılık  ve sükunete yönlendiren makam ve ritimlerden oluşmalıdır.

Platonik erdemli yurttaşlar, hiçbir maddi karşılık beklemeden iyilik ve yararlılıkta bulunmayı düşünen ve uygulayan yurttaşlardır. Müziğin itici, devindirici, coşturucu etkilemesiyle, yabancı( ilişkisiz)  başka bir imgelemde bulunmadan  bu davranışların kalıpları içinde kalırlar.

Beden, iyi bir beden eğitimi ve alınan besinlerle istekleri karşılanınca, tutkularının, aşırı
isteklerinin ortaya çıkması için elverişli , uygun duruma gelir. Temel gereksinmeleri ile ilgisi kalmadığından daha üstte olan istekleri ortaya çıkar. Bu isteklerin aşırı itkisi zararlı davranışları ortaya çıkarır. Önlemek için, ağırbaşlı, yavaş, sakin ritimli müzik ile beden yeniden eğitilirse, tutkuları yumuşatılır. Fakat sürekli yavaş, sakin ritimli müzik ise bedende gevşemeye, tembelliğe yol açar.Yüksek hızlı ritimli beden eğitimi beden gücünü arttırır.

BİREY VE TOPLUM İÇİN EN UYGUN MÜZİĞİN SEÇİMİ:
Müziğin ruhsal yapılardaki biçimlendirme gücü bireyseldir. Bireylerin ruhsal yapıları oluşurken, kişilikleri oluşurken müziğin makam ve ritimlerinin etkilemeleri bireysel özellikler kazanır.  Aynı makam ve ritimler, aynı tür müzikler bireylerin kişiliklerine bağlı olarak ayrı etkiler bırakır. Duygulanımların kaynağı olan nesnel olgular, her bireyin öznel yaşamının sürecinin etkileri ile müziğin sesleriyle özdeşleşme sonucu ortaya çıktığından, müzik zevki kişilere göreli değişir.

Müziğin bu bireysel etkileme gücüne rağmen, bireylerde ve toplumda ortak, genel etkileme gücü olan makam ve ritimler de vardır. Platon ve İbni Rüşt’ün de belirlediği gibi, sürekli yavaş, sakin ritimli müzik  bedende gevşemeye, tembelliğe yol açar.Yüksek hızlı ritimli müzikler beden gücünü arttırır. Bazı yavaş ritimli müzikler ise karamsarlığa, melankoliye yol açar..vb

Bir toplumda ruhsal durumunun sağlıklı, canlı olması, sahip oldukları iş verimlililiklerinin açığa çıkması, bedenlerinin tembel olmaması için hızlı, coşkulu aynı zamanda kendine güven ve yücelik duygusu veren ritim ve makamların bulunduğu müziklerin dinletilmesi  en uygun görülmektedir.


İsmail İNCİ, 23//12/2010









20 Aralık 2010 Pazartesi

BİREYSEL RUHUN KİTLE RUHU İLE ÖZDEŞLEŞMESİ

KİTLESEL RUHUN BİREYSEL RUH 

ÜZERİNE ETKİLERİ

 




BİREYİN RUHSAL DURUMUNUN KİTLENİN RUHSAL ETKİSİ ALTINA GEÇİŞİ:
Le Bon bireysel psikolojik durumun kitle içine giren bireyde ortaya çıkışını (kitle psikolojinin ortaya çıkışını), “kalıtımsal etkenlerden oluşan bilinçsiz bir özden” kaynaklandığını varsayar.

Bu varsayımın tersine, bireyde kitle psikolojinin ortaya çıkışı salt toplumsal etkilerden kaynaklanır. Toplumsal etkiler, bireyin biyolojik ve bireysel duygulanımlarıyla algılarında ortaya çıkan değişimleri, kitle içine giren bireysel ruhsal durumun kitlesel ruhsal duruma dönüşümünün nedenlerini bize açıklar

Yas içinde bir kitle içine karışan birey, kitlenin yas niteliğini, sevinç durumunda bir kitleye giren birey sevinç niteliğini, öfke içinde veya coşkunluk içinde olan bir kitle içinde ise öfke ve coşkunluk niteliklerini kazanır. Bireyin ruhsal özü kitle içinde eriyerek, bireysel psikolojik durumu kitlesel psikolojik duruma dönüşür. Kitlenin sahip olduğu duygulanımlar ve duygulanım uyandıran düşünce etkileri, bireye bulaşıcı bir hastalık gibi bulaşır. Birey, bireysel istencinden çıkarak, kitlenin istenci altına girer, kitlenin bir öğesi olur. Bu değişim, genetik veya ırksal bir ruhtan değil, insanın biyolojik-fizyolojik yapısında, doğumdan sonra toplum içinde oluşan ruhsal izlerden gelir. Bireyin ruhsal durumunun kitlenin ruhsal durumunda eriyerek karışması, bireyin doğumundan sonraki yaşama evrelerinde edindiği toplu yaşama deney ve görgüleri ile gerek biyolojik gerekse toplumsal ortak özellik ve bağlardan ileri gelir. Kitlede bulunan özgürlük, ulus, yurt.. vb. düşünce ve duygulanımları bireylerin psikolojik yapılarında da vardır. Toplumsal yaşamın evrelerinde edinilen düşünce ve duygulanımlar, belirlenen amaç ve hedefler birey ile kitlenin ortak nitelikleri durumundadır. Karamsarlık ruhsal durumu içinde bir bireyin, sevinçli ve coşkulu kitle içinde eriyip gitmesi ve kitle ruhuna dönüşmesi, bireyin ruhsal yaşantısının üzerine odaklanan algılarının kitle içinde, kitlenin algılarına dönüşmesi ile oluşur.

Bireysel ruhun bu kitlesel ruha geçişi, kitlenin içinden çıkınca sona erebilir. Buna “geçici kitlesel ruhsal duruma geçiş” diyebiliriz. Kalıcı olarak kitlenin ruhsal durumuna geçiş, bireyin varlığını kitlenin varlığı ile özdeşleştirmesi, kalıcı olarak kendi ruhsal durumunu oluşturan nedenden sıyrılarak kitlenin ruhunu oluşturan nedeni etki olarak kabullenmekle gerçekleşir. Karamsar ve kaygılı bireysel ruhsal durum, kitlenin sevinçli, coşkulu ve öfkeli ruhsal durumu ile özdeşleşerek kitle ile bağlarını kurar ve kitle psikolojisini kabullenir. Bu kabullenmeye neden bireyin varlığının kitlenin varlığı ile  yetkinleştiriyor olmasıdır. Her birey, toplumsal bir varlık olarak kitle içinde kendini güven içinde algılar ve varlığının yetkinleştiğini duyar. Karamsarlıktan, kaygıdan uzaklaşır. Tersi olarak da, korku ve kaygı içinde olan bir kitle, bireyin de korku ve kaygı içine girmesine neden olur, çünkü bireyin varlığı kitlenin varlıksal durumuna bağlıdır, kitlenin ruhu ile özdeşleşmiştir. Yine bu  neden gereği, kitleye duyulan öfkeyi, saldırıyı kendi varlığına yapılmış olarak algılar. Bireyin etkinliği kitlenin etkinliği içinde erir, kitlenin eyleminin ayrılmaz parçası olur. Kitlenin içindeki eylemin hedefi ve amacı, özgürlüğünün sınırları sorgulanmaz. Hedef ve amaçlar kitle tarafından doğrulanmış, eylemin özgürlüğünün sınırları kitle tarafından çizilmiştir. Eylemin amaçları ve özgürlükleri kitlenin güvencesi altındadır.


KİTLE VE BİREYİN NİTELİK İLİŞKİSİ:
Kitle bireylerden oluştuğundan, kitlenin sahip olduğu nitelikler bireylerin niteliklerine göre değişir. Bilgili, kültürlü; öfkeli, coşkulu kitleler bireylerinin bu niteliklerinin varlığını yansıtır.

Kitleler bireylerden oluştukları için, bireysel psikolojilerin niteliklerini gösterirler. Kendisine saygılı olana saygıyla, kendisine öfkeyle yaklaşana öfkeyle karşılık verirler. Kitlelerin sahip oldukları düşünce yapıları da bireylerinin düşünsel nitelikleri gereği birbirinden farklıdır. Bu farklılık, kitlenin psikolojik yapısı ile bireyin psikolojik yapısının (kitle ile bireyin) özdeşleşebilmesini engelleyen en büyük etkendir. Düşünce, us ve mantıksal niteliklere  ilişkin kitle birey özdeşleşmesi dışında özdeşleşmelerde etkileşim kolaylıkla gerçekleşir. Düşünüş biçimi farklılıkları kitleleri ve bireyleri birbirinden ayırır. Dünyaya bakış açısı farklı bir bireyin  kitle içine girip kaynaşamaması bu ayrıcı niteliğin ayırıcı gücündendir.

Toplumdan ve kitleden yalıtık  bireyde davranışın ortaya çıkış yönü kişisel yarar (çıkar) iken, kitle içinde kişisel yarar topluluğun yararına yönelir. Sonuçta kişisel yarar topluluk yararı ile özdeşleşerek algılanır. Bireyin bu davranışı ahlaki yapıyı oluşturur. Ahlaklı olmakla gerçekte kendi yararını düşünmüş olur. Kitlenin içinde, kitlesel ruhla özdeşleşmeyen; kitlenin zararına, kendi yararına göre davranan (çıkarcı olan), kitleye zarar verirken kendi varlığına da zarar verir. Toplumsal düşünmeyen, toplumu yıpratırken kendi varlığını da yıpratmaktadır.

Bireysel psikolojinin kitle psikolojisi içinde eriyebilmesi için kitle ile birey arasında bu varlıksal bağın bulunduğunun kesin olarak algılanması gerekir. Tersi durumda birey kitleye katılmayacak, kitlenin zararına tavır alacaktır. Çıkarcı, ahlaksız, kargaşa çıkarıcı bireysel psikolojiler ortaya çıkacaktır.

KİTLE ÖNDERİ İLE KİTLE -BİREY İLİŞKİSİ:
Önder, kitleyi oluşturan ortak duygulanımların, amaçların, ideallerin, düşüncelerin bütününü taşıyan bir simgedir. Kitlenin bireylerinin ortak niteliklerini üzerinde taşıyan ve en iyi dile getiren kişidir. Bu niteliği ile önder bir yandan kitlenin bir bireyi diğer yandan ise kitlenin kendisidir. Bireylerin algılarında yatan istekleri, idealleri, her türlü duygulanımlarıdır. Kitleyi bir arada tutan bağ, bireyleri birbirine bağlayan güçtür. Bireylerin kendilerini güven altında hissettikleri, isteklerini karşılayacak, ideallere ulaştıracak ‘Yüce Benliktir’. Bu nedenle önderlere aşırı ilgi gösterilir, yüceltilir, düşünce ve anlatımları peşinde tartışmasız, eleştirisiz gidilir. Hatta tarihte örnekleri görüldüğü gibi, diktatörlük rejimlerinde tanrılaştırılır.( Hitler, Mussoloni örneklerinde olduğu gibi)

BİREYİN KİTLEDEN ETKİLENMESİNDE DOĞRUDAN VE DOLAYLI İLETİŞİM:
Bireyin psikolojik yapısının kitle psikoloji içinde erimesi, en güçlü olarak doğrudan birebir kitle içinde kitlenin etkisi algılanarak gerçekleşir. Birey salt usunun, mantık gücünün etkisini varlığını denetlemede kullanmadığı sürece kitlenin psikolojik yapısından kurtulamaz.

Bireyin psikolojik yapısının kitle psikoloji içinde erimesi, kitle psikoloji ile kaynaşması, özdeşlemesi, doğrudan kitle içine girmeden de gerçekleşebilir. Birey kitle içinde bulunmadığı halde, bulunuyor ortamı oluşturularak, bireyin ruhsal durumu kitlenin ruhsal durumunun etkisi altına alınabilir. Bu psikolojik değişim, bireysel ruhsal durumlarla kurulacak iletişim ile gerçekleşir. İletişim ise, birebir olmadığından iletişim araçları ile sağlanacak demektir. İletişim araçlarının etki gücüne, kullanım yeteneğine bağlı olarak bireysel ruhsal durumlar kitlesel ruhsal duruma dönüştürülür, bireysel davranışlar kitlesel davranışlar durumuna getirilir. Bu geçiş ve dönüşümler yine bireylerin sahip oldukları salt usun, mantığın etki gücünün oranına bağlıdır.

İletişim araçları çağımızda bilim ve teknolojiye bağlı olarak görsel ve işitsel olarak olanaksız olarak görülen birçok düşü geride bırakarak gelişmiştir. Bu gelişmenin en etkili yöntemi, elektronik dalgalarla uzaktan beyin denetimini kurarak bireysel ve kitlesel ruhsal durumları etki altına alarak bireylere ve kitlelere yön vermektir. (bk. Uzayda Yapılan Açık ve Gizli (Askeri) Büyük Bilimsel Deneyler ve Etkileri, http://www.iinci.blogspot.com/ )

İletişim teknolojilerindeki bu büyük gelişmenin bireyin istencini, özgürlüğünü ortadan kaldırarak, kendi dışında istençlerin kölesi durumuna gelişini kolaylaştırdığı, olanaklı duruma getirdiği için büyük zararlı etkileri vardır. Ancak diğer yandan, her türlü bilgiye ulaşımı kolaylaştırdığı, bilinçliliği arttırdığı,  bireyin kendi istencini kullanarak yaşamına yön verme olanağını sağladığı için dengeleyen bir yararı vardır. Bu dengenin bireyin yararına daha gelişmesi için bireylerin, bütün zamanlardan daha fazla bilimsel ilkelere bağlı, salt us ve mantık çözümlemeleri ile istençlerini oluşturarak yaşamlarını yönlendirmeleri gerekir.




İsmail İNCİ, 20//12/2010









12 Aralık 2010 Pazar

TOPLUMSAL BARIŞIN BOZULMASININ VE TOPLUMSAL KARGAŞANIN ORTAYA ÇIKIŞININ NEDENLERİ


İNSANLAR VE TOPLUMLAR ARASINDAKİ ÇATIŞMALARIN (ÇELİŞKİLERİN) ORTAYA ÇIKIŞ NEDENLERİ VE ÇÖZÜM YOLLARI


İnsanlar toplum durumunda bir arada yaşama zorunluluğu nedeniyle birbirlerini severler. Bu sevgi zorunluluktan gelerek insan ruhunda içselleşmiş, altbilinçte ve vicdanında yer etmiştir. Altbilince, içgüdülere yerleşen bu duygu ve bilinç nedeniyle insanlar birbirleri ile yardımlaşma, dayanışma içindedir. Bu bilince aykırı davranışlar, eylemler vicdanı yaralar, toplum tarafından da cezalandırılır.

SEVGİ KAVRAMI   :
Birbirine benzer özelliklere sahip olan canlılar birbirlerine güven duyarlar. Bu güven,  benzer özellikler taşıdıklarından, birbirlerine zarar vermeyecekleri kanısı ve güdüsünden; varlıklarını tehdit eden, zarar veren tehlikelere karşı birlikte savunma ve yardımlaşma içgüdü, duygu ve kanılarına sahip olmaktan ileri gelir. Güven güdü ve kanısı arttıkça varlıklar arasında birbirine yaklaşma, bağlanma düşünce ve duygulanımı da artar. Bu bağlılık sevgiyi ortaya çıkarır.

Bağlanma, bir arada tutma niteliği nedeni ile sevgi gücünü, bazı antik Çağ filozoflar fiziksel bir olay gibi değerlendirerek nesnelerin çokluğunu bir arada tutan etken olarak düşünmüşlerdir. Nesnelerin dağılmasına etken olan da düşmanlıktır.

Bu değerlendirmeler, fiziksel varlık ve olgular için doğru olmasa bile canlı olan tüm varlıklar için geçerli düşünüşlerdir. Toplumları bir arada tutan insanlar arasındaki sevgi bağı ve gücüdür. Aynı cins canlı topluluklarını bir araya getiren ve birbirlerine yaklaştıran, topluluk durumunda bulunmalarını sağlayan sevgi güdüsüdür.
Sevgi duygulanımı altında yatan altbilinç algılaması, karşılıksız yardım, korunma, varlığını bütünleme düşünceleridir. Bu bize, sevginin birebir ve eşzamanlı olmasa da karşılıklı dayanışmanın, yardımlaşmanın, varlıkların bütünlenmesinin olduğu durumlarda varolabileceğini de gösterir.

TOPLUMDA SEVGİNİN, DAYANIŞMANIN, YARDIMLAŞMANIN ORTADAN KALKMASI:
Her birey daha iyi ve refah içinde, sıkıntı çekmeden, yorgunluk duymadan yaşamak; toplumun ulaşmış olduğu uygarlık düzeyindeki maddi ve manevi    gereksinmelere doyum sağlayan tüm ürünlerine sahip olmak ister. Bu gereksinim ve istekler denge içindeki toplumda uyumsuzluklara, kargaşaya ,çatışmalara, (çelişkilere)  neden olur. Toplumdaki dengenin bozulması ile işlenen suçlar artar. Sevgi ve vicdan suçları işlemeye engel olamaz duruma gelir; yeni çıkarılan ceza  yasaları ile artan suçlar ortadan kaldırılmaya ve engellenmeye çalışılmasına rağmen, toplum içinde giderek büyüyen en üstün olma ve yaşama, bunun için yönetim gücünü elde etme  ilişkileri sonucu toplumun genel dengesi bozulur. Toplumsal barışın, içsel bağlanılışın bozulmasına neden olan çatışma, kargaşa ve kavgalar (çelişkiler) uygarlığın ilerlemesi ile ortaya çıkan yeni ürünler ve bağlı olarak yeni gereksinmelerle daha da artar. Jean Jaques Rouseau bu toplumsal gerçeği” Bilim ve Sanatlar Üzerine Konuşma” adlı yapıtında onsekizinci yüzyılda dile getirmiştir. Genelde toplumda varolan insan sevgisi ve insancıllık düşüncesi, bu çatışmalarla ortadan kalkar. Genel dengenin bozulmasına, sevginin ve dayanışmanın ortadan kaldırılmasına neden olan olayları toplum içindeki bazı kişilikler başlatır. Nedenlerin ortadan kaldırılabilmesi için bu kişiliklerin bilinmesi gerekir.

TOPLUMLARDA GENEL DENGEYİ BOZAN KİŞİLİKLER:
Toplumda varolan yasaların oluşturduğu düzene genelde bireyler, olağandışı koşullar bulunmadığı sürece uyarak dingin, huzurlu bir yaşam sürdürürler. Kendi içlerinde, gelenek göreneklerle yerleşmiş yardımlaşma ilişkileri ve toplumsal yasalarla bağlı oldukları belirlenmiş  güven, huzur ortamı içinde yaşamalarını sürdürme çabasında bulunurlar.

Toplumun genelini oluşturan bireylerinin dışında, azınlık bir sayı genel uyumlu düzeni; dingin, huzurlu yapıyı dönem dönem bozma eğiliminde bulunur. Her toplumda her zaman bu kişilikte bireyler vardır. Toplumsal düzeni kendi çıkarları, tutkuları yönünde bozan; toplumsal kurumların işleyişini engelleyerek, istek ve amaçları yönünde karıştıran hatta dağıtarak ortadan kaldıran (iğfal eden) kişiler bulunur. Bu kişiler, toplumun geneline karşı olarak kendi gruplarını, topluluklarını oluştururlar, bu gruplarını toplumun diğer bireyleri istek ve hevesleri yönünde kullanmak için kullanırlar. Bu tip kişilere ünlü yazar Octavıa PAZ çingonlar(bıçkınlar)der. “ Kafese konulmuş yırtıcı yaban kedisi gibi tehlikeli, kızgın ve oyunbozan olan [çıngoların] chingar eylemi, dünyamızı tropikler ormanına çeviren deyimleri anlatmada kullanılır. Ticarette kaplanlar, okul ve orduda kartallar, dostluk çevremizde aslanlar vardır….Kimsenin kimseye açılmadığı ve boyun eğmediği, şiddet ve kuşkunun tüm ilişkilere egemen olduğu cingon(bıçkın)lar  dünyasında, düşüncelerin ve başarının ne değeri olabilir ki? Değerli olan kişisel yönden güçlü olmak, gücünü ve erkekliğini ötekilere zorla kabul ettirmektir.” (s.82 Yalnızlık Dolambacı)

Toplumsal düzeni, hak ve adaleti, eşitliği bozan, ekonomik ayrıcalıkları oluşturan bütünüyle bu bıçkınlar dünyasının üyeleridir. Bu kişiliklerin etkilerini yoğunlaştırdığı dönemler içinde toplumlar, insanlık ideallerine en uygun bir düzene sahip oluyor bulunsalar da bu etkiler karşısında bozulup yozlaşmaya uğrarlar.

TOPLUMSAL ÇATIŞMALARIN ÖNLENMESİ VE İDEAL TOPLUMSAL DÜZENİN KURULMASI İLKESİ:
“…çekilen acıların geçip unutulacağına, insanlar arasındaki o gülünç, yakışıksız çelişmelerin, Öklit gücündeki insan akıllarının çirkin bir buluşu olarak silinivereceğine, daha sonra, dünya tragedyasının sonunda ölümsüz uyuma  kavuşulduğu anda  bütün kalpleri dolduracak, başkaldırmaları yatıştıracak, insanoğlunun işlediği bütün suçları, döktükleri kanı yalnız bağışlatmak değil, insanlara ait her şeyi büsbütün temize çıkaracak bir olayın ortaya çıkacağına inanıyorum.”(s.259), Dostoyevski, Karamazov Kardeşler.

Dostoyevski’nin bu ideal toplumsal düşüncesinin gerçekleşmesi için büyük toplum mühendisliği formüllerine, büyük toplumbilim, siyaset ve felsefe dizgelerine gerek yoktur. İdeal toplum düzenini, din devletinde, Hıristiyan sosyalizmi veya İslam sosyalizminde..vb aramak yanlış formüllerdir.


Toplumun düzenli ve adil işleyişini koruyabilmesi için, toplumsal düzeni, hak ve adaleti, eşitliği bozan, ekonomik ayrıcalıkları oluşturan bütünüyle bu bıçkınlar dünyasının üyelerini, toplumun dingin ve huzurlu dizgesi içinde yasa ve kurallara çok sıkı bağlı kalarak, enerjilerini ,verimliliklerini toplumun gelişmesi yönünde ortaya koymaları sağlanmalı; tutku dolu isteklerine ulaşmaları yolunun için bulundukları topluma zarar vererek değil tersine, toplumun yararına savaşarak ve daha çok üreterek, açık olduğunun bilinci oluşturulmalıdır.

Bu kişilikler toplumların gelişmesini sağlayan güçlerin başında gelir. Bir toplumun ekonomisini organizasyon ve yatırımlarla geliştiren girişimciler bu kişiliklerden çıkar. Ancak toplumun gerçek girişimcileri (müteşebbisleri) olarak ekonominin gelişmesini sağlayacak olan bu kişilerde, gerçek değer yaratarak zenginleşmenin ilkesinin “sürekli bölünür artar değer” üreterek toplumu zenginleştirirken zenginleşebilecekleri ekonomik bilincinin bulunması gerekir. “Toplumda zenginliğin ve eşitsizliğin kaynağı “bölünür artan değerin” varlığından kaynaklanır. Bu ayrımlılık bireylerin kendi onamaları ve istekleri ile ortaya çıkarken bu değere sahip olmayı da getirdiği zenginlik ile özendirmiş, kışkırtmış ve gelişmenin belki de tek veya en önemli nedeni yapmıştır. Bu, “bölünür artar değere” sahip olmayan toplumlar gelişmelerini sürdüremezler. “(Bknz. www.iinci.blogspot.com, Tümleşik Sabit Değer ve Bölünür Artar Değer) Bu ekonomik ilkenin dışında zenginleşmek için girişimde bulunacakları ekonomik faaliyetler, toplumsal karmaşayı, çatışmaları daha da arttırır.

İdeal toplum düzeninin temel ilkelerinden birisi, bu kişilikteki toplumsal tabaka-sınıfların eylemlerini yasalar içinde gerçekleştiriyor olmasıdır. Daha dingin, yasalara saygılı olan diğer bireylerin haklarının korunması titizlikle, genel yasalarla korunarak sağlanmalı, bu bıçkın(çinkon) kişiliklerin kendi yararları yönünde özel haklar sağlayan yasalar düzenlemeleri kesin olarak önlenmiş olmalıdır.
Bu kişiliklerin tutkularını ve eylemlerini zarar vermeyecek biçimde frenleyerek toplumsal hak ve adaletin korunması gerekir. Gruplaşmaları, topluluklaşmaları, güçlenmeleri; diğer toplum üyelerine ve yasalara saldırışları sert biçimde önlenmelidir.

TOPLUMLAR ARASINDAKİ ÇATIŞMALARIN NEDENLERİ VE ÇÖZÜM YOLLARI:
Toplumların aralarındaki ilişkilerde ortaya çıkan çatışmaların nedenleri bireysel ilişkilerle aynı nitelikler taşır. Genel insan sevgisi, insan yaşamına olan değer ve saygı tüm toplumda varolmasına rağmen toplumlar birbirlerine karşı şiddete başvurur,  savaşırlar ve acımasızca birbirlerini yok ederler. Büyük insanlık idealine rağmen birbirini acımasızca yok etmekten çekinmezler. Ulusların  bu biçimde davranışlarının mantığı, birbirleri üstünde kesin üstünlük sağlama, güçlü olma; aralarındaki ilişkilerin her alanında kesin olarak, üstünlüklerini büyük bir kıskançlıkla koruma ve varlıklarını sürdürebilmek için yeni bölgeler, topraklar bulma, ele geçirme isteklerinde kendini gösterir. Her toplum kendi varlığının gereksinimlerini ve bireylerinin mutluluğunu öncelikli olarak sağlama amacında olduğundan, diğer insan yaşamları ve insancıllık duygu ve düşünceleri varlığını koruyamaz.

Sömürge topraklara sahip olma, emperyalizm bu mantığın zorunlu tarihsel sonuçlarıdır. Tarihsel olaylar arasında çok görülen, devletlerin aralarında ittifaklar oluşturmalarının nedenleri, diğer toplumlar  üzerinde baskı, güç ve egemenlik, kendi aralarında ise güven blokları kurmak isteklerindendir. Hiçbir devlet diğer devletin kendi üzerinde güç oluşturmasını, kendi karşısında güçlü olmasını çekememektedir Sömürgeci yapıdaki ulusun yurttaşları da ulusunun gücünü diğer ulusların güçlerinin üstünde kalmasını ve olmasını sağlamak için gerekli bedensel ve anlıksal çaba içine girer. Diğer toplumların insanlarının  değeri,  insansal değer olarak görülmekten uzaklaşır.

Tarihsel olaylar ve süreçler incelendiğinde, uluslar arasındaki savaşların ve siyaset anlayışının her zaman birbirleri üzerinde üstün olma anlayışından kaynaklandığı görülür. Toplumlar arasındaki  kıskançlık ve  çekememezlik, insanlar arasındaki kıskançlık ve çekemezlik ilişkilerinin en acımasızı, duyarlısı, korku ve tasa taşıyanıdır.

Kıskançlık, çekememezlik bir hastalıktır. Bir kimsenin, başka birisinin kendi niteliklerinden, zenginlik ve güç öğeleri yönünden üstün olmasını istememek, buna dayanamamak ve izin vermemektir. Bu üstünlüğünü korumak için birinci yol, ondan daha üstün niteliklere ve öğelere sahip olmak, ikinci yol ise, onun bu üstünlükleri ele geçirmesine engel olmaktır.

Kıskançlık özellikle komşu olan, belirli toplumsal ilişki durumunda bulunan kişiler arasında bulunur. Birbiriyle komşu olmaktan ileri gelen görüşme ve tanışmalar kişileri aralarında karşılaştırma olanağı verir.Aralarında bir düşmanlık bulunmayan komşular, taraflardan birisinin bilgisizliği ve içgüdüsel davranışlarının etkisi ile üstünlük istemesi kıskançlığı ortaya çıkarır. Sürekli Üstün olmak istek ve düşüncesi taşıyan kişilikler, kendine güveni olmayan, korku ve tasalarla yaşayan hastalıklı psikolojik yapıya sahiptirler. Çünkü, toplum içinde yaşayan insanlar arasında düşmanlık değil dayanışma vardır; insanları bir araya getiren  korku, tasa, kaygı  değil sevgi duygularıdır. Kişilerin birbirine karşı olan üstünlükleri kişinin yetenek ve çalışmasına bağlı olarak topluma kattıkları değere göre değişir, her yönden herkesten üstün olma olanağı yoktur.

Ulusların aralarındaki kıskançlık, çekememezlik bir üstünlük yarışıdır. Ancak bu kıskançlık ve çekememezlik çok daha duyarlı ve güvenliğin üstünlükten geçiyor olması düşüncesi nedeni ile çok daha şiddetlidir. Bu Üstünlük yarışı ve güven içinde olma, ulusların davranış biçimini oluşturur. Daha çok  silahlanma, birlikler oluşturma; tehdit etme, sürtüşme ve savaşlar; birbirini zayıflatma, karıştırma, kargaşa çıkarma…vb enüstün olma kıskançlık, çekememezlik çabasının sonucudur.
Bu enüstün olma çaba ve savaşını toplumlar, aralarında gerekli güvenli ortamı oluşturabilirlerse ortadan kaldırabilirler.

Bu ilkeler yönünde ulusların davranışlarının bilimsel bir yöntemle ele alınarak incelenip değerlendirilmesi ve gerçekçi siyasetlerin uygulanması doğru davranışları oluşturacaktır.



12/12/2010, İsmail İNCİ


23 Kasım 2010 Salı

BİREYSEL VE TOPLUMSAL GENETİK ŞİFRENİN YAPILANMA SÜRECİ

GENETİK YAPININ OLUŞMASI SÜRECİ




“Toplumsal olguları değiştirme eylemini ortaya koyan birey bu olguların karşı direnci ile karşılaşır. Bu olguların zorlayıcı niteliğinin kendini göstermesidir. Topluluğun kurduğu baskı ile hissedilen duyumlar, topluluk baskısı ortadan kalkınca duyulan bireysel hislerden çok farklıdır. Bireysel olarak kazanılan bazı alışkanlıklar bu baskının içselleştirilmesinden başka bir nitelik değildir.” …baskı bir süre sonra hissedilmez hale geliyorsa bunun nedeni bu baskının gerçekten de ortadan kalkması değil, bu baskının sonucunda onun çıplak halini gereksizleştirecek bir takım alışkanlıkların ve içsel eğilimlerin bu baskının yerine geçmesi ve baskının içselleştirilmesini sağlamasıdır.” (s.56), Emile Durkheim, Sosyolojik Yöntemin Kuralları.


“Refleks zincirini harekete geçirmenin, sinirsel mekanizmanın kalıtsallığından başka yolları da vardır. Alışkanlık doğru bir uyarıcı tarafından tetiklenmiş olmalıdır…Doğru uyarıcıyı tanıma yetileri, alışkanlık gereği( alışkanlık uyarıldığında) hareket etme yetisiyle birlikte mi miras alınır?...Kimi zaman” (s.65)
“Bazı davranışlar, doğumla birlikte genetik olarak oraya çıkar. Bu genetik davranışlar, türün alışkanlık durumuna gelmiş davranışlarını sürdürmelerindendir. Ancak her türün davranışları genetik değildir. Bu türlerin davranışları türün üyelerince alışkanlık olarak edinilmiştir. Bunun nedeni de çevresel koşullardır.”(s.67)
“Alışkanlıkların bütünlenmesini sağlayacak nesnelerin bellendiği belirli anların yanı sıra , hem alışkanlığa hem de nesneye göre doğuştan gelen alışkanlıklar var.”(s.68), Konrad LORENZ: Etkilenimin Koşulları, Rom HORRE, Büyük Bilimsel Deneyler.


Yukarıda alıntıladığımız ünlü toplumbilimci Emile Durkheim’ın toplumsal olgular üzerindeki gözlemlerinden ve ünlü fizyoloji ve etoloji bilim insanı olan Konrad Lorenz’in canlılar üzerine yaptığı gözlemleri üzerine yaptığımız uslamlama ile ulaştığımız vargı: Dıştan gelen baskı sonucu birtakım davranış biçimlerinin kazanılması, alışkanlık ve içsel eğilimlerle içselleştirilmesi , zaman içinde biyolojik yapıda kendini kabul ettirir. Genetik yapıda, içselleşmiş olan bu özellikler canlının fizyolojik ve psikolojik niteliklerini oluşturur; genetik yapıda şifrelenerek üreme ile diğer soylara iletilir. Canlılardaki genetik yapının ( genetik şifrelerin), fizyolojik ve psikolojik nitelikler olarak iletimini, biyolojide canlıların dış fiziksel özelliklerinin akrabalık ilişkilerine bağlı sürmesinde, tıpta bazı hastalıkların akrabalık bağına bağlı olarak geçişiminde; toplum ve ruhbiliminde canlıların doğuştan itibaren gerçekleştirdikleri davranışlarda görürüz. Bu davranışlar için herhangi bir anlıksal çalışma gerekmez Canlılarda üreme yetisinin (döngülük boyutunun), insanlarda öğrenme yetisinin, konuşma yetisinin doğuştan gelen yetiler olması, bu tip olguların varlığındandır.

ALIŞKANLIKLAR:
Bilinçli Davranışlar:
Bilinçli davranışlar insan varlığının, içinde bulunduğu ortamla uyumlu yaşayabilmek için, düşünme yetisinin ortaya koyduğu davranışlarıdır. Bilinç, düşünme eyleminde bulunmayı gerektirir. Bilincinde olunan olgu ve olaylar, üzerine düşünülerek bilgisine ulaşılmış gerçekliklerdir. Bilincin örgeni, yeri, doğrudan beynin kendisidir; beynin işlevi ve yeteneğine bağlı olarak nesnelerin bilincine ulaşılır.

Alışkanlığa Bağlı Davranışlar:
Yinelenen, benzer bilinçli davranışlar, her yineleme ve zamanlamasında beynin aynı bilinci üretmesi için gerekli işlevde bulunmasını, aynı güç ve erki harcamasını gereksizleştirir. İlk bilince ulaşışta, konumun davranış biçiminin sorunlarını çözümlerken, düşünme eyleminin zorluklarını oluşturan, nesnelerin karşılaştırılması, tanınması, özelliklerinin, ilişkilerinin bulunması; bölünmesi, birleştirilmesi…vb anlığın karmaşık bütün etkinliğinin ortaya konulması gerekir. Gerekli düşünün ortaya çıkması ile belirlenen davranış bilinci, uyumlu bir davranıştır. Harcanan anlıksal enerji, oldukça yorucu bir beyinsel işlevdir. Ancak bilincine ulaşılan bir olgu ve uyumun yinelenmesinde, gerekli bilincin oluşma güçlüğü ve süresi ilk zamandaki oluşma güçlüğü ve süresine göreli olarak çok düşüktür ve bu düşüş her yinelemede artarak sürer. Yineleme sayısı ve süresine bağlı olarak beynin bu bilince ulaşım için harcadığı güç ve süre sonsuz sayıda bölünerek silikleşir. İşlev için harcanan güç sonsuz bölünerek azalırken bilince ve gerekli davranış biçimine ulaşış zamanı da sonsuz bölünerek azalmaktadır. Sonsuz küçük sayılara bölünen davranış biçimi, davranışı yöneten sinir sisteminin beynin işlevini üstlenmesi ve bilinci beynin işlevi olmasından çıkarması ile sonlanır. Omurgalar içindeki beyinsel sıvı ve sinir sistemi (otonom sinir sistemi) ikincil bir bilinç olarak; beynin daha zorlu , temel işlevi anlıksal etkinlik olan başka sorunlarda işlevini sürdürebilmesi için, yinelenen, alışkanlık durumuna gelmiş olan, bilincine erişim süresi sonsuz kısalmış olguları üstlenir.

Canlının doğal ve toplumsal ortamlardaki etkenler karşısında yaşamının başlangıcından başlayarak istence bağlı veya zorunluluk karşısında belirlediği bilinçli davranış yinelemeleri “Alışkanlıkları” “ oluşturur.

ALIŞKANLIKLAR VE ALTBİLİNÇ BAĞLANTISI:
Alışkanlıklar, belirlenmiş bir amaca yönelmiş davranış biçimleri olarak usun yargısının yerine geçtiklerinden birer bilinç algılamalarıdır. Alışkanlıklar ve alışkanlıkların nesnesi olan varlık ve maddeler de, yararlı veya zararlı olsun birer bilinçli seçim nesneleri ve bu nesnelere yönelen bilinçli davranışlardır. Ancak alışkanlıklar, bilinç işlevini ve yetisini denetimli, amaçlı kullanma gereği duyulmayan davranışlar olduğundan bilinçli eylemlerden ayrılırlar. Alışkanlıkları, bilincin alt bir görünümü olarak kendilerini gösterdiklerinden Altbilinç olarak tanımlayabiliriz. Altbilinç davranış ve nesneleri de (alışkanlık durumu gösteren alkol, sigara, uyuşturucu madde.. vb bağımlılık maddeleri, haz verirken bağımlılık oluşturan her türlü varlık ve madde, üretim için kullanılan araç-gereç ..vb) bedenin ayrılmaz birer parçası, sonradan eklenen oluşmuş birer örgeni gibidir. Alışkanlıklar sonucu, bağımlılıkla birlikte birer örgen durumuna gelen zararlı maddelerden ve alışkanlık nesnelerinden kurtulmak zordur.

Bu olumsuz duruma karşılık pratik iş yaşamında, günlük görevleri, işleri yerine getirirken araç, gereç kullanımında “Altbilincin” (alışkanlık durumuna gelen, kılgısal kullanımların) yaşantımızda önemi büyüktür. Üretim sürecinde araç-gereç, makine donanımı kullanırken, bu maddelerle ne değin “bütünleşilirse, verimlilik o derecede artar. Kuramsal öğrenimlerin kılgısal alıştırmalarla bütünlenmesi ve üretim sürecinde sürdürülebilmesi bu gerçekliktentir.

Sayısız yinelenen “alışkanlıklar”, sinir sisteminin görevini üstlenmesi ile Altbilinç olarak bedenimizin içinde yerleşirler. İlk araba sürmeye başladığımızda bütün düşünme eylemimiz bu eylemin uyumlu yerine getirilebilmesine çalışır. Bu eylem yinelendikçe beynin işlevi daha başka alanlarda da görevlerini yerine getirecektir. Araba sürmek bedenle bütünleşerek bedenin bir parçası durumuna geldiğinde, davranışlar en küçük trafik olgularına en kısa sürede tepki verecek yetiye sahip olduğunda karmaşık bilinç etkinliklerine gerek kalmaz. Hatta altbilince bırakılan bu eylem bütünü ile kendisine emanet edilirse belirli anlarda tepkisinin süresi daha kısa süre alacağından araç çok yüksek hızlara ulaşmış olduğunda üstbiliçten daha verimli olarak işlevde bulunacaktır. Bu nokta yarış durumundaki sürücülerde ve kaza olgusu ile karşı karşıya kalındığı anlarda çok önemlidir.

ALTBİLİNÇ VE İÇGÜDÜ:
Altbilincin ( alışkanlıkların) davranışlarımıza yerleşmiş olarak, bir canlının bir kuşak süresince veya alışkanlık davranışının ve koşullarının şiddetine bağlı olarak daha kısa süreler içinde, yinelenerek sürüp bitmesi sonucunda, üstbilinçten uzaklaşarak bağlarını koparır. Bu aşamadan sonra alışkanlıklar içgüdüsel davranışlar olarak adlandırılır. İçgüdü ve içgüdüsel davranış biçimleri bir altbilinçtir ancak bilinçten ve “üstbilinçten” bütünü ile bağımsız, sinir sisteminin davranış alanında kalan ve uyarıldığında doğrudan omurilik sistemi tarafından yönlendirilen, ivmesi alışkanlıklardan çok daha fazla birer altbilinç ve altbilinçsel davranışlardır. İçgüdüsel altbilinç, bilinçli ve zorunlu edinilen biyolojik ve psikolojik özellikleri canlının fizyolojik yapısında yerleştirerek üreme ile, genetik olarak bir sonraki canlı organizmaya taşıyacak aşamaya gelen bilinçtir.


İÇGÜDÜ VE GENETİK ŞİFRELEMENİN OLUŞUMU:
Alışkanlık, altbilinç, bilinçaltı ve içgüdü olarak saklanan (belleklenen) bilinç olguları (biyolojik, fizyolojik, etolojik ve psikolojik yinelenen nitelikler), genetik yapılanmayı oluşturur ve genetik yapıda şifreleme ile korumaya alınır (belleklenir). Bu genetik yapı da, üreme ile sonraki soylara bir örgen olarak aktarılır. Toplumlarda da, diğer toplum evrelerine bir toplumsal ıra olarak geçer. Korunma içgüdüsü, üreme içgüdüsü fizyolojik yapının ayrılmaz birer altbilincini oluştururlar. Türün korunması, özveri (döngülük boyutu), toplum ve aile sevgisi..vb güdüler etolojik ve psikolojik Altbilincin bireylere ve bireysel davranışlardan oluşmuş olan toplumsal davranış ve özelliklere geçer.

Ancak bu genetik yapı, yüzde yüz sonraki bireysel ve toplumsal kuşaklarda sürecektir diye bir zorunluluk yoktur. Canlının içinde yaşamış olduğu ortamın niteliklerinin değişimi, yeni ortamlar ile etkileşiminin şiddeti ve süresi genetik yapıyı değiştirir, yeni yapıları ortaya çıkarır. Yeni alışkanlıklar, değişik yaşam yinelemeleri genetik yapıyı değiştirerek, biyolojik, fizyolojik ve psikolojik niteliklerin değişmesine neden olur.

FİZYOLOJİK GENETİK DEĞİŞİMLER:
Fizyolojik genetik değişimler, canlının doğrudan içinde yaşadığı yaşama koşullarına, oluşan yaşama alışkanlıklarına bağlıdır. Toprak ve iklim koşulları, beslenme biçimi, diğer canlılarla ilişkileri varolan genetik yapıdaki niteliklerin olumlu ya da olumsuz olarak değişmesine neden olur. Miras olarak geçen genetik niteliklerin, genetik yapıya doğrudan müdahale ile değiştirilmesi ve yeni soylara geçirilmesi genetik tıp mühendisliğinin istenci altına girmesine karşın, bireysel ve toplumsal istenç ile de genetik değişimler ve yenilemeler olanaklıdır. Üreme eşlerinin seçimi ile genetik yapının fizyolojik değiştirilmesi artık önemli olmayan bir yöntemdir ve bu yöntemle “Üstinsan ve toplumlar” oluşturma ideolojisi ilkel bir düşüncedir.

ETOLOJİK, PSİKOLOJİK (TOPLUMSAL) GENETİK DEĞİŞİMLER:
İnsan ve toplumların davranışlarının genetik değişimi, toplum ve doğa koşullarının değişimine bağlıdır. Doğa ile savaşım ve insanların aralarındaki etkileşim davranışların değişimine neden olur.
 
 Tarihsel olaylar, toplumların kişiliği üzerine etki ederler.Bunun en güzel örneğini Meksikalı Yazar Octavıa PAZ’ın Meksika insanını anlattığı yapıtı “Yalnızlık Dolambacı”nda görürüz.

Tarihsel olayların niteliğine bağlı olarak bireylerdeki tinsel dönüşümler genetik yapıda yerleşerek yeni genetik haritayı(genetik şifreyi) oluştururlar. Bu genetik yapı yeni tarihsel süreçlerle etkilenmediği sürece varlığını sürdürür ve ulusal kişiliği oluşturur. Ulusal kişilik genel bir  toplumsal genetik yapıdır. Bu genel genetik yapı içinde bireylerin kendi özel toplumsal ortamda yaşama niteliklerine bağlı olarak özel kişilikler genetik yapılarında değişmelerle ortaya çıkar. Meksika insanın kişiliği sömürge tarihinden ve ulusal hareket  tarihindeki baskıcı iktidarlar sürecinden dolayı içe kapanık, suskun, yalnızlığına çekilmiş bir yapıdır. Ancak Özel kişilikler olarak girişken, atak, konuşkan, toplumsal ilişkileri geniş genetik yapılar ortaya çıkar ve çıkmıştır, en yakın örneği de yine yazarın kendisidir. Başka türlü Nobel ödülünü alması olanaklı olamazdı. “ Çoğu durumlarda bizi korkudan titreten düşler, tarihsel gerçeklerin tortuları ve kalıntılarıdır. Kökleri Meksika’nın [İspanyollarca] fethine, sömürge ve bağımsızlık dönemlerimize, Birleşik Devletlerle ve Fransa ile yaptığımız savaşlara kadar uzanan gerçekler.”(75)”…” Gerçekte, nedenler ve sonuçlar yok, yalnızca birbiri içine girmiş ve karışmış türlü tepkiler ve eğilimler var.{Ancak] belli tutumların değişmez süreğenliği ve nedenlerden bağımsız bir gerçeklik kazanmış olmaları gerçeği karşısında bunları –tarih kitapları yerine-çağdaş insanın etinde ve kemiğinde araştırmak için zorlanıyoruz.” (76)

 Türk insanının suskun, içine kapanık, ürkek, utangaç;” ensesine vur ekmeğini elinden al”, deyiminin yerleşmesine neden olacak değin sabır ve cesaretsizliğinin nedeni ve bu nitelikteki kişiliği, XIIV. Yüzyıldan itibaren başlayan yenilgileri ve özellikle de 93 savaşı ve göçü olarak adlandırılan Osmanlı- Rus savaşından sonra önüne geçilemeyen yenilgileri ve uğradığı zulümleri sonucu, yüzyıllar içersinde bu olayların genetik yapıya yerleşmesi, genetik yapısını değiştirmesi ile ortaya çıkmıştır.

Cumhuriyet yönetiminin kurulması ve sağlanan başarılar, bu kişiliği, özellikle İstanbul ve Ankara gibi merkezlerdeki eğitimli aile yapılarında, kendine güven, gurur, başarma cesareti ile birlikte değişime uğratmış, genetik yapıda , kendine güvenle birlikte girişken, konuşkan, atılgan; ilişkileri kolaylıkla kuran, çeşitlendiren, çevresi geniş, bağları çok yönlü olan kişilikte genetik yapılar ortaya çıkmaya başlamıştır. Ancak Bugün dahi merkezi yerleşim yerlerinden uzakta kalmış kırsal yöre kişilikleri eski genetik yapının etkisi altındadır.

  İçgüdüsel bilincin bozulması, özveri, koruma, kollama, sevgi davranışlarının bozulması, insan ilişkilerindeki bozulmalara ve toplum yapısında karışıklıklara neden olur.

Altbilincin körelmesine neden olan bilinç gelişmelerinde toplumlarda karmaşa ve çatışma ortamlarının oluştuğu görülür. Yalın bilinçle (salt ussal davranış biçiminin kabul görmesiyle) bilim ve sanatların geliştiği, uygarlığın ilerleme gösterdiği (ürünlerin türselleşerek zenginliğin arttığı ) ortamlarda, insan bilincinin bu aşaması içinde, geçen çağlar içinde, Altbilincin genetik yapıda yerleştirdiği, özveri, koruma, türün sürdürülmesi, sevgi duygu ve davranışlarının bozulduğu görülmüştür. Bu davranış bozukluklarının, çatışmaların, ahlak bozukluklarının ortaya çıkmasının etkenleri gereksinimleri, istekleri ve tutkuları ortaya çıkarıp şiddetlendiren mal ve hizmet ürünlerinin çeşitlenerek artması, ekonomilerin zenginleşmesidir. Bu zenginliği oluşturan ise bilim ve teknolojinin gelişmesi, uygarlığın ilerlemesidir.

Ünlü düşünür Jean Jaques Rousseau’nun “Bilimler ve Sanatlar Üzerine Konuşma” adlı kitabı bu gerçekliği dile getirir. Bu kitaptaki düşünceleri, gözlemleri ile; aklın (bilincin) öne alınmasının, uygarlığın ilerlemesinin, insan ahlakını bozduğunu, insan davranışlarının ve toplumların yozlaşmasına neden olduğunu göstermeyi amaçlar. Akıldan çok duygulara önem verilmesi önermesini ileri sürer ve uygular. “.. Erdem, görev duygusu emrettiğinde, onun isteğini yerine getirmek için, eğilimlerimizi yenmektir ki, dünyada bunu en az yapabilecek insan benim.” (28)…” Görevimle kalbim, birbiriyle ters düştüğünde, görevim çok ender olarak ve ancak bu konuda kendimi zorlamamla zafer kazanabilirdi…eğilimlerime karşı hareket etmek benim için her zaman imkansız olmuştur. “(s.29), Yalnız Adamın Hayalleri. J.J.Rousseau, ussal vargılardan önce, duygularının vargılarına, iç eğilimlerinin uyandırdığı davranış imgelemlerine, tasarımlarına değer verir. Bu duygular, acı çeken insanların acılarını, yoksulluk çeken, aç kalan insanların açlık duygularını paylaşmaktır. Bu duyguların basit çözümleri, kötü davranışlara karşılık gelen kötü duygulara karşıt iyi duygular ve düşüncelerdir. Bu düşünceler paylaşılırsa kötülükler azalır. Ussun vargıları ikincil vargılar; duygusal vargıları ve çözümleri, içgüdüsel veya iç eğilimlerin çözümlerini birincil vargılar olarak kabul etmek, adaletsiz bir ortamda, yoksul ve aç yaşayan kitleler üzerinde çok büyük etkilerde bulunmuştur. Eşitliği ve Adaleti savunması, insanların acılarını paylaşmanın yönteminin ve çözümün bu duygudaşlıkta olduğunu mantıksal ve ussal gösterişi, yazında ve düşünce akımlarında “Romantizm”in doğuşunu hazırlamıştır. Kitleleri Fransız Devrimine hazırlamıştır, çünkü kitlelerin davranışları Altbilincin imgelerinden çıkar. Rouseau da bilinçten çok Altbilincin imgelerine (duygulanımlara) önem verdiğinden ve bu imgelerin yönlendirdiği davranışlarda bulunduğundan, kitleleri aynı davranışlara yönlendirmiştir. Bu salt Fransız Devriminde değil, diğer bütün kitlesel davranışlarda da gerçekleşir: Kitlesel davranışlar duygulanımların itici gücüne gereksinim duyarlar.

Ancak tüm karar ve yargıların altbilincin yönetimine bırakılması, ussal yargı ve davranışların sonucundan daha fazla yanılgılara neden olur. Bu nedenle
yirminci yüzyıla değin süren romantizm akımının olumsuz sonuçları, ussal akımın olumsuz etkilerinden daha fazla olmuştur. Birinci ve ikinci Dünya Savaşları irdelendiğinde, bu bozulmuş Altbilincin veya eksik bilinçsel yapının etkileri görülür. Bilim ve teknoloji, uygarlık on sekizinci yüzyılla kıyaslanamayacak değin gelişmiş olmasına rağmen çatışmalar, savaşlar, kötülükler azalmamış tersinde artmıştır. Genel bir yasa olarak uygarlığın gelişmesinin önüne geçilemez; uygarlıkla birlikte mal ve hizmet sunan ürünler gelişerek, türselleşerek artar. Zorunlu gereksinimlerin dışında uygarlığın getirdiği gereksinimler ve gereksinimlerin ortaya çıkardığı istekler ve tutkuların paylaşımında yarış olabilir. Bu etolojik ve psikolojik davranış değişikliklerinin, kavgalara, savaşlara, ahlaki çöküntülere neden olmadan üstbilinçle aşılması gereklidir.

Üstbilinç aşamasına geldiğimiz çağımızda olumsuz genetik bireysel ve toplumsal davranış bozuklukları daha az olacaktır.

“Sonsuzluk boyutu, bireysel olarak bütün canlılarda olduğu gibi tüm insanlarda da, içgüdülerinde devindirici bir güç olarak bulunur. Ancak bu devindirici güç kör, bilisiz bir güç değildir, Bu nedenle bu devinimi alt bilinç olarak kavramlaştırmak yerinde olur. İçgüdüsel devinimin toplumsal yaşamla gelişen ancak henüz içgüdüsel bilinçten kopamamış ve alt bilinci kavrayamamış bilincine, yalın bilinç diyebiliriz. Yalın bilinci, daha çok kendi istekleri ile devinen, genel isteklerle sürekli çatışma, savaşma durumunda bulunan, sonsuzluk boyutunu kavrayamamış bilinç olarak görürüz. Gelişen, uygarlaşan insanda varolması gereken bilinç, yalın bilinç düzeyini aşmış, alt bilincin ve yalın bilincin varlığını kavramış, bireysel ve toplumsal isteklerinin bilincinde olan Üst-bilinçtir. Üst-Bilinç salt bireysel istekleri yönünde düşünmez ve devinmez. Bazı isteklerinden ve tüm isteklerinden, genel isteklerin gerçekleşmesi için vazgeçer. Gerekli olduğunda varlığından , toplumun genel istekleri ve amaçları için vazgeçer, çünkü öz varlığının sonsuz gerçekleşmesi bu bilinçli davranış ile olanaklıdır”. (bknz. Beşinci Boyut, www.iinci.blogspot.com)



22/11/2010, İsmail İNCİ
www.iinci.blogspot.com
bgi.inci@mynet.com
bgi.inci@hotmail.com


31 Ekim 2010 Pazar

UZAYDA YAPILAN ASKERİ VE SİVİL DENEYLER VE ETKİLERİ


UZAYDA YAPILAN AÇIK VE GİZLİ (ASKERİ) BÜYÜK BİLİMSEL DENEYLER VE ETKİLERİ


Amerikalı hekim William Beaumont’un Sindirim fizyolojisi üzerine 1800 yılların sonunda yaptığı deney ve gözlemler süresi yönünden de büyük sabır gerektiren (dokuz yıl sürmüştür) büyük bir deney özelliği taşır. Bir silahla yaralanma sonucu midenin yan çeperinde açılan yaradan midenin fizyolojisinin, doğal çalışma sürecinin gözlemlenmesi; midedeki sindirim maddelerinin alınarak incelenmesi, denek olan kişi yıllarca izlenerek sürdürülmüş, ilk kez sindirim fizyolojinin, doğal ortamında gözlemlenerek bilgisine doğrudan ulaşılmıştır.

Mide fizyolojisi üzerine ilk kez doğrudan gözlemlerle yapılan bu deney, günümüzde yapılan deneyler yanında çok büyük bir deney olarak değil de sıradan bir deney olarak görülür. Fizikte yapılan trilyon dolarlık elektronların hızlandırıcı deneyi bu deneyden çok daha büyük bir deneydir.

Uzaya gönderilen yapay uydularda ve kurulan uzay laboratuarlarındaki deneyler ise bilimsel deney tarihinde W.Beaumont’un deneyi ve; açık, sonuçları denetlenebilir yapılan diğer deneylerden önem olarak, etki alanı ve süre olarak çok daha büyüktür. Bu deneyler, açık, sonuçları denetlenebilir, etkileri önceden oranlanabilir bilimsel deneylerden farklı özellikler de taşır.

Yapay uydularla ve uzayda kurulan laboratuarlarda yapılan deneyler koşulları gereği yakından izlenebilmekten, gözlemlenebilmekten uzaktırlar. Bu durum uzay ortamında yapılan deneylerin görevli denetçiler, halk ve sivil toplum kuruluşları ve uzayda varlıkları bulunmayan diğer toplumlar tarafından denetlenmesi olanağını ortadan kaldırır. Etkilerinin, sonuçlarının denetlenebilmesinin zor oluşu, gizlilik özelliğini kolaylaştırır. Bu deneylerin denetiminin zorluğu nedeniyle yasal sonuçlarını belirlemek olanağı da yoktur.

“10 yılı aşkın bir süredir geliştirilmekte olan X-37B (Yörünge Test Aracı) adlı robot uzay aracı, geçen ay Florida eyaletindeki Cape Canaveral uzay üssünden sorunsuz bir şekilde uzaya gönderilmişti.
Minyatür bir uzay mekiğine benzeyen 8,9 metre uzunluğa ve 4,5 metre kanat genişliğine sahip yörünge aracı ile ilgili açıklamada, bu aracın yeni teknolojileri denemek için bir yörünge laboratuarı olarak kullanılacağından başka ayrıntı verilmemişti.
Askeri yetkililer, X-37B'nin daha sonra Kaliforniya'daki Vandenberg hava üssüne ineceğini belirtirken, tarihini açıklamamışlardı.
Pentagon'un uzay programlarından sorumlu bakan yardımcısı Gary Payton, X-37B'nin ne zaman dünyaya döneceğini "samimi olarak bilmediklerini" belirterek, uzay aracının güneş panelleri sayesinde yörüngede 9 aydan fazla kalabileceğini kaydetmişti.
Uzmanlar, Pentagon'un bu robot uzay aracı için mutlaka askeri bir projesi olduğunu, yoksa hükümetin bunun için bu kadar para ve mali kaynak ayırmayacağına işaret ediyor.
Başta bir NASA projesi olan, ancak 1999'da Hava Kuvvetlerine geçen X-37B, Boeing firması tarafından inşa edildi.
Esrarengiz uzay aracı yörüngeye oturduktan sonra güneş panelleri ve lityum-iyon bataryalarından sağladığı elektrikle çalışmaya başladı. /www.gazete5.com/haber/abd-uzay-araclari-19255.html”

Uzaydan yapılan deneysel etkilerin alanı, uzaydan görüş açısının alanın büyülüğü nedeniyle büyük olacaktır. Bu özellik nedeniyle deneylerin etki ve sonuçları Genel Etkileme gösterir. Uzaydan yapılan deneyler Genel Etkileme nedeni ile, yerkürenin döngüsel devinimi üzerinde değişiklikler oluşturur, “Genel Döngüsel Sistem” üzerinde sonucu belirlenemeyen sonuçlara neden olur. DNA üzerinde yapılacak bilgisiz, dikkatsiz, rastlantısal, olasılıksal girişimler varlıkların döngüsel sisteminde (döngülük boyutunda), olağandışı değişimlere bozulmalara neden olursa, dünyanın küresel varlığının üzerinde aynı türden yapılan deneyler de( atmosfer olayları ve katmanları üzerinde, yeryüzü jeolojisi üzerinde kutuplar ve ekvatoral bölgeler üzerinde..vb), döngüsel genel sistem üzerinde (döngülük boyutunda), olağandışı olaylara neden olur.

“ Britannica'da açıklandığı gibi: "... Starfish [Argus Projesi'yle kıyaslandığında] düşük irtifadan L=3ün [yani Dünya yüzeyinin üç dünya yarıçapı ya da 13000 km yukarısının] ötesinde kadar uzanan çok daha geniş bir bağ oluşturmuştur." Daha sonra 1962de SSCB de Dünya yüzeyinden 7000 ve 13000 km yükseklikler arasında üç yeni radyasyon bağı oluşturacak benzer deneyler gerçekleştirdiler. Ansiklopediye göre, 1962'de ABD ve SSCB tarafından yapılan yüksek irtifa nükleer patlamaları sonucunda en alçak Van Allen Bağı'ndaki elektron akısı bir daha hiç geri dönmeyecek biçimde değişti. Amerikalı bilimcilere göre Van Allen Bağları'nın normal değerlerinde dengelenmesi yüzyıllar alabilir. (Araştırma: Nigel Harle, Borderland Archieves, Cortenbachstraat 32, 6136 CH Sittard, Hollanda.)”

“1981'de yapılan Uzay Mekiği'nin NASA Spacelab 3 Görevi, mekik Yörünge Manevra Sistemi'nden (Orbit Maneuvering System -OMS) iyonosfere gaz enjekte ettiğinde iyonosfere neler olduğunu araştırabilmek için "bir beş yer merkezli gözlemevleri şebekesinin üzerinden bir dizi geçiş"ti. "İyonosferik delikleri indükleyebildiklerini" keşfettiler ve Millstone Connecticut ve Arecibo (Puerto Rica'da) üzerinde gündüz ve gece oluşan delikler üzerinde deneylere başladılar. "yapay olarak indüklenmiş İyonosferik boşalmaların etkilerini çok düşük frekanslı dalga boylarında ekvatoral plazma dengesizlikleri üzerinde; çok düşük frekanslı radyo astronomik gözlemlerinde Roberval, Quebec, Kwajelein (Marshall Adalarında) ve Hobart (Tazmanya)'ta üzerinde" denediler.
www.gizliilimler.tr.gg/HAARP-Projesinin-Arkaplan%26%23305%3B.htm”

“Nicola Tesla'nın çalışmalarına göre daha önce belirtildiği gibi elektromanyetik dalgalar ile enerji transferi mümkündür. Aynı zamanda bu dalgalar çeşitli iklim değişiklikleri ve depremler meydana getirebilir. http://tr.wikipedia.org/wiki/Nikola_Tesla”

Bu deneylerin sonuçlarının döngülük boyutu üzerine etkileri, bu boyut bilinmediğinden, kavranılmış olmadığından bilinmemekte, düşünülmemektedir. Atmosferin, çevrenin kirlenmesinin ve bozulmasının nedeni endüstri ve çağdaş yaşama biçiminden önce, döngüsel sistemde bozulmalara, karmaşaya neden olan bu deneyler ve bu deneyleri yapan güçlerdir.

Toplumlar ve insanlar üzerinde egemenlik ve iktidar kurma amacı taşıyan ve bu amaç için acımasız bir yarış ve savaşa girişen ABD ve SSCB devletleri, bu amaçlarını uzaya da taşımışlar; siyaset ve bilim insanlarını, topluluklarını bu deneylerin sonuçlarından yararlanmaya yönlendirmişlerdir. Uzayda yapılan bu savaşa dayalı(askeri), gizli; diğer toplumlar üzerinde egemenlik kurmayı amaçlayan bilimsel deneyler, yeryüzünün Genel Döngüsel Sisteminde bozulmaya neden olduğundan, deneyleri yapan devletlerin de bozulan dengenin yol açtığı felaketlerden etkilenmelerine neden olur.

Çevre mühendislerinin, çevre bilimcilerinin, sivil ve resmi örgütlerin bu Genel Bozulma, Kirlenme yönünde savaşmaları asıl amaçları olması gerekir. Diğer çevre kirlenmeleri, daha yalın bozulmalara olur.

Günümüzde uzayda açık veya gizli olarak deneylerin yapıldığı uydular salt ABD ve Rusya Federasyonuna bağlı değildir. Avrupa ülkelerinin ortaklığı ile oluşturulan Avrupa Uzay Ajansı (ESA), Çin, Japonya, Hindistan’ın sahip olduğu uydular vardır. Devletlerin sahip olduğu resmi uyduların dışında, çok uluslu şirketlerin özel uydularının varlığını da, denetlenemeyen bu ortamda kabul etmek gerekir.

“Hava Kuvvetleri, gelecek yıl ikinci bir X-37B fırlatmayı planlıyor. Uzay mekiklerinin bu yılın sonunda emekliye ayrılmasından önce üretilen yeni uzay aracı, şimdiye dek gizli tutulan bir proje olsa da Cape Canaveral'daki fırlatmanın ardından epey ses getirmişti.
Uzmanlar, aslında bir NASA projesi olan X-37B'nin uzayda ne kadar kalacağının, görevinin ne olacağının ve ne amaçla tasarlandığının bilinmediğine işaret ederken, çok sayıda ülkenin, özellikle Çin'in uzayın askeri amaçlı keşfine soyundukları bir dönemde, bu uzay aracının spekülasyon konusu olabileceğini belirtiyor.” /www.gazete5.com/haber/abd-uzay-araclari-19255.htm
“. ... Askeri haber almadaki yıllarımda Tesla’nın çılgın fikirlerini temel alan bazı gizli çalışmalara ve araştırmalara şahit oldum. Amerika ve Rusya 1970'lerin başından beri zerre ışınlı RF (radyo frekansı) silahlarını kullanıyorlar. Tıpkı Tesla’nın diğer çalışmalarını dayanın kullandığı gibi.... ABD Savunma Bakanı genel sekreteri William Cohen,28 Nisan 1997 tarihinde, Georgia Üniversitesi’nde"Terörizm, Kitle İmha Silahları, Kitlesel İmha ve ABD Stratejisi" üzerine konferansta aşağıdaki sözü söylemiştir; Bazılarının; elektromanyetik dalgalar yolu ile iklimleri değiştirme, depremler yaratabilme , volkanları harekete geçirebilme yeteneğine sahip silahlar geliştirdiğini biliyoruz . http://tr.wikipedia.org/wiki/Nikola_Tesla”

Bu silahları geliştiren devlet, SSCB’den başkası değildir. İlerleyen zaman içinde aynı teknolojiye, ABD’ devletinin, teknoloji savaşları ile sahip olduğunu düşünmek yanılgı olmayacaktır.

Toplumlar ve insanlar üzerinde egemenlik ve iktidar kurma amacı taşıyan siyaset ve bilim insanları, toplulukları bu deneylerin sonuçlarından yararlanmayı hedefleyeceklerdir.

“Gizli Uzay deneyleri” gerek süre, gerekse denek olarak seçilen insan sayısı yönünden çok büyüktür. Bu deneylerde, güç ve egemenlik savaşımı içinde kimin denek ve kobay olduğu sınırı ve seçimi kalmaz.

Bu “Genel Etkilenme” sonucu yapılan deneylerde, herkes iyi veya kötü yönde birer denektir ve bu deneylerden etkilenmekten kimin kurtulabileceğini söylemek çok zordur.,

Herkes gözlem altındadır; işitilmekte, görülmekte, izlenmektedir. Gözlem ve deneyleri gerçekleştirenlerin, deney sonuçlarını yanlış değerlendirmeleri, yerkürenin döngülük boyutunu, döngüsel dizgeyi değerlendirememeleri, deney alanındaki bilgi birikiminin ve kişisel yeteneklerinin yetersizliği ile birlikte kaçınılmaz bir durumdur. Deneklerin karşılaştıkları sonlar sorumsuzluğun sınırının bulunmaması ve güç savaşı nedeni ile önemsenmez.

“Aralık, 1980'de Ordu Teftiş Gazetesi, "Yeni Ruhsal Savaş Meydanı: Beam Me Up Spock" baslığıyla bir makale yayınlandı. Makalenin yazarı, üsteğmen John B. Alexander idi. "Avrupa'ya 2. yayılma dönemi" ve "Savaşa hazırlanmak: Lojistik destek programı" gibi makaleleri de yazan Alexander’ın bu yazısı bazı söyle başlıyordu:
Beyin gücünü etkileyen bazı silah sistemleri vardır ve öldürme kapasiteleri çok önceden incelenmiştir.
* Çok uzak mesafelerden bile hasta etme ve öldürme gibi yetileri vardır. Hiçbir fiziksel neden olmadan ölüme veya hastalığa yol açabilirler. Bu tip silah sistemleri, böcek ve kurbağalarda denenmiştir fakat insanlara olan ölümcül etkisi tartışılmaktadır.
* Telepatik hipnozun kullanımı ise, ordu içinde yüksek bir potansiyele sahiptir. Bu yetenek bazı ajanların çaba sarf etmeden, önemli bilgileri ele geçirmesini sağlayabilir.
* Açıkça psikotronik silahlar vardır ama kapasiteleri bilinmemektedir1977'de donanmanın Araştırma ve Geliştirme Bölümü'nde asistan sekreter olan Samuel Koslov, donanmanın, Stanford Araştırma Enstitüsü'yle ELF ve beyin kontrolü çalışmalarıyla ilgili bir kontratı olduğunu öğrendi (ELF, çok düşük frekansta radyo dalgalarıdır). Çünkü insan beyni çok düşük frekansta elektrik dalgaları yayar. Bilim adamları bu dalgaları psişik bir metotla güçlü sinyallere çevirirlerse, yakınlardaki insanların beynini etkileyerek hipertansiyona yol açılabileceğini ve ani ölümle sonuçlanacağını düşünüyorlar. Ama beyin kontrolü etiketi Koslov'u üzmüştü, bu yüzden donanmanın finanse ettiği tüm psişik çalışmaların durmasını emretti. SRI ile olan kontrat iptal edildi ve diğer projeler beklemeye alindi. Buna karsın beyindeki düşük frekanslı radyo dalgalarının insan beynine olan etkilerini araştırma projesi çok geliştirildi ve finanse edildi. Psişiklerin, bilgisayarları sabote edip, tüm gizli bilgileri ele geçirebileceği endişesi, Kongre'de açıkça gündeme geldiğinde psişik savaş yansının başlayacağı düşünüldü.
Koslov, psişik silahlar lafı geçtiğinde bile rahatsız oluyor. Ona göre bu tür tartışmalar, insanları sonuçsuz bir sürek avına iter. Bunu söyle dile getiriyor; "Eğer Sovyetler bu aptalca şeylere bu kadar çok para döküyorlarsa, bunun nedeni kendi gazetelerinde bizim psişik araştırmalar yaptığımızı duymuş olmalarıdır. Size bu konuda çok fazla gazete kupürü gösterebilirim." Basın, Parapsikoloji hakkında Rusya'da bile haber çıkarıyor. Fakat tüm bunlar sansasyonel ve magazin boyutunda. Yine de Parapsikoloji, hem Amerika'da hem de Rusya'da gündemdeki bir konu. Resmi Rus ansiklopedilerinde Parapsikoloji, su şekilde tarif ediliyor: "Bilimsel olmayan idealist akim". Bu tür bir tanım sadece Stalin devrinde vardı.
Oysa günümüzde çok ciddi bazı bilim adamları Parapsikoloji'nin önemli buluşlar yapacağını düşünüyorlar ve bu tür düşünceler sonsuza kadar yadsınamaz. Kısacası gelecek, insan yeteneklerinin ötesinin keşfedileceğini ve kullanılacağının haberini yollamaktadır. Askeri ve politik alanın dışında kalan alanlarda, olumlu olarak psişik güçlerin tam olarak tanınmış, denenmiş ve yönlendirilmiş kullanımı yeni bir dünyayı bize getirebilir. //www.ufonet.be/PARAPSIKOLOJI/ciavebuyu.html”
.
“Dr. Kogan ve yardımcısı Edward Naumov idi. l967 yılında Leningrad Üniversitesi ile Moskova arasında değişik bir deney gerçekleştirildi. Karl Nikolayev EEG ve diğer cihazlara bağlanmış olarak Leningrad Üniversitesi'nde bir odaya konuldu. Yarım saatlik bir gevşemeden sonra tecrübeye başlandı. Kaminski Moskova'dan telepatik mesajları göndermeye başladığı zaman Nikolayev'in bağlı olduğu EEG'deki A ritmi halinde yayılmakta olan beyin dalgalarının aniden değiştiği görüldü. Bu suretle kağıt şerit üzerine çizilen grafik, Nikolayev'in beynine ulaşan mesajlardı. Telepati olayı bu deneyle bilimsel olarak kanıtlanmış oluyordu.

Karl Nikolayev, Yuri Kaminski çifti üzerinde Leningrad Üniversitesi'nde yapılan diğer bir deneyde de başarı elde edilmişti. Kaminski bir odada oturuyordu. Dürbüne benzer bir cihaza bakıyordu. Cihazın içinde belirli frekansta titreşen farklı aralıklarla yanıp sönen bir ışık görülüyordu. Bu ışık flaşları deneğin beyin dalgaları üzerinde karakteristik değişimler meydana getiriyordu. Aynı anda Kaminski Nikolayev'i tahayyül ediyordu. Gönderme esnasında başka bir odada oturmakta olan Nikolayev telepatik mesaj aldığını bildiriyordu. Başına elektrotlarla bağlı EEG'de de ışık çakışları sıçramalarla görülüyordu. www.hipnoz.com/index.php/Diger-kullanim-alanlari/Askeri-alan.html”

İnsanlara ve toplumlara egemen olmak, amaçları yönünde kullanabilmek için uzayda yapılan bilimsel deneylerin önemli bir kısmı da, elektronik radyo dalgaları ile insan beynine egemen olma deneyleridir. Bu deneylerde eski SSCB devlet yönetici kadroları, bugün Rusya Federasyonu kadroları, ABD’den daha öndedir. İnsan beyninde egemen olmak için, insan beynini denetim altına almak için, mikroçiplerin alıcı verici olarak kullanılması gerekir. Elektronik dalgalarla iletilen düşünce ve duygulanımlarla beyin denetimi gerçekleştirilir. Duygulanımların şiddeti dalga boyları ile arttırılırken, duygulanımların ortaya çıkması için ideolojik düşünce yapılarından yararlanılır. :En duyarlı olan ideolojik duygulanımlar da dinsel ideolojiye, ulusallık ve toplumculuk ideolojilerine dayalı duygulanımlardır. Bu ideolojik duygulanımları, beyin denetimi için zaman zaman her iki devletin de kullandığını görebiliriz. Günümüzde ise İslam dini ideolojik duygulanımı ile beyin denetimini kullanan daha çok Rusya Federasyonu olmakla birlikte (onbir eylülde Dünya Ticaret Merkezine yapılan saldırı, Afganistan’daki, Pakistan’daki İslam’a dayalı savaşlar) ABD ve dünyada güç merkezi olmak isteyen toplulukların bu yöntemi kullanmakta olduğunu görebiliriz.
Elektronik dalgalarla beyin denetimi, “.. çok uzak mesafelerden bile hasta etme ve öldürme yetileri …hiçbir fiziksel neden olmadan ölüme veya hastalığa yol açabilme”… elektromanyetik dalgalar yolu ile iklimleri değiştirme, depremler yaratabilme , volkanları harekete geçirebilme” bilgi ve tekniklerine; uzayda yapay uydulara, laboratuarlara sahip olan Çin, Japonya, Hindistan..vb birçok ülke, toplum ve topluluklar da sahip olacaktır. Bu güce sahip olma ve bu güçten korunma istek ve istenci engellenemez. Sonuçta Genel Döngüsel Sistem daha çok bozulacak, insanlık için büyük felaketler kaçınılmaz olacak, insan hakları ve özgürlükleri hiçbir çağda görülmedik şiddette yok edilecektir.

Sorunun çözümü, bu deneylerin tümü ile yasaklanması veya çok sıkı, yasalarla yakından denetlenebilir olmasıdır. Ancak bu istenci gösterecek gücün ortaya konulması gerekir. Birleşik Uluslar Birliği benzeri bir örgütün kuruluşu bu istenci gösterebilir. Deneylerin çok sıkı, yakından denetimi, yasalarla sağlanabilir.



İsmail İNCİ, 31//10/2010
www.iinci.blogspot.com
bgi.inci@mynet.com
bgi.inci@hotmail.com



SAVAŞ EKONOMİSİ VE PANDEMİ EKONOMİSİ-ORTAK NİTELİKLER VE ALINACAK ÖNLEMLER-

  ORTAK VE FARKLI STRATEJİLERİ İLE SAVAŞ EKONOMİSİ VE PANDEMİ EKONOMİSİ (1)        Savaş dönemleri ile Pandemi dönemlerinde ülkelerin iç...