2 Nisan 2011 Cumartesi

PRATİK SANATLARDA VE İŞYERİNDE EĞİTİMİN NİTELİKLERİ

EĞİTİMİN ÜRETİM VE VERİMLİLİK

  ÜZERİNE ETKİLERİ

( İŞYERİNDE EĞİTİM)

 

İŞ İLKELERİNE GÖRE EĞİTİMİN ÖZELLİKLERİ

Sezgisel Bilgi ve Bilimsel Bilgi:
Edindiğimiz bütün bilgilerimizin kaynağını iki bölümde inceleyebiliriz: Birincisi, doğrudan doğruya duyularımızın nesnelerle ilişkisi sonucu edindiğimiz bilgiler; ikincisi, dolaylı olarak nesnelerin
tanımlanması ile edindiğimiz bilgiler.

Okuyarak ve işiterek alınan tanımlamalarla veya uslamlama ile ulaşılan tanımlamalarla dolaylı olarak edindiğimiz bilgileri tam kavrayabilmemiz; gerçekliğine, doğruluğuna ulaşmamız deneyimle, görgüyle, uygulamayla olasıdır.

Tümdengelim veya tümevarım uslamlama yöntemiyle, öncüller arasındaki ilişkilerle anlıkta kavramlar incelenerek gerçekliği kavramak olasıysa da görgü, deneyim ve uygulamayla duyularımızla algılanmadıkça bilgilerimiz sezgisel bilgi olarak kalır.

Tam kavranılmayan, sezgisel olan bilgilerimizde yanlış yapmak, yanılgıya düşmek sorunu ile karşı karşıya kalırız, çünkü, tanımlamalarla bilgilere ulaşılırken anlığımızın değişik yargılara varma olasılığı her zaman vardır.

Görgüye ve deneyime dayanan (ameli) bilgide kavramlara, sözlere ayrı ayrı anlamlar yükleme olasılığı olmadığından uygulamada, anlaşma ve iletişimde, inanılan doğrularda tereddüt olmaz; yapılan davranışlarda yanılgıya düşülmez.

O halde gerçekliğin doğru bilgisine deneyle, kılgıyla(pratikle), görgüyle ulaşabiliriz. Bu yol aynı zamanda bilimsel bilgiye erişmek için kullanılan yoldur.

İş İlkelerine Göre Eğitim:
Varolan bilgilerin gelecek kuşaklara aktarılarak, gerekli davranış değişikliklerinin ortaya çıkarılması eğitim olarak tanımlanır. Eğitimin başarılı olması bilgilerin doğru olarak aktarılmasına bağlı olacağına ve doğru bilgiler görgü, deney ve uygulamayla edinildiğine göre, eğitim de bu öğelere dayanmalıdır. Bu öğelere dayalı edim (davranış) ile iş etkinliği birbirine koşutluk gösterir.

Yaptığımız iş sonucunda değer yaratırız. Değer yaratmak, belirlenen amaçlar yönünde doğru bilgilere sahip olmayı ve doğru etkinlikte bulunmayı gerektirir. Ulaşılmak istenen hedefe uygun araç ve gereçler, uygun yer ve zamanda kullanılarak eylem gerçekleştirilir.

İş gereklerine göre verilen eğitimin öğrencinin öz etkinliği, araştırması, çözüm araması başta geldiğinden görerek, uygulayarak, deneyerek nesneleri kavrayacak, bilgilerin doğruluğuna sezgisiz olarak ulaşacaktır. Doğrudan doğruya duyularla edinilen bu bilgiler bellekten kolay kolay silinmezler. Öğrenciye yanılgıya düşmeden, yanlış yapmadan doğru eylem yapma yeteneği kazandırılır.

Bütün bu düşüncelerle çağımızda bilim insanı ve gelişen, çeşitlenen teknolojilere gerekli eleman yetiştirmek için okul binalarına laboratuarlar, iş atölyeleri, çalışma, uygulama binaları eklenmiş; bilgi ve beceriler görgüyle, deneyle, uygulamayla verilmeye başlanmıştır.

Türkiye’de de Cumhuriyetin kuruluşuyla tarıma dayalı bir endüstrinin geliştirilmesi ilke alınarak, 17/Şubat/1923 tarihinde toplanıp 04/Mart/1923 tarihinde sona eren İzmir İktisat Kongresinin, “Tarım ve Eğitim sorunu” adlı bölümünde ele alınan kararların altıncı maddesinde, “Köylerdeki ilkokulların kesinlikle beş dönümlük bir bahçesi, tekniğe uygun iki ineklik ahırı ve kümesi, yeni tarzda bir arılığı olması; toprağın bir kısmı sebze, bir kısmı çiçek  ve bir kısmının da  fidancılığa ayrılarak, öğretmenlerin kontrolü altında toprağın öğrenciler tarafından işlenmesi; harcama ve gelirinin köy öğretmenlerine ait olması ve bu yolla çocuklara uygulamalı olarak çiftçiliğin öğretilmesi…”görüşü benimsenmiştir.

İŞYERİNDE EĞİTİMİN GEREKLERİ:

Okul eğitimi içinde verilen uygulamalı eğitimin yetersiz olduğu görülerek, okul-işyeri işbirliği ile, özellikle iş davranışına dayalı eğitim kollarında uygulamalı eğitimin işyerlerinde de verilerek, eğitimin yetkin olarak kazandırılması amaçlanmıştır.
Okullarda imalat ve hizmet kesimleri için gerekli işgücü görgüsel ve ameli olarak öğretilerek yetiştiriliyorsa da bunun yetersiz kaldığı, aksamaların çıktığı görüldüğünden işgücünün işyerinde eğitilmesi gerekliliği ortaya çıkmaktadır.

İşgücünün işyerinde eğitiminin sürdürülmesinin, eğitiminin bütünlenmesinin gereklerini a)okul eğitiminden gelen yetersizlikler, b) teknolojinin gelişmesi sonucu ortaya çıkan yetersizlikler olarak iki kısma ayırabiliriz.

Okul eğitiminin Yetersizliği:
Okullarda ancak temel düzeyde, genelde kalan bir eğitim verilmekte, olanaklar buna elvermektedir. Okul yaşamı  bireyin yaşamının küçük bir bölümünü almak zorunda kalmaktadır çünkü, birey bir an önce toplumda üretime katılmalıdır. Bu bireyin yetişme ve gelişmesini işyerinde sürdürmesi zorunluluğunu getirmektedir.

Meslek liselerinde 160 saatlik bir staj süresi gerekli deneyimi vermekten, işe hakim olma ve karar yeteneğini kazandırmaktan uzak kalmaktadır. Staj yapılan atölye ve işyerlerinin koşulları tam anlamıyla üretim yapılan işyerlerinin koşullarına sahip olmayabilmektedir.

Çağımız üretim büyüklüklerinin çok çeşitli işbölümlerine ayrıldığı bir çağdır. Bu çok çeşitli meslekler (işkolları, işbölümlemeleri) için ayrı ayrı okullar açma olanağı olmadığından zorunlu olarak gerekli nitelikli eleman, işyerlerinde kurslar açılarak, hizmet içinde eğitilerek
sağlanmaktadır.

Teknolojik Gelişme ve Uyum Zorunluluğu:
Günümüzde yapılan bilimsel çalışmalar ve teknolojik yenilikler sonucu,  hemen her gün yeni ve gelişmiş bir ürün, yeni üretim tekniği, yeni üretim araç ve gereçleri piyasaya çıkmaktadır. Bir şirketin sürüm yapıp yaşaması için bu tekniklere, araç ve gereçlere, bunlarla üretim yapan personele gereksinimi vardır.

Ayakta kalmak, sürekliliğini ve gelişmesini korumak isteyen bir şirket dinamik olmak, gelişen teknolojiye uygun personelini eğitip rakipleri ile rekabet etmek zorundadır. Eğitim kurumlarından gerekli eğitilmiş eleman sağlamak, eğitim kurumları gelişen teknolojiye göre yapılarını değiştirmekte geç kaldıklarından olası değildir. Her yeni teknoloji için eğitim kurumunun (zamanında) ortaya çıkması olanaksızdır. Üstelik yeni bir ürün, yeni üretim teknolojisi, şirketlerin bünyelerinde doğup gelişmektedir.

Bir şirketin en son teknolojiyle ve bu teknolojiye uygun nitelikli eleman ile donatılması yeterli olmamaktadır. Çünkü altı ay, bir yıl gibi kısa süreler içerisinde en yeni teknolojiler ve ürünler eskimiş olarak kalabilmektedir.

Şirketlerin kısa süreler içerisinde yeniliklere uyarak kendilerini dönüşüme uğratmaları zorunluluğu, nitelikli eleman gereksinmelerini işyerinde personelini eğiterek karşılamaları sorunuyla karşı karşıya bırakmaktadır. Şirketlerin yenilikçi olmaları gerekliliği işyerinde personelin eğitilmesi gerekliliğini de birlikte getirmektedir.


İŞYERİNDE İŞGÜCÜ EĞİTİMİNİN VERİMLİLİĞİ

İşgücünün işyerinde eğitilmesi gerekliliği vardır, tersi durumda işyaşamı nitelikli personel sıkıntısı içinde hiçbir zaman gelişemez. Yeni teknoloji ve gereksinme duyulan nitelikli personel ile donatılmış bir işyeri verimli olarak çalışacaktır. Bu noktada, işgücünün işyerinde eğitiminin gerekliliği, verimliliğe olan etkisi ile ayrı bir önem taşır.

Verimlilik faaliyetinin üretim faaliyeti ile daha yakın anlam taşıdığı düşünülürse de, eğitim ile verimlilik faaliyetleri arasında daha yakın bağ vardır.

Verimlilik kavramı, üretimi olduğu kadar karlılığı, ekonomik olmayı, yeterliliği de içerir. Bütün bu öğeleri kapsayan verimlilik, üretim faktörlerinin (sermaye, emek, hammadde, üretim araç-gereçleri..vb) en iyi şekilde kullanılmasıyla, daha az mali ve maddi güç harcayarak daha fazla değer yaratmakla gerçekleşir. Üretim faktörlerinin en iyi şekilde kullanılması ise eğitim ile (gerek girişimci için, gerekse üretim faaliyetinde bulunan için) olanaklıdır ve bu zorunlu ilişkide, bağıntıda eğitim ile verimlilik kavramları özdeşleşir. Prodüktivite kavramının anlamı da Fransızca’da eğitim olarak dile getirilir.

İşyerinde eğitimin verimliliğini, üretim faktörlerinin kullanımında verimlilik, işyerinde sorunların çözümü ve gelişmeyle gelen verimlilik, personelin işgücü moralinin yükseltilmesiyle gelen verimlilik ve işgücü maliyetlerindeki verimlilik olarak inceleyebiliriz.

Üretim Kapasitesinin Tam Kullanımı:
İşyerinde görgüye, uygulamaya dayanan eğitim ile ister yönetici ister uygulayıcı düzeyde olsun işgören sezgisel bilgiden uzak, karar verme ve hatasız üretim yapma yeteneğine sahip olur. Sürekli yapılan iş ile doğru karar süreci hem kısalır, hem de “alışkanlık” durumuna gelir.

Alışkanlık olarak edinilmiş davranış biçimi, insan yapısı ile bütünleşmiş, örgenleşmiş olduğundan üretim sürecinin otomatik olarak (kazanılmış bir refleks olarak) gerçekleştirilmesini sağlamıştır. Karar verme ve hatasız üretimin alışkanlık olarak kazanılması, seri üretim tekniğine uyum ile çok kısa sürelerde çok büyük üretimlerin gerçekleştirilmesini olanaklı kılmıştır.

Seri üretim teknikleri Henry Ford’un fabrikalarında ilk kez denenmiş, üretim süresi  18 dakikadan 5 dakikaya inmiştir. Seri üretim ile optimum üretim gerçekleştirilmiş, işgücü kaybının ve makinelerin israfının önüne geçilmiştir.
Hatasız üretim yeteneğinin kazanılması ile üretimde fire, ıskarta, ikinci kalite ürün, gereksiz depolama..vb önlenerek verimlilik yükseltilmiştir.

İş Sorunlarının Çözümü ve Gelişme, Büyüme ile Gelen Verimlilik:
İşyerinde eğitim görerek kendini geliştiren işgören, işyerinde deneyim ile kazandığı akıl yürütme gücünü kullanarak, karşılaşmış olduğu işyeri sorunlarına uygun çözümler üretir. Deneyim ve eğitim ile gelen kendini yenileme, geliştirme faaliyetleri personelin kalıplaşmış kararlardan sıyrılmasını sağlar. İşgören yeni üretim tekniklerini araştırarak ortaya çıkarır.

Birçok teknolojik yenilikler ve gelişmeler işyerlerinde çalışanlar tarafından bulunmuş, işyeri verimlilikleri arttırılmıştır. İş yönetiminde Bilimsel yöntemin kurucusu Frederick TAYLOR, Midvale Steel Company’nin atölyelerinde yıllarca işçilik, işçi şefliği, ustabaşılık yapmıştır.
Lokomotif yapımı ve demiryolu taşımacılığının öncülerinden George STEPHENSON daha dokuz yaşında iken kömür işçisi olarak çalışmaya başlamış, ama genç yaşta makineleri birçok iyi yetişmiş mühendisten daha iyi anlar duruma gelmiş ve geliştirdiği lokomotiflerle bütün Avrupa demiryolu işletmelerinde tekeli eline geçirmiştir.

Benzer örnekleri çok olan bu buluş ve yenilikler işletmeleri büyütüp geliştirmiş, verimliliklerini kat kat arttırmıştır. 

İşgücünün İşyerinde Eğitilmesiyle İşgücü Moralinin Yükseltilmesinin Verimliliğe Etkisi:
Çağımızda bireyin tüm üretim bilgilerine sahip olarak bir ürünü üretmesi olanağı kalmamıştır. Her üretim büyüklüğü çok küçük bölümlere ayrılmış, her bölüm işbölümü olarak meslekleşmiştir. İşbölümü, gerek imalat gerekse hizmet sektörlerinde, üretim süreci sonunda yaratılan ürün ile harcanan işgücü arasında benzerliği, ilişkiyi ortadan kaldıracak düzeyde çeşitlenmiştir. Bu olgu üreticilerde yabancılaşma sorununu ortaya çıkarmıştır.

Yabancılaşma olgusu personelde kendine güvensizlik, yalnızlaşma, üretim faaliyetlerinde bıkkınlık, isteksizlik olarak kendini gösterir. Sonuçta ruhsal bunalıma neden olur. Yabancılaşmanın nedeni, iş görenlerin üretim sürecindeki ürün üzerinde ortaya çıkan kendilerine olan güven duygusunun azalması olduğundan bu yönde moral değerlerin yükseltilmesi gerekir. Personelin gelişmelere uygun olarak işyerinde eğitilmesi, işyerindeki sürekliliğinin bu yolla gerekliliği ve öneminin vurgulanması yabancılaşma olgusunu ortadan kalkmasına yardımcı olacaktır.

Çağdaş iş yönetimi personeline iş yönetiminde söz hakkı tanıyarak, işgörmede esneklik sağlayarak, sorumlulukları paylaştırarak ve işyerinde personelinin eğitimine önem vererek, kendine ve işyerine olan güven duygusunu ortaya çıkarır; işine güvenme ve işiyle  gurur duyma, işletmesine güven duyma ve işletmesiyle gururlanma duygularını arttırır. Bu yolla gerekli çalışma güdüsünü ortaya çıkarır. Gerekli güdüleme sağlandığında iş kazaları, yitirilen işletme değerleri azalır. İş denetimi kolaylaşır, bağlı olarak denetim maliyetleri düşer. Sonuç olarak işyeri verimliliği artar.

Marjinal Maliyet, Marjinal Verimlilik:
İşyeri maliyetlerinin azalması gerek imalat gerekse hizmet sektöründe üretimin arttırılmasına bağlıdır çünkü; işyeri maliyetleri gerçekleşen ürünlerin toplam değerinin işgücü de dahil diğer harcamaların toplam değerine oranıdır.
Üretimin arttırılması ise üretim tekniği ile emeğin niteliğine bağlıdır. Üretim teknolojisi geliştikçe emeğin niteliği de gelişmekte, üretim miktar ve kalitesi artarak maliyetlerde düşüş gerçekleşmektedir. Kısaca, marjinal verim ek işgücü ile değil, eğitilerek niteliği değiştirilmiş işgücü ile artmaktadır. Eğitim, birim ve toplam maliyetleri azaltıcı yönde etkileyerek verimliliği arttırmaktadır.

Eğitilmiş işgücünün maliyeti, işyerinin personeli işyerinde eğitilerek marjinal düzeyde gerçekleştirilebilir çünkü; ek bir eğitilmiş işgücü maliyeti, varolan işgücü maliyetini arttırarak toplam işçilik maliyetini yükseltecektir. Varolan işgücünün işyerinde eğitimi ile ek işgücü maliyeti yaratılmayacağı gibi, personelin işyerine uyumlaştırma sorunu da olmayacaktır. Ayrıca kaliteli yeni bir işgücünün maliyeti daha yüksektir. Ford fabrikalarında 1933’te personelin yüzde sekseni 15-20 günlük kısa eğitimlerle yeni üretim yöntemlerine göre yetiştirilerek marjinal işgücü maliyetiyle üretim gerçekleştiriliyordu.

SONUÇ

Endüstrileşerek gelişmişlik düzeyini yakalamış olan ülkeler bu başarıyı, şirketlerinin teknolojik gelişmelere göre  kendilerini yenilemelerine, personeline bu yenileşmelere duygun eğitimi kazandırmalarına borçludurlar. Bu ülkeler yenileşme  ve gelişmeyi yapılarına sindirerek gelenekleştirmişlerdir. Rekabetteki üstünlüklerini dinamik olmaya, personellerini işyerinde yoğun eğitime tutmalarına borçlu görünmektedirler.

Eğitim kurumlarından mezun olan bir çalışandan işe başlar başlamaz tam kapasite ile üretim ve verim beklemek alışkanlığından vazgeçmek, istihdam yaratırken işyerinde eğitimi gerekli görerek, yeni işgörenden verimli olmayı beklemek gerçekçi olacaktır.

İşyerinde verilen eğitim gerek kalitesi, gerekse maliyetinin ucuzluğu ile verimliliği etkileyen en önemli etkenlerdendir. İşgücünün işyerinde eğitilmesi genel bir kural olarak karşımıza çıkmaktadır.





İsmail İNCİ - Nisan/1997
Milli Prodüktivite Merkezinin İşyerlerinde Eğitimin Verimliliğe Etkisi Konusu Üzerine Yazılan Makale.


İsmail İNCİ, 02/04/2011











 

25 Şubat 2011 Cuma

SOKRATES'İN MENON DİYALOGU VE DÜŞÜNME YETİSİNİN ELEKTRONİK BİLGİ DEPOLAMA ARAÇLARI İLE GELİŞTİRİLMESİ



                                                                                                            ÖNGÖRÜ BİLİM(1)
           

ELEKTRONİK BİLGİ DEPOLAMA BİRİMLERİ İLE DÜŞÜNME YETİSİNİN GÜCÜNÜ ARTTIRMA

 



SOKRATESİ’İN MENON DİYALOĞU VE KAVRAMLARIN DUYUMSAL ALANDAN BİLİNÇ ALANINA ÇIKARILMASI (SOKRATES’İN DOĞURTMA YÖNTEMİ):
Sokrates Menon diyalogunda, sıradan bir kişiye sorular sorarak bir matematik problemini çözdürür ve her bireyin bu problemi çözebilecek bilgide olduğunu ileri sürer. Sokrates’e göre, ruh öte dünyada her şeyi öğrenmiştir, bu dünyada da öte dünyada öğrendiklerini, anımsama çalışmaları, araştırmaları sonucu anımsayarak ortaya çıkarır.

Bu yanlış bir düşüncedir ve insanın doğduğu andan başlayarak öğrenme süreci konusundaki bilgisizliğinden kaynaklanır. Bu yanlış düşüncenin, Menon gibi bir diyalog da somut olarak doğruluğunun kanıtlanıyor gibi görüntüsü, yüzyıllarca bilginin tümel olarak doğuştan insanda varolduğu yanlış inancına neden olmuştur.

İnsan anlığında varolan tümel bilgiler, kavramlar, dış dünyadaki tikel gerçekliklerin etkileridir. Bu tümel bilgiler dış dünyadaki tikel gerçekliklerden ayrıdır ancak aralarında ayrılmaz bağlar vardır. Tümel kavramlar tikel gerçeklikleri potansiyel olarak içerirler.

Sokrates’in Menon diyalogunda konu edinilen kişi, matematik problemini çözecek aşamaya geldiğinde, geçirdiği büyüme ve yetişme evreleri sürecinde içinde yaşayarak algıladığı toplumsal ve doğal ortamda varlık ve olguları ve öğrenmiş olduğu günlük konuşmalar içinde geçen basit kavramları anımsamaya başlamış olmaktadır. Anlıkta yerleşmiş, tümel olarak belleklenmiş gerçeklikler, dış dünyanın tikelleri arasında yapılan gezinmelerle yeniden anımsanmış olmaktadır.

İnsan doğum olayından başlayarak dış dünya ile duyularıyla iletişime geçer. Boş bir karbon diskini andıran beynin yapısı, duyu algılarının izleri ile biçimlenir, doğa ve toplum ile ilişkili olan nesnel gerçeklikler, kişisel edim ve koşullarına bağlı olarak belleğe yerleşir. Konuşmaya başladığı anlardan başlayarak nesnelerle sesler arasında karşılıklı kopmaz bağları belleğine yerleştirir. Belleklenen nesneler ve özellikleri arasında sözcüklerini bilmediği birçok gerçeklik ve ilişkiler de vardır. Beynin bu nesnel dünya ile ilişkisinde, yaşamında doğrudan etkileşimde bulunmadığı nesneler, beynin hücrelerinde soyut, kopuk izler dolarak belleklenir. Bu nesnel dünya, bir çaba ile edimsel olarak, araştırılarak anımsanır, yeni sesler ile sembolleştirilirse, diğer deyişle kavramlaştırılırsa bilgi olarak yeniden algılanır, bilgisine erişilir. Soyut durumundaki nesnel izler, diğer nesneler ile ayrışan ve benzeşen ilişkileri, neden sonuç ilişkileri ile bağlantılaşarak somut algılar durumuna getirilir.

Sokrates’in sorular sorarak anımsamayı ortaya çıkarışında yapmış olduğu işlem de bu araştırma edimidir. Belleklenen nesnelerin görünümlerini, sorularla anımsamayı ve nesneler arsında ilişiler kurarak, belirginleştirmeyi sağlar.

BİLGİYİ BULMA MANTIĞI İLE KANITLAMA MANTIĞI ARASINDAKİ ORTAK NİTELİKLER:
“Bulma bağlamı ve doğrulama bağlamının mantığı aynı değildir. Bilim mantığının konusu yalnız doğrulama işlemlerini kapsar, bulma süreci ise mantığın değil ancak psikolojinin konusu olabilir. Bulmanın indüktif veya başka mantığı yoktur…Bilimsel araştırma sürecinde mantıksal çözümleme ancak şu veya bu şekilde bulunmuş bir hipotez veya teoriyi doğrulama aşamasında başlar.”(s.71), Bilim Felsefesi, Cemal Yıldırım.

Bilginin bulunması süreci ile bilginin doğrulanması süreci arasında büyük ayrımların bulunmasına rağmen, tümevarımsal gözlemlemeyle bilgiye ulaşım eylemi gerçekleştirilirken kullanılan mantıkla, kanıtlama amacı taşıyan mantık arasında çok önemli karşılıklı bir bağımlılık vardır. Usun, tümevarımla yeni olguların bilgisine ulaşırken gerçekleştirdiği düşünme eylemi, bellekteki dedüktif ilkelere dayanır ve tümevarımla bilimsel bilgi oluşurken, bu aksiyometik edimi gerçekleştirir. Her iki süreç de belleğin belirli bir gelişmişliğini gerektirir. Düşün gücünün belirli bir süreci sonucunda bulma ve doğrulama mantığı işlevini yerine getirmeye başlar.

DÜŞÜNCENİN OLUŞ SÜRECİ:
Anlığın gerek bilginin bulunması, yani doğrudan gözlem ve deneyimlerle bilginin ortaya konulması sürecinde gerekse bilginin doğrulanması sürecinde ve üçüncü bir işlevi olarak salt düşünme durumunda düşünce yeteneğine yükselebilmesi için, Sokrates’in Menon diyalogunda da görüldüğü gibi, yaşamın ilk evrelerinden itibaren belleğin duyumlarla biçimlenme (formatlanma) süreci gerekir. Bilginin ilk aşaması, duyumlarla alınan izlenimler, bellekte oluşan nesnel deneyimlerin izleridir(track). Bilgi süreci, usun yaşına bağlı olarak eğitim ve öğrenimle genişler. Altı yaşa değin genel olarak temel bilgiler ve duyumlar usun içine yerleşmiş olur. On sekiz, yirmi yaşına kadar aşama aşama bilimsel kavram ve deneyimler usta yerleşmiş bulunur. Bu süreçten sonra salt uslamlama ile kavram ve düşünceler çıkarsanabilir. Sonraki aşamalarda anlıktaki bu apriori bilgiler, yeni duyu ve görü verileri ile zenginleştirilerek geliştirilir. İnsan varlığının kendini varlaştırması sürecine bağlı olarak usun bu gelişme süreci sürer.

 Formatlanma sonrası düşünsel edim beyinde, kendi kendine izlenimler arasında gezintilerle,tasarımlamalarla, yeni izler(=iç deneyimler) oluşturur. “ … edindiğimiz deney arttıkça ve aklımız güçlendikçe, ilkeleri durmadan daha genelleştirir, ve kapsamlarını genişletiriz.” (s.91) Davit Hume

Usta varlaşan bu bilginin usun denetimi altında, belirli kurallarla düşünülmesi tümdengelim yöntemiyle bilgiye ulaşılması işlevi, deney çalışmaları sonucu bilginin elde edilmesi ile eşdeğer özellikler taşır. Bu nedenle bu bilgi yolu “iç deneyim” olarak da adlandırılır. İçdeneyim ile elde edilen  bilginin dış deneyim ile elde edilen bilgiden ve dış deneyim ile elde edilen bilginin doğrulanması sürecinden farklı nitelikleri vardır. Her üç düşünme sürecinin ayrı nitelikler taşımalarına karşın ortak nitelikleri bizi düşünme sürecinin ilkelerine götürür. İçdeneyim ile bilginin elde edilmesi, anlığın yetenek ve zenginliğine bağlıdır. Kavramlar arasında anımsamalar, bağıntı kurmalar arttıkça yeni bilgiler artar. Burada temel olan “anımsamadır”. Ne değin geriye (geçmiş zamana) ve ne değin geniş alana yayılan kavramlar ve bağlantıları,” benzerlikleri” anımsanırsa iç deneyimin sonuçları o değin başarılı olur.

Anımsama işlevi benzerlikler varsa gerçekleşir. Olguların benzerlikleri çağrışımla birbirini çağrıştırarak, andırarak bağlantıları oluştur ve anımsamamızı sağlar. Özdeş olmayan binlerce özgüllükteki nesnelerin benzerliklerini bulup genellemelere varmak, insan düşüncesinin en yalın düşünme biçimidir ve düşünmenin temelini oluşturur. Gelişigüzel olarak olguların benzer ve benzemez yanlarını bulup ayırtmak insanın doğal yeteneğidir. Bilinçli  gözlemlerle birbiriyle hiçbir benzerliği bulunmayan olgu ve nesneler arasında benzer yan ve ilişkiler gözlemlemek, özel bilgi birikimi ve yeteneği gerektirir. Bu yeteneğin en üst ve belirgin örneklerinden birini Newton’un yerçekimi yasası gözleminde görürüz. Ayın ve gezegenlerin dönüşleri ile elmanın düşüşü arasındaki ilişki benzerliğini görerek yerçekimi yasasını ortaya atmak özel olgu gözlemi birikimi, yani bilgi birikimi ve bu gözlemler arasında ilişkileri bulmak yeteneği ve çabasını gerektirir.


USUN KENDİLİĞİNDENLİK YETENEĞİ-SEZGİ VE SAĞDUYUSAL YARGILAMA YETENEĞİ:
Bir us, sahip olduğu, içerdiği kavram, yasa ve kuramların zenginliğine bağlı olarak (bilgi birikim ve deneyim gücü), bir gözlem,deney ve araştırmada, sorunları çözümlerken doğru sonuçlara, yeni bilgilere kendiliğinden, ayrıntılı araştırma ve inceleme aşamasına girmeden, aşamanın başlangıçlarında kendiliğinden ulaşabilir. Mantıksal çıkarım sistemi kurmadan, sonuçları ilksel nedenlerden ussal çıkarımla içsel bir düşünsel refleksle ortaya koyabilir. Bu düşünsel refleksi sezgi kavramı ile tanımlarız.
Sezgilerin doğruluğu sahip olunan bilginin gücüne bağlıdır ve anlığın refleks olarak, kendi iç disiplini ile işlemesinden kaynaklanır. Ancak bu sezgisel bilgi  ne kadar doğru olsa da,  ya olguların yinelenmesi ile kendisini kabul ettirmesi gerekir, ya da bilimsel geçerlilikte kabul edilebilmesi için, sistemli mantıksal ilkelerle, dedüktif ortaya konulması gerekir.

DÜŞ, ÇAĞRIŞIM VE SEZGİ DUYUMLARININ DÜŞÜNCE SÜRECİNDEKİ YERİ VE ÖNEMİ:
İçdeneyimin dış deneyim ile birleştirilmesi “ çağrışım” etkilenimi ile gerçekleşir.  Anlıkta varolan kavramlar, neden-sonuç, nitelik,  biçim, uzam , zaman …vb yönlerinden benzerlikler taşıdığında anımsama gücü etkinleşir ve kavramları birbirlerine bağlar.

Düşü, çağrışımı, ve sezgiyi anlığın salt  bilinçli edimleri olarak görmek yanlış olur. Anlığın daha çok duygulanım itimleri ile kavramların zorunlu, bilinçli ancak edim dışı (altbilinçsel)  kendiliğinden çıkarımları olarak görülür. Özellikle düş tasarımları anlığın duygulanım itimleridir.

 Çağrışım ve sezgi tasarımları salt bilinçli edimler de olabilir. Ancak gerçeklikleri ve doğrulukları çok belirsizdir. İncelenmesi ve araştırılması, bilimsel temellere dayandırılması, zorunlu çıkarım kurallarıyla sınanması gereken önemli iç deneyimlerdir. İçdeneyimle duyumsadıktan sonra dışdeneyimle duyumsamak gerekir. Gerçekliklerini bilinçli, uslamlama ile işlemek zorunludur.

Her çağrışım yeni bir duyum ve deneyimdir. Dış duyumla ve iç duyumla bağlantılı olduğundan dış deneyime de yakın olmasına karşın, anlığın etkinliği sonucu bilgiye ulaşıldığından İçdeneyim sonucudur diyebiliriz. Dış benzerliğin kavram ve yargılar arasında sentezi veya analizi ile yeni deneyime ulaşılır.

 Anlığın gerek etkin gerekse edilgin durumunda iken biran içinde varolan çağrışımlar büyük önem taşır;  üzerinde önemle durulması, uslamlama ile araştırma ve dış deneyimlerle gerçekliklerinin araştırılması gerekir. Sezgisel bilgi, çağrışımla gelen içdeneyimlerin kümelenmiş bir bütünlüğüdür. Çağrışımla aynı nitelik ve önemde düşünüş sürecinin parçasını oluştururlar.

Sezgi, çağrışım, andırım ile ortaya çıkan buluşlara büyük önem vermek gerekir. Bu anlıksal edimlerin sonuçları, mantıksal formlarla kanıtlanmış gerçekliklere yakın gerçeklikte olabilirler. Anlığın refleks olarak işleyişinden çıkarlar.  Özellikle özgün nitelikler taşıyan sonuçlarının önemsenerek ele alınması, bizi büyük yeniliklere ve gerçekliklere götürebilirler.


ANIMSAMA, BENZETİM, ÇAĞRIŞIM, SEZGİ  VE SAĞGÖRÜ DÜŞÜNCE SÜREÇLERİNİN NİTELİKLERİ:
Olgu ve varlıkların ortak nitelik ve özellikleri anımsama, benzetim, çağrışım, andırım, sezgi ve sağgörü düşünce süreç ve edimlerinin ortak yönleridir. Varlıklardaki benzerlik ile olgulardaki benzerliğin veya varlıktaki çeşitli nitelik ve etkiler ile olgular arasındaki  herhangi birinin benzerliğinin bilinen bilgilerinden bilinmeyenlerinin bilgisine ulaşırken benzeşimin özdeşliği ölçü alınır. Varlıkların bazı yönlerden benzer olması (ortak nitelikler taşıması) etkilerinin de benzer olmasını nedenler, özdeş olmasını (kesin) gerektirmez. İnsan ve kurbağanın birer canlı olmasına karşılık kan dolaşım sistemleri veya üreme sistemleri aynı (özdeş) değildir.
Varlık ve olguların benzer ve benzemez nitelik ve koşulları sınırsız sayıda küme ve oluşumlarda olabilir ancak ortak yönleri, yanları ve edimleri; sonul erekleri, devinim ilkeleri sınırlı sayıdadır. Bu ortak yönlerden, kendini yineleyen olgu ve devinimlerden çıkarak olgu ve varlıkların deney ve gözlem konusu olmayan bilgilerine de ulaşabiliriz.

 Bu olanak, varlığın sınırsız çeşitlilikteki benzemezlikleri ve o ölçüde benzerliklerinden oluşur.
 Bu düşünce süreçlerini “Olgu Mantığı “ ve “Varlık Mantığı” olarak iki ana bölümde araştırmamız gerekir, çünkü bu bölümlerin kendine özgü ortak nitelikleri bulunmaktadır.

ANDIRIM, ANIMSAMA, ÇAĞRIŞIM, BENZETİM, SEZGİ VE SAĞGÖRÜ MANTIĞININ İKİ YÖNÜ: VARLIK MANTIĞI, OLGU MANTIĞI:
Benzer varlıkların nitelikleri benzer olduğundan, benzeyen varlığın nitelikleri kanıtlanırken benzetilen varlık bilgisi ortaya konulur. Benzer varlıkların benzerliklerinden uzaklaşıldıkça (benzerlik zayıfladıkça), andırım zayıflar (çağrışımın gücü de zayıflar ancak çağrışımın ortaya çıkması için çok küçük benzerlikler yeterlidir), kanıtların doğruluğu da zayıflar. Varlıkları yeni kategorilerinde belirlemek gerekir. “ Örnekler birbirlerinin tıpkısı olmadıkça, onlar geçmiş gözlemlerini herhangi bir belirli olguya uygulamakta tam bir güven duymazlar. Koşulların her değişimi, o olaya ilişkin bir şüphe doğmasına yol açar ve yeni koşulların bir ağırlık ya da önemleri olmadığının kesinlikle kanıtlanması için  yeni deneylerin yapılmasını gerektirir. Kitlesinde, durumunda, düzeninde, yaşında, o anki hava koşullarında ya da çevresindeki cisimlerde bir değişiklik olması…bunların herhangi biri, en beklenmedik sonuçları yanı sıra getirebilir”…(106) Doğal Din Üzerine Söyleşiler, Davit HUME. 

Olgular arasındaki benzerlik, varlıklar arasındaki  benzerlik özellikleri ile ayrımlılıklar taşır. Olguların kategorilerini ayrı değerlendirmek gerekir.Olguların andırım gücü neden-sonuç, varlık-hedef, ortam-etki öğelerine bağlıdır. Aynı koşulların ortaya koyduğu ortamlarda, aynı etkide bulunan çeşitli niteliklerdeki varlıklar, aynı amaç taşırlar (sonul nedenler taşıyıcılarıdırlar), aynı nedenlere-etkilere yol açarlar; sonuçta sınırsız çeşitlilikteki varlığın  sınırlı sayıda benzer olgularını (edimlerini) ortaya koyarlar. Taşın düştüğü gördüğümüzde, taşa benzer çeşitli varlıların da düşeceğini biliriz. Canlı bir varlığın ürediğini  bildiğimizden, canlılık niteliğini taşıyan tüm varlık türlerinin ürediğini biliriz.

Olgusal Mantığın ilkelerinin tüm evren içinde geçerli olduğunu söyleyebiliriz. Bu yerküredeki bazı ilke ve yasaların tüm evren içinde geçerli  olduğunu biliyoruz: Maddenin korunumu yasası, devinimin birinci ikinci kuralları…vb

Aynı nedenlere yol açan etkiler aynıdır ancak bu etkilere neden olan varlıkların tüm niteliklerini bu nedenler ortaya çıkarmazlar. Bize salt ortak olan nedenleri ortaya çıkaran niteliklerinin ortak olduğunu gösterirler. Bir yangın birçok varlık tarafından nedenlenmiş olabilir. Yangını bir insan, bir doğal olay(yıldırım), bir cisim(cam) oluşturmuş olabilir. Ancak  yangını oluşturan nitelik yönleri ile bu varlıklar benzerdirler. Neden olan varlığı tümel olarak bilmemiz için, başka bilgi, gözlem ve deneyler gerekir.

BENZERLİKLER VE ÇAĞRIŞIMLA BİLİNMEYEN BİLGİLERİN BİLİNEN VARLIK VE OLGULARDAN ÇIKARIMI YÖNTEMİ ARASINDAKİ BAĞLAR: BİLGİYE ERİŞİM SÜRECİ:
Tür, cins ve çeşit olarak birbirinden ayrı olan varlık ve olguların bilgilerinden salt düşüncenin izleri arasında gezinerek bilinmeyen bilgilerin çıkartılması, varlık ve olguların birbiriyle olan benzerlik ve özdeşlik derecelerine görelidir. Nitelikler birbirine eşitlik derecesinde ise bilinene niteliklerden bilinmeyen nitelikler kesin bilgi olarak çıkarsanır. Olgulardaki ortak koşul ve konumlar eşitlik derecelerine göre bilinenlerden bilinmeyen koşul ve özellikler çıkarsanır. Benzerlikler azaldıkça bilginin derecesi de azalır: Kesin bilgi, olasılık düzeyinde kalır. Olasılık düzeyindeki bilgiler çağrışımla, andırımla ortaya çıkarlar, bilginin kesin olabilmesi için deneyle ve uslamlama ile kanıtlanması gerekir.

DÜŞÜNME YETİSİNİN BİLGİ DEPOLAMA BİRİMLERİ İLE ARTTIRILMASI SONUCU İNSAN VE TOPLUMLARIN YENİ YAŞAM BİÇİMLERİNİN OLANAKLILIĞI:
İnsan beyninin bu gün ulaşılan bilgi birikiminin tümünü öğrenerek belleğine yerleştirmesi, belleğin bu bilgi birikimini alması ve anımsaması olanaksızdır. Bu olanaksızlık düşünüş farklılıklarını, düşünüş yanılgılarını, zayıflıklarını zorunlu kılar. İnsanların yanlış yaşamlara yönelmesine neden olur.

İnsan beyninin bellek, anımsama  bölümüne yerleştirilecek tümel bilgileri kapsayan bilgi depolama birimleri (mikroçipler) ile veya uzaktan algılanabilecek bilgi depolama birimleri ile beynin anımsama bölümü arasında sürekli iletişimin sağlanmasıyla insanın tüm bilgilere sahip olması, belirli bir temel eğitim ve öğretim süreci sonucunda gerçekleştirilebilir. Bu yöntem   insanlar ve toplumların tüm bilgi birikimine kolaylıkla erişimine olanak sağlayacak ve aralarında bilgi düzeyi farklıklılarını ortadan kaldıracaktır. Yine bu yöntem sonucunda düşünüş farklılıkları azalacak, ortak yargılar artacaktır.

İsmail İNCİ, 25/02/2011






22 Ocak 2011 Cumartesi

DİZGESEL DÜŞÜNCELERİN OLUŞTURDUĞU TOPLUMSAL DUYGULANIMLAR


-GÖKHAN İNCİ’YE-

DUYGULARIN KÖKENİ VE BÖLÜMLENMESİ [BİREYSEL VE TOPLUMSAL DUYGULANIMLARIN NEDENLERİ VE SONUÇLARI]    (2)





Düşünceler dış dünyanın, dış dünyadaki varlıkların aralarındaki bağ ve ilişkilerin, etkileşimlerinin yansımalarıdır. Bu gerçeklik ile, canlıların düşünceler karşısındaki tepkileri, dış dünyada  varlık ve cisimlerle olan ilişkilerindeki tepkilerle eşit düzeylerde ortaya çıkar. Varlığına zarar veren ve verecek durumda olan nesne ve olgular karşısında göstermiş olduğu iki tip tepkiyi, aynı düzeyde düşünceler karşısında da gösterir.

Canlı varlıklar varlıklarına zarar verecek olan ve zarar veren etkenler karşısında içgüdüsel olarak iki tip tepki gösterirler: a) Öfke, kin, düşmanlık duyarlar. B) Korku, kaygı, tasa, üzüntü, yılgınlık, ürkeklik duyarlar.

Canlıların gerek somut dünyada, gerekse soyut dünyada (düşüncelerde) varlıklarını tehdit eden varlık ve olgular karşısında bu iki tip tepkinin ortaya çıkma öncelikleri, tehditler karşısında sahip oldukları korunma ve saldırma  güçlerine bağlıdır.

Canlılar eğer tehdit eden varlık ve olgular, tehdit edilen varlıktan üstün ise korku, kaygı, tasa, üzüntü, yılgınlık, ürkeklik duyarlar ve edilgen davranışlar gösterirler. Varlığını tehdit eden varlık ve olgular zayıfsa öfke, kin, düşmanlık duyarlar ve korunma tepkisine bağlı etkin davranışlar ortaya çıkarırılar.  Bu iki tip tepkinin ortaya çıkışı düşünceler ve düşünce dizgeleri karşısında da aynı biçimde gerçekleşir. Düşüncelerimizi tehdit eden düşünceler karşısında da doğrudan varlığımızı tehdit eden varlık karşısında içgüdüsel olarak gösterdiğimiz bu iki tip tepkide bulunuruz.

Tehditler, salt doğrudan varlığımıza ilişkin olmayabilir. Varlığı bütünleyen, destekleyen, sürmesi ve geliştirilmesinde yardımcı olan her türlü canlıya, cansız eşya ve olguya karşı yapılan tehdit ve saldırılar doğrudan varlığa yapılmış olarak algılanarak aynı tepkiler ortaya çıkar.

Varlığımızı bütünleyen, destekleyen, geliştiren varlıklara ve olgulara sevgi duyarız. Sevgi duygusu taşıdığımız her varlık ve olguya yapılan düşmanlık ve sevgi duyduğumuz varlıkların sevgi duyduklarına yapılan saldırı ve tehditler de doğrudan öz varlığa yapılmış olarak algılanır ve bu iki tip tepki ortaya çıkar. Bu sevgi olgusu zincirleme, sevginin bağlandığı en son halkaya değin gider. İkincil bir varlık alanı olarak varlığı kuşatır.

Düşünce dünyasında ortaya çıkan sevgi duygulanımı ve ilişkileri, dış dünyada ortaya çıkan sevgi duygulanımı ve ilişkileri ile özdeş nitelikler taşır. Sevgi duyulan düşünce ve düşünce dizgeleri ve bu bunlara sahip kişi ve topluluklara yapılan düşünce dünyasında saldırılar karşısında aynı tepkiler içgüdüsel olarak ortaya çıkar. Sevdiğimiz düşüncelere ve düşüncelerimizi sevenlere yapılan saldırı karşısında öfke, kin, üzüntü, tasa, kaygı,korku..vb duyarız.

Yerleşmiş olan düşünce dizgeleri, düşünler, değer yargıları ve yeni düşünler arasındaki  çatışmalar, varlıklar üzerinde yapılan çatışmaları simgeler. Bu çatışmalar  içgüdüsel tepkileri uyararak sürekli etkinliklerini canlı tutar. Dinsel inançlar, dinsel inanç yapısında olan düşünce dizgeleri arasındaki çatışmalar, somut dünyada ortaya çıkan duygu tepkilerini sürekli uyarılmasına neden olurlar. Bu düşünce bütünlüklerinin, olgularının ortaya çıkardığı duygu tepkileri düşünce bütünlüklerinin özelliklerine göre kavramlaştırılır: İslamcı tepki (duygulanım), toplumcu tepki (duygulanım), ulusalcı tepki (duygulanım)..vb.

Dinsel, mezhepsel, grupsal çatışmalar bu tepkilerin, düşüncelerin çatışmasıdır. Her düşünsel alandaki duygusal tepki, somut bir nefsi müdafaa tepkisi olarak ortaya çıkar, saldırının ortadan kaldırılması veya kalkması ile sona erer.

Düşüncelerin daha özgür olarak söylendiği, düşüncelerin daha geniş ölçülerde çatıştığı, düşüncelerin birbirlerine saldırdığı demokratik yönetimlerde, düşüncelere bağlı öfke, kin, düşmanlık, korku, kaygı..vb duyguların daha çok çıkması kaçınılmazdır. Demokratik yönetimlerin öz niteliği olan düşüncelerin özgür olarak dile getirilmesi ve savunulması, düşünceler arasında çatışmaların, saldırıların olmasına neden olur. Düşünce alanındaki bu savaş, somut dünyada da savaşları, birbirine düşmanlıkları ortaya çıkarır.  Saldırılar karşısındaki duygusal tepkileri günlük yaşamın bir parçası durumuna getirir. Zaman zaman soyut alandaki tepkiler somut alana yansır, kavgalar olur, cinayetler işlenir.

Demokratik yönetimlerde, somut alanda düşmanlıkların ortaya çıkmaması için düşüncelerini söyleyen ve savunanların çok hoşgörülü olmaları gerekir. Bu zorunluluk, demokratik yönetimlerin ‘hoşgörüyü (toleransı)’ özniteliklerinden birisi yapar. Ancak, soyut alandaki çatışmaların nitelikleri ile somut alandaki çatışmaların niteliklerinin özdeş olması nedeniyle ilgi, yakınlık ve özellikle sevgi duyulan düşüncelere, düşünce sahiplerine, gruplarına..vb yapılan saldırılara karşı kin, nefret, öfke; üzüntü, kaygı..vb duymamak, düşman olmamak çok zordur. İnsanın bu doğal özü nedeniyle hoşgörülü olmak çok güçtür. Özgür düşüncenin önemini kavramış olmak, düşünceler arasındaki çatışmalarda öfke, kin, düşmanlık, korku, kaygı..vb, duygu ve tepkilerinin ortaya çıkmasını önlemeye yetmemektedir. 

Düşüncelerin  anlatımı, düşünceler arasındaki çatışmaların somut alanda çatışmaya dönüşmemesi çok duyarlı bir üslubu gerektirir.
Düşünce özgürlüğü ifadesi altında özel çıkarları dile getiren ve çatışan düşünceler, dış dünyada çatışmaları zorunlu kılar. Bu gerçeği özellikle seçimlerin gerçekleştirilme zamanlarında net olarak görürüz. Düşüncelerin çatışmasının somut alanda en yakın tarihte görülen örneği, ABD’nin Arizona eyaletinde 08/01/2011 Cumartesi günü düzenlenen silahlı saldırıda altı kişinin hayatını kaybettiği, aralarında Temsilciler Meclisi üyesi Gabrielle Giffords'un da bulunduğu 14 kişinin yaralandığı saldırıdır. Sayın ABD devlet başkanı Obama’nın konuşması demokratik yönetimlerindeki düşünce alanındaki çatışmaların somut alanda görülüşünün nedenlerini çok güzel dile getirmektedir: “, "Söylemlerimizin aşırı derecede kutuplaştığı bir dönemde, dünyanın başına gelen bütün kötülüklerden dolayı tüm suçu bizden farklı düşünenlerin üzerine yıkmaya aşırı hevesli olduğumuz bir dönemde... bir an için durup, birbirimizle yaralayıcı değil, onarıcı bir şekilde konuştuğumuzdan emin olmamız hepimiz için büyük önem taşıyor."

Düşünceler açıklanırken, savunulurken dile getiriliş biçiminde ‘genel yarar’ düşüncesinin çok duyarlı olarak ifade edilebiliyor olması gerekir. Ancak genel yarar düşüncesi altında özel çıkarları savunan ve diğer düşüncelere saldıran düşünceler, somut alanda da çatışmaların, düşmanlıkların ortaya çıkmasına neden olur. Bu tip düşüncelerden bazıları genel yararı savunduklarını ileri sürerek doğrudan diğer düşüncelere soyut ve somut alanda düşmanlıklarını ilan ederler ve savaş açarlar. Demokratik ortamın düşünce alanındaki savaşının somut alandaki savaşa dönüşmesi kaçınılmaz  olur. Genel kanıyı oluşturma (çoğunluğun oyu ile iktidar olma) çabaları demokratik yönetimlerin özü olsa da bu tür kanı oluşturma için düşüncelerin savunulması toplumlarda somut düşmanlıkların oluşmasına, kin, öfke duygularının topluma egemen olmasına, toplumsal bunalımlara, somut çatışmalara neden olur.

Bu tip düşünceler büyük uslamlama ve mantıksal disiplinle ortaya konulan etkileme gücü olan, şiddetli sevgi ve özveri duygulanımları taşıyan dizgesel nitelikte düşünce bütünlükleridir  İdeolojik duygulanımlar olarak adlandırabileceğimiz bu toplumsal etkili duygulanımların başlıcaları dinsel duygulanımı, ulusal duygulanım, emek duygulanımı veya ideolojileridir. Bunların dışında düşünce dizgeleri içinde, erdemliliğe, yurt sevgisine, ideal toplum düşüncelerine dayanan istek ve duygulanımlar (ideolojiler) varsa   da, dinsel, ulusal ve emek duygulanımları kadar öne çıkmazlar.
Bu düşünce dizgelerinin bazı açıklayıcı ve yayıcıları, düşünce sistemlerini yaşamın amacı durumuna getirdikleri için üslupları doğrudan çatışma, saldırı biçimindedir. Demokratik ortamlarda bu saldırı ve düşmanca üslup, demokrasinin özniteliği olan hoşgörüye aykırı olmasına rağmen kolaylıkla kullanılır.

Bu düşünce dizge ve birlikleri, genel yarar için değiştirilmesi amaçlanan ve belirli koşullarda doğru ve gerekli olan düşüncelerden oluşurlar. Sevgi, özveri ve düşmanlık duygulanımlarını kanılarla birlikte yayarlar. Düşünce bütünlüğü olarak ortaya çıkışlarını oluşturan koşullar ortadan kalktığı ve koşullarla uyumlu olmadığı durumlarda da birer çözüm düşünleri olma eğilimi taşıdıklarından ve  kitleleri özel amaçları yönünde yönlendirmek ve egemen olmak isteyen kişi ve grupların kullandıkları birer araç olarak, yanlış eylemlere ve toplumda yıkıcı etkilere neden olurlar.

DİN İNANCI:
Tanrılaştırılmaya en elverişli varlıklar, Montaigne’nin dediği gibi: “en az bildiğimiz şeyler değil, bizden en güçlü olan şeylerdir.” Bu güçler, kendilerinin gücüne en çok gereksinme duyduğumuz varlıklardır. “İnsan önce, kendisinden güçlü ve üstün gördüğü fizik güçlere taptı”(Volney).
Bu gücü yanında gören insan varlığı, kendini sonsuz güvende hisseder. Din inancı ile insan, varlığını, doğaya karşı güvende hissetmiştir.
Din inancı ile insanın varlığında kendine ve yaşama karşı güven duygusu egemen olur; korku, kaygı, yılgınlığın yerini cesaret, huzur, sevgi , sevinç..vb alır.

 Dinlerin kökeni insanın, kendisini kendinden güçlü güçlere karşı korumak için yarattığı eylemde yatar. Kendinden güçlü güçlere karşı kendini korumanın en basit  yolu, ona hoş görünmek, onun isteklerini yerine getirmektir. İlkel insan kendinden üstün olan vahşi hayvan ve doğa olaylarını hoş edebilmek için ona yiyecekler, kendisinin sahip olduğu en değerli ürünleri ona sunmayı görgü ve deneyimleriyle öğrenmiştir. Ancak ona yaklaşma sorunu vardır. Bunun için onun çizgilerini çizer, bu çizgilerinin yanına yiyecekler koyar. Böylece ilk resim sanat olarak ortaya çıkar. Daha sonra putlarını yapar, putlarına kurbanlar keserek hoşnutluğunu elde etme çabasını sürdürür. Tanrıların hoşuna gitmek için putlarının önünde yapmış oldukları taklitler, çıkardıkları sesler şiir ve müziğin, dansın ve tiyatronun ilkel görünümleridir. Böylece yontu(heykel) sanatı, dans, tiyatro, şiir ve müzik sanatı doğar.

İlkel insanın bu kendinden güçlü güçlere tapma eylemi, kendi cinslerine karşı da olur. Yunanlıların Tanrı olarak insan kişiliklerini oluşturmaları bu nedenledir. Zeus, insan kişiliğinde canlandırılan ve heykelleri yapılan en büyük tanrıdır. Antik Yunanlılarda olimpiyatlarda, büyük başarı gösteren sporcular da bu nedenle yarı Tanrı olarak görülürdü.

Krallar ve soyluların toplumda diğer insanlardan sahip oldukları  üstün güçleri ile ortaya çıktıkları görülür. İnsanlar, içlerinden en güçlü kişi ve kişileri kendilerine koruyucu seçmiş, güçlerinin altına sığınmışlardır.

Varlığı eksik olan insan tamlığa muhtaçtır ve bu tamlığı tam bir güce sahip olarak gördüğü doğadaki varlıklarda ve olaylarda aramıştır.
İlkel insan zayıf, güçsüz, eksik olan varlığını koruyarak güven altına almak için, kendinden üstün ve varlığı için tehlikeli olan her yaratık ve doğa olayını tanrılaştırır, sonuçta çok tanrılı dinler ortaya çıkar. Evindeki, aile düzenini koruması için kendisine inandığı ocak tanrısından başlayarak, gökte kendisine ve tüm canlılara yaşam kaynağı olan güneşe kadar taptığı birçok tanrıya inanır, güvenir; dua ederek yardımına sığınır. Bu çok tanrılı dinsel inanç yaşamın dünyanın her tarafında, toplumların birbiriyle etkileşimi olmaksızın, ilkel insanın belirli gelişme evresinde zorunlu olarak ortaya çıktığı görülür.

İnsan, varlığını güvenleştirmek ve yetkin olarak sürdürmek için kendinden üstün birden fazla güçlere tapınmasını(çok tanrılı inancı), bu güçlerin zayıflığını görmesi ve birden fazla tanrının ussal olarak varlığının olamayacağı bilincine varması ile sona erdirir. En son Yargısında öncesiz ve sonrasız olarak  varlığını sürdüren, hiçbir koşulda zayıf olmayan bir güce yönelerek, bu niteliklere sahip ancak tek bir Tanrı olabileceği ve bu tanrıya inanılması, güvenilmesi ve sığınılması gerektiği düşüncesi ve inancına  vararak tek tanrılı dinsel inancı kabullenir.



En Yüce Yaratanı Arayış Güdüsü:
İnsan varlığının ussal, düşsel, duygusal olarak en büyük yaratanı ( koruyucu, güvenliği sağlayıcı, besleyici varlığı, büyük babayı, ulu yaratanı); geriye doğru giderek, çevresini saran tüm yer ve zamanlarda araştırarak bulmak istemesi, ona erişme çabası; sonsuz bir neden –sonuç edimler zincirinin doğayı kuşatan varlığının varlığımızı da etkilemiş olmasından içgüdüsel olarak ortaya çıkar. Altbilinçte zaman zaman bu etkinin uyandığını duyumsarız, düşünürüz, bulmak isteriz. Ancak sonsuz geriye gidişin içinde kaybolarak sorunu çözemeyiz. Hz.İbrahim Peygamber, böyle bir düşünüş içinde sonsuz varlığı, yüce yaratanı, ay’a yıldızlara, güneşe ..vb bakarak soruşturmuş, sonuçta, tümel bir varlığı kabullenerek ve inanarak çözüm bulmuştur.

Tanrı inancına olan gereksinim; yaşamın acı, işkence, felaketlerine, korkularına karşı koyabilme, dayanıklı olma, direnç sağlama için sığınacak bir koruyucunun, güven sağlayıcının varlığına olan gereksinimden ortaya çıkar. Tanrı inancı, yaşamın zorluklarına karşı vücudun geliştirdiği bir direnç sağlama yöntemidir. İnsanın yaşama karşı bağışıklık sistemini geliştirmesidir. Dinsel inanç düşüncesini, insan, vücudunun bağışıklık sisteminin bir parçası olarak oluşturduğundan, insan türü varolduğu sürece, bütünüyle olumsuzlamak, yok saymak olanaklı değildir. İnsan Tanrısal varlığı, yitirdiğini düşündüğü zamanlarda yine arayıp bulmuştur. İnsan varolduğu sürece ruhun ölmezliği düşüncesi, varlığının sonsuz süreceği inancı, sonsuz yaşam isteği olacaktır.
“ Çeşit çeşit acı ve en çok da haksızlıktan, şahsi ve dünyevi günahlardan ezilmiş olan basit, alçak gönüllü Rus ruhu için en büyük ihtiyaç avuntu, kutsal bir varlık bulup önünde secdeye kapanmaktır.” (s.31), Dostoyevski, Karamazov Kardeşler.

DİN İNANCININ İNSAN RUHU ÜZERİNDEKİ OLUMLU ETKİLERİ :
Dostoyevski, Karamazov  Kardeşler romanında çağının düşünce akımlarını ve bu düşünce akımları arasındaki çatışmaları anlatır. Özellikle de onsekizinci yüzyılda dinler üzerine yapılan eleştiriler sonucu din inancının zayıflamasını, Tanrı inancının yitirilmesini ve Tanrı inancının yitirilmesi sonucu ortaya çıkan toplumsal değişmeleri, aile yapısında bozulmaları kişi ve olaylarla gözler önünde canlandırmaya çalışır. Bir yandan karakterleri ile din inancının gereksizliği düşüncesini savunanları betimlerken, diğer yandan dinin insan ve toplum yaşamı için vazgeçilmez olduğunu betimler. Din inancı ile insanın varlığında kendine ve yaşama karşı güven duygusu egemen olmuştur; korku, kaygı, yılgınlığın yerini cesaret, huzur, sevgi , sevinç..vb almıştır.

 “…Sinirli, şüphesiz ruhça hasta kadının kutsal ekmekle şarabın önünde eğilirken bütün vücudunda tam anlamıyla bir değişme, mucize ve iyileşmeye inancından doğan bir sarsılma oluyordu. Kriz bir zaman bile sürse yüzde yüz bir iyileşme oluyordu. Şimdi de Staretz önlüğünün ucunu hastanın başına koyar koymaz aynı şey oldu.” (s.49), Dostoyevski, Karamazov Kardeşler.
Dostoyevski’nin de romanında gösterdiği gibi dinsel inanç ve dinsel sevgi, insanlarda ruhsal tedavi etkisi yaratır. Bu etki insan vücudunda bağışıklık sisteminin güçlenmesine neden olarak gerçekleşir.
Psikolojik terapide de hasta anlatımlarıyla güven, sevgi, ilgi, yakınlık ortamında varlığını duyarak korkularını üzerinden atar. Terapist psikologun rolü, bu güven ortamını oluşturan, kendine güvenilen, kendinden destek alınan etken durumundadır.

Sevginin iyileştirme gücü de aynı ilkelerden ileri gelir. Dinsel inançla gelen Tanrı sevgisi korkuları insan ruhundan siler. Psikolojik bozukluk ve hastalıkların temel nedeni, genetik olarak fizyolojik yapıda bozukluklardan ileri gelmediği sürece, insan ruhunda korkuların yapmış olduğu etkilerdir. “…hep korkular içinde olan kadın, bir çeşit sinir hastalığına utuldu. Bu hastalığa çoğu zaman basit tabakada ve köylü kadınlar arasında rastlanır. ‘Havaleli’ derler bunlara.” (s.14), Dostoyevski, Karamazov Kardeşler.

İnsan varlığında ortaya çıkan bu “doğal din inancı”, insan varlığında doğada üstün güçlere karşı savaşma gücü yaratmış, insanlığın gelişim sürecinin ayrılmaz bir parçası olmuştur. Bu nedenle insan düşünen bir varlık, toplumsal olan bir varlık olduğu kadar dinsel bir varlıktır.

MÜZİK İLE RUHSAL OLAYLARIN TEDAVİ YÖNTEMİ VE  DİN İNANCI İLE BENZEŞMESİ:
Müziğin bozulan ruhsal durumları iyileştirmesi etkisi, din inancının  sevgi gücünün insan bağışıklık sisteminde ortaya çıkardığı güç ile iyileştirme etkisine benzer nitelikler taşır. Müzik sesleri, ruhsal yapıda bozukluklara neden olan korku olaylarının yerine sevgi, güven, cesaret veren imgelemleri ruhsal yapıda uyandırarak, fizyolojik yapıda bağışıklık gücünü artırır; korkuları ortadan kaldırarak, kendine olan güven duygusunu ortaya çıkarır.

Özellikle Osmanlı darüşşifalarında müzik ile tedavi yöntemi yüzlerce yıl bir yöntem olarak uygulanmıştır, ancak, etkili bir yöntem olarak görülmediğinden sonraki yıllarda vazgeçilmiş görünüyor. Bu tedavi yönteminin etkisinin zayıf kalması, tüm hastalıkların tedavisinde olduğu gibi, tedavinin bireysel oluşu ilkesinin önemsenmemesinden veya bilincinin uygulanmamasından ileri gelir.
Tüm tedaviler her bireyde, bireyin bağışıklık sistemine, bireyin yapısına ve hastalığın bireydeki özelliklerine göre değişir. Müzik ile uygulanacak tedavide de her bireyin, doğuştan başlayarak etkileşimde kaldığı müzik seslerinin nitelikleri belirlenerek bireye özgü müzik makam ve ritimleri ile tedavi yöntemi uygulanır.

Müziğin ruhsal yapılardaki biçimlendirme gücü bireyseldir. Bireylerin ruhsal yapıları, kişilikleri oluşurken müziğin makam ve ritimlerinin etkileri de bu kişiliklerde bireysel özellikler oluşturarak yerleşir. Aynı makam ve ritimler, aynı tür müzikler bireylerin kişiliklerine bağlı olarak ayrı etkiler bırakır. Duygulanımların kaynağı olan nesnel olgular, her bireyde ayrı ayrı öznel yaşamının sürecinde yaşanan olguların, dinlenen veya duyulan müziğin sesleriyle özdeşleşmesiyle ruhsal kişilikte yerleşir.

Bireylerin doğumundan başlayarak ruhsal yapıları biçimlenirken, dinlenen müziğin makam ve ritimlerinin yalın ve bileşik olarak, bireysel özelliklerde ruhsal yapıya yerleştiği görülür; makam ve ritimler bireylerin kişiliklerinde özel olarak belleklenir, genel belleklenme durumu seyrek görülür.
Aynı makam ve ritmin her bireyde ayrı etki bırakması bu bireysel  etkilenimlerden kaynaklanır. Müziğin kulaklardan giren titreşimleri kalıplaşmış nesnel gerçekleri simgeleyen enerji etkileridir. Yaşam süreci içinde ruhsal yapıya, müzik dinlerken, müzik sesleri ile birlikte yerleşen yaşam öyküsünün izleri, dinlenen müzik sesleri ile bileşir, etki-edilgi olarak kaynaşır. Müzik dinlenirken, yaşamın imgeleri her bireyin öznel yaşam sürecinin etkilerine göre canlandırır. Müzik ile birlikte söylenen sözler (güfteler) bu bireysel geçmiş yaşam imgelerinin canlanmasını kolaylaştırır. Kişilere göre müzik zevkinin değişmesinin nedeni  bu gerçekliktir. Yaşanmış olan yaşamın duygulanımlı kesitleri, sahneleri ile müziğin sesleri özdeşleşir.

 Bu özdeşleşme, koşullaşma sonucu çalınan bir müziğin sesinin özdeşleşmeyi nedenleyen ortak titreşimleri, öznel gerçekliğinin duygulanımlarını ortaya çıkarır. Yolda, evde, işte, bir deniz kenarında.vb değişik ortamlarda duyulan müziğin titreşimleri, duygulanımlı yaşam kesitleri ile özdeş olduğundan, bu yaşam kesitlerini, yaşam kesitinin ortamında bulunmamasına rağmen yeniden canlandırır ve kendine bağlı duygulanımı açığa çıkarır; hüzünlenir, tasalanır, kaygılanır, üzülür veya sevgi, sevinç duyar, coşar, öfkelenir,.vb

Müziğin bu bireyselliği nedeniyle aynı makam ve ritim her bireyde ayrı etkide bulunur. Yavaş, sakin ritimli Klasik Sanat Müzik türünde bir müzik bir bireyin ruhunda sakinlik, huzur etkisi bırakırken, başka bir bireyde hüzün, karamsarlık bırakır; sanat müziğinde sevgi, sevinç bırakırken, pop türü müzikte ve hatta Arabesk bir müzikte öfke, yücelme etkisi bırakır. Bu olgu kişilerin yaşam ortamlarında paylaştıkları müziğin türüne göre değişimler gösterir.  Ayrı müzik türleri (genel kategorilerdeki makam ve ritimlerin genel etkilerinin dışında), makam ve ritimleri aynı duygulanımlara neden olduğu gibi,  aynı müzik türleri, (genel kategorilerdeki makam ve ritimlerin genel etkilerinin dışında), makam ve ritimlerinin ayrı duygulanımlara neden olduğu görülür.

Ruhsal bozuklukları oluşturan korku, kaygı, tasa, üzüntü, ürkü etkilerinin ruhsal yapıdan silinerek sevgi, sevinç, güven, coşku, yücelme duygularını ruhsal yapıda uyandıracak ve fizyolojik yapının bağışıklığını kuracak yaşam izleriyle  özdeşleşen müzik seslerini her birey için belirleyerek, müzik ile tedavi yöntemi etkili olarak kullanılabilir.

DİN İDEOLOJİSİ:
Doğal Din inancının insanlar üzerindeki olumlu etkileri  genişletilerek,  Öncesiz ve sonrasız, tüm varlıkları yaratma, koruma ve yok etme gücüne sahip Tek bir Yaratanın toplum üzerindeki düzenleyici birleştirici etkileri düşünülerek dinsel inançlara dayanan ideal devlet düzeni  sistemi geliştirilmiştir. Bu düşünce sisteminin ilkesi toplum ve doğada her olgunun nedeninin  Tanrının varlığından geldiği düşünüşüdür. Bu düşünüşe ve Tanrısal düzene aykırı her düşünüş ve düşünceyi savunuş somut çatışma, düşmanlık nedenidir. İnsanlar arasında iyiliği, yardımlaşmayı, adaleti, eşitliği ve yasakları tanrının istekleri olarak gören bu düşünüş, zamanla kişilerin ve grupların özel çıkarlarının da sağlandığı ve korunduğu Tanrısal istekler durumuna gelmiştir.

Doğa ve toplumda ortaya çıkan her olgu ve varlığını nedenini Tanrıya bağlamak gözleme dayanan olgularla (bilimsel düşünüşle) çelişir. Bu bakış açısı sonucu tarih boyunca dinler bilimlerle çatışma içinde olmuş ve bilimsel gerçeklerin gerisinde kalmışlardır. Bireyler için olumlu bir olgu olan doğal din inancı,  ideal toplum düzeni oluşturma ereği taşıdığında dinlerin kendi aralarında savaşmalarına neden olduğu gibi, tek bir dinin kendi içinde de düşmanlıklara neden olmuş ve insanların huzur ve mutluluğunun en büyük engeli olan toplumsal düzenler durumuna gelmişlerdir.

Dinsel Düşünce Sistemleri İlkelerinin Bilimsel İlkelerle Çelişmesi ve Çelişkinin Ortadan Kaldırılması:
Gazali ve onun düşüncesinin etkisinde kalan birçok insan, Tanrının istenci ile tüm varlıkları tek tek, değişmez olarak yarattığına inanır. Üç büyük ilahi dinde bu temel düşünüşü görürüz. Bu  düşünüş bilimsel düşünüş olan algılara dayanan, gözlem ve deneyi reddeten bir düşünüştür. Varlıklar arasındaki neden-sonuç,etki-edilgi, ilinti-ilişki, algılamalarını kabul etmeyen, zamanı, devinimi, değişmeyi yok sayan çok yanlış bir düşünüştür. İnsanı gerçeği kavrayamaz, bilimsel düşünemez duruma getirdiğinden, insan ve toplumların uygarlıkta ilerlemesini engelleyen yanlış bir düşünüştür.

İster nedenlerin kendi başına sonsuza kadar gittiğini ve ilk nedeni oluşturan bir varlığı kabul etmeyen Dehriyeler (materyalistler) olsun, ister tüm varlıkları öncesiz ve sonsuz varlığın (Tanrının) yarattığını ve bu nedenden başka neden bulunmadığına inanan dinciler olsun, tüm düşünürler (antik filozoflar, Eflatun, Aristo da birlikte)  Evrenin yaratılışının bir Nedeni ve başlangıcı olduğunu, evreni yaratan bir etkinin varlığını kabullenirler. Nedenler (etkiler) sürecinin başlangıcında varlığının nedeni olmayan bir varlığın bulunması zorunludur (yoksa nedenler sonsuza uzanır gider). Bu konuda filozoflar arasında görüş birliği vardır.

Evreni yaratan nedenin varlığının niteliği üzerine tartışmalarda ise ortak bir görüş yoktur. Mantıksal işlemlerle birbirine çelişik düşüncelerin varlığı ileri sürülebilir. Tanrının varlığı mantıksal ilkelerle, uslamlama yapılarak kanıtlanabildiği gibi reddedilebilir de. Geçerliği veya geçersizliği zorunlu mantık kuralları ile kanıtlanarak bilinir olan konularda uzlaşmazlık uslamlama ile değil algılama ile yargıya varılarak çözülmesi gerekirse de, algılamayı aşan konularda algılarımız yetersiz kaldığından mantık kurallarının  kanıtları ile yetinmemiz gerekmektedir.


Öncesiz, sonrasız olan varlığın değişimini kabul edilmeyebilirsek de, sonradan varolanın, öncesi olanın değişimini kabul etmek gerekir. Bu gerçeği kabul etmemek algılanabileni reddetmektir ki bu yaşamın varlığını kabul etmemek demektir. Evrenin tanrı tarafından öncesiz ve sonsuz, değişmez olarak yaratıldığı, zamanın şimdiki durumu üzerinden hareketle yapılacak gözlemlerle, algılanan olgularla sorgulandığında reddedilmesi gerekir. “… başlangıç noktasının, içinde bulunduğumuz an’a göre yaratılmış bulunan noktadan daha uzak olması olanaklıdır. Bunu kabul ettiğiniz taktirde sonradan varolan ve sonu olmayan birtakım zaman dilimlerinin olanaklılığını kabullenmiş olursunuz.” (s.48), İbni Rüşt, Tutarsızlığın Tutarsızlığı.

 Bazı düşünürlere göre ise doğal olan düşünüş ile etken olan varlıkların değişme gücü  kendilerinin bir parçasını oluşturur. Öncesiz olanın değişeceği de kabul edilir. Yani öncesiz olandan öncesi olan çıkabilir. Eyleyenin durumunda da eylemlerinin çoğu istenç ile gerçekleşebileceği gibi doğal olarak da gerçekleşir. Öncesi olanın tarihi, değişimi, eyleme gücü vardır. Öncesiz olanın öncesi, değişimi olmadığından durağandır; devinimden ve eyleme gücünden yoksundur.

Yaratan evrenden ve zamandan ayrıdır. Ancak evren zamandan ve hareketten ayrılamaz. Evreni yaratan zamanı ve devinimi de yaratmıştır. Hareket olmadan zamanı ve evreni anlamak olanaksızdır.

 İbni Rüşt ve filozoflar iki tür varlığı kesin kanıt kabul ederler. A) Doğasında devinim bulunmayan varlık (Tanrı) ki, zamanla ilintisi yoktur, öncesizdir.
b) Doğasında devinim olan ve zamandan ayrılamayan varlık (evren) ki ilk neden, hareket ettiricinin varlığını zorunlu kılar.

Bu iki varlık birbirinden ayrı değil, özünde birleşiktir. Evrenin yaradılışında Tanrı evreni önceler, önce gelir. Tanrı evrenin nedeni olarak evreni yarattıktan sonra, oluşan olgu ve gerçeklikleri önceleyen evrendir. Algılamaya, gözlemlemeye, olgulara dayanan kanıt gereği devinen, değişen, birbirini izleyen neden-sonuçlardan oluşan, döngüsel devinimle sonsuzluğa uzanan bir evren anlayışını; rastgele, istençle yaratılan evren anlayışına tercih etmek gerekir.

Eyleyenin eyleminde değişiklik (evreni yaratma eyleminin ortaya çıkışı) bir değişimi gerektirir; her değişim de bir değiştiriciyi gerektirir. Bu sonsuza kadar süren bir durumdur. Ya da ilk eyleyen (öncesiz varlık) hiçbir değişime açık değildir. Bu durumda ilk eyleyenin varlığını ve eylemini kabul ederiz. Sonraki varlık değişime ve oluşa açıktır. “ Eyleyene ilişik olmayan, bir değiştiriciye gereksinim olmaksızın, değişenin özünde bir takım değişikliklerin gerçekleşebileceğini ve bazı değişikliklerin bir değiştirici olmaksızın öncesine ilişebileceği kabul edilmelidir.” (s.27) ), İbni Rüşt, Tutarsızlığın Tutarsızlığı.


DİN İLKELERİYLE KURULAN İDEAL DEVLET DÜŞÜNCESİ:
İdeal devlet düzenlemesinin din ideolojisi üzerine kurulması büyük yanılgı oluşturur. Dinsel ideolojiye dayanan bir din devletinin Hıristiyan Sosyalizmi, İslam Sosyalizmi ..vb sistemlerin toplum ve devlet yapısında dogmatik düşünce ve inançlara yol açtığı, hoşgörü ortamını ortadan kaldırdığı, toplumun gelişmesinin ve insan ilişkilerinin düzenlenmesinin en büyük düşmanı durumuna geldiği görülmüştür.
Özel çıkarlar amaçlayan kişi ve gruplar, toplumlara egemen olmak için dinsel inançların duygusallığını araç olarak yaygın olarak kullanırlar. Bu tip toplum sistemleri ideal toplum tipi değil ancak ideal olarak sömürülen toplum tipleri olurlar.

Mason ve Benzeri Örgütlenmelerin Dinsel İnanç Duygulanımlarını Özel Amaçları Ve Çıkarları İçin Araç Olarak Kullanmaları:
Dostoyevski, Karamazov Kardeşler romanında İvan’ın kişiliğinde Mason Tarikatının idealleri üzerinde durur. Belki Dostoyevski’nin kendisi bir Masondur, kendi düşüncelerini dile getirmektedir.

İvan’ın düşüncelerine göre, dinsel inancı olmayan birkaç yüzbin kişiye diğer insanların dinsel bağlarla bağlanması sağlanacak, bu birkaç yüzbin kişinin tüm buyruk ve isteklerini, diğer tüm insanlar hiç karşı koymadan  yerine getirecekler, böyle bir toplumsal sistemde yönetenler dışında herkes mutlu olacak.

“Böylece başlarında onları yöneten birkaç yüz bin kişinin dışında kalan milyonlarca insan mutlu olacak. Yalnız sırların koruyucusu bizler mutsuz olacağız.” (s.286)
“Bir anlaşmaya uyularak kurulmuş gizli bir birlik aciz insanları mutlu kılmak için, sırrı onlardan saklamak için kurulmuş bir birlik olabilir. Kesinlikle vardır bu olmalı da…Öyle sanıyorum ki, masonluğun temeli buna benzer bir sırra dayanmaktadır.” (s.289)

Bu ve buna benzer sistemdeki bir toplum,ancak,  dinsel inançlarla kurulan ideal olarak, sömürülen bir toplum olur.

Birbirine Düşman Düşünce Sistemlerinin Bileşik Alanı: Dinsel İdeolojiler-Ulusalcı İdeolojiler-Toplumcu İdeolojiler:
Dostoyevski, çağının düşünce akımlarını anlatırken, sonraki yüzyılda üzerine kanlı toplumsal düzenler kurulacak akımlara ilişkin önemli bir gözlemden söz eder.

 “ Paris’teyken…ilginç bir adam tanıdım. Bu adam, bir ajandan öte siyasi bir kimlik taşıyan bir ajan grubunun başında şef gibi bir şeydi…O sıralar kovuşturmaya uğrayan devrimci sosyalistlerden söz ediyordu… o saygıdeğer ajanın ağzından kaçırdığı hayli ilgi çekici birkaç sözü tekrarlayalım: ‘ Bizim bütün bu sosyalist, anarşist, dinsiz ve devrimcilerden pek o kadar korktuğumuz yok! dedi. Onların peşindeyiz ve ne yapıp ettiklerini gayet iyi biliyoruz. Fakat aralarında tek tük de olsa birkaç kişi var ki; durumları tamamen başka: bunlar hem Tanrıya inanan Hıristiyanlar hem de sosyalistler…bizi en çok bunlar endişeye düşürüyor.” (70, 71), Dostoyevski, Karamazov Kardeşler.

Bu Hıristiyan sosyalist düşünce sistemine, bir yüzyıl sonra nasyonalist düşünce ve duygulanım da eklendiğinde ortaya insanları etkileme gücü çok  yüksek düşünce akımları ortaya çıkacaktır. Ulusalcı-toplumcu Hıristiyan    düşünce ve duygulanımın gücünü bir yüzyıl sonra Adolf Hitler en etkili biçimde kullanacak, bu bileşik ideolojik alan etkisi altında kalan insanlar özgür iradelerini ve düşüncelerini yitirecek, bir ülke bütün olarak usa aykırı, mantık dışı, insan varlığına karşıt bu toplum sisteminin tutsakları olacaktır.

İdeal toplum dinsel ilkelerle gerçekleştirilemediği gibi, dinsel bir süreç taşıyan, nitelikler gösteren toplumcu-ortaklaşmacı ilkelerle de gerçekleştirilememiştir. Gerçekleşmesi bilimsel gerçeklik taşımaz. Ulusalcı toplum düzeni ise toplumsal bir sistem bile değildir. Toplumun varlık nedeni olan bireyler arasındaki yardımlaşma, dayanışma, dostluk, kardeşlik öğelerinin ve duygularının iki toplum arasındaki egemenlik, savaş ilişkileri sonucu daha güçlü olarak ortaya çıkışıdır. İki toplum arasındaki savaş, yaşamın korunması güdüsü sonucu toplumların bireyleri birbirine daha güçlü birlik, sevgi, kardeşlik ve özveri duyguları ile bağlanırlar. Ortaya çıkan bu güçlü duygusal bağ, toplumu diğer toplumlardan ayıran ortak özelliklerin belirgin olarak ortaya çıkmasına neden olur. Bu özellikler her toplumu birbirinden ayıran ulusal niteliklerdir. Ulusallık iki toplum arasındaki ilişkilerin karşılaştırılmasıyla vardır. Genel olarak toplumların dostluğu, kardeşliği, iyi ilişkileri düşünüldüğünde ulusallık nitelikleri ortadan kalkar. Ulusal duygu ve düşünceler, iki toplum arasında çatışma ortamının ilişkilerinde ortaya çıkar.

 Bu düşünce bütünlükleri, kendilerini oluşturan koşullarda işlevlerini yerine getirirler. Varlıklarının nedeni olan koşular dışında, bu düşünce bütünlükleri yapay imgelemler, sanrılar (halüsinasyonlar) oluştururlar. Duygusal tepkilere bağlı olan bu düşünceler ile insanların yönlendirilmesi, belirli amaçlarda kullanılması olanaklı duruma gelir.

İnsan varolduğu sürece ruhun ölmezliği düşüncesi, varlığının sonsuz süreceği inancı, sonsuz yaşam isteği olacaktır.  Bu inanç ve düşüncelere ters düşünüşler de olacaktır. Bu iki seçenek özgür olarak insan iradesine bırakılmalı, mutlu olma yöntemini insanlar kendileri özgür olarak belirlemelidir. Bu seçenekleri ideal devlet ve toplum düzeni düşünceleri ile bağıntılamamalıdır. İdeal devlet ve toplum düzeninin gerçekleştirilmesi toplumbilim, siyaset bilimi, ekonomi, psikoloji ve hukuk bilimlerinin ortaya koyacağı çok geniş ilke ve yasalar bütününden oluşabilir.

İnsanı dinsel inanç içinde kalan tek yönlü yaşama bakan bir varlık olarak görmemelidir. İnsan, yaşama süreci içinde yaşama anlayış ve bakışını sürekli değiştiren bir varlıktır. Bu nedenle:” insanlık, ruhun ölümsüzlüğünde inanmasa bile kendinde erdem için yaşama gücünü bulur. Bunu özgürlüğe, kardeşliğe, eşitliğe düşkünlüğünden alır.” (s.88) ), Dostoyevski, Karamazov Kardeşler.


Tanrıya inanmamak demek, toplumda her davranışı özgürce göstermek, hırsızlık yapmak, öldürmek, yalan söylemek…vb demek değildir.  Doğa ve toplumsal yasaları, kuralları öğrenen, bilincinde olan bir insan, mutlu olarak yaşayabilmesi için bu toplum ve doğa yasalarına, kurallarına göre yaşaması gerektiğini bilir.

Toplumun ve doğanın bir düzeni vardır. Bu düzene karşı gelen Tanrının buyruk ve yasaklarına karşı gelmiştir; bu dünyada ve ölümden sonraki dünyada cezalandırılırlar

EVRENİN CANLI VARLIK OLDUĞU DÜŞÜNCESİ:
Tanrısal bir cezalandırma sistemi gibi, canlı olarak kabul edilen bir doğa sistemi tarafından da cezalandırılmaların gerçekleştirildiği  kabul edilir. Antik filozoflar ve birçok İslam filozofu Evreni canlı bir varlık olarak düşünürler.
“Her etki, bilgili bir canlıdan çıkar… Gökler diri ve kavrayış sahibi cisimlerdir.”(s.175), İbni Rüşd, Tutarsızlığın Tutarsızlığı.

Gökcisimlerinin ve sistemli tüm maddenin bir canlılığı vardır. Bu canlılık üreme, yok olma biçiminde bilinen canlılık değildir. Cisimler de canlılar gibi, nedenler ve nedenliler hiyerarşisi içinde bir dizge doluşturarak canlılık kazanırlar.
 “Biz herhangi bir cismin nitelik ve nicelik olarak sınırlı, dışsal bir etkene göre ve rastgele yönlerde değil özünden önce kendince belirlenmiş bir yönde, uzayda aynı anda karşıt yönlerde hareket ettiğini gördüğümüz zaman onun canlı olduğunu düşünürüz.” (s.58) ), İbni Rüşd, Tutarsızlığın Tutarsızlığı.
 “ Evrenin yaratılışındaki uyumu, dengeyi, inceliği anlayamayan, onun rastgele yerleştirilen, dizilen paralellerden bileştiğini sanır. Gerçekte ise uyum ve dengenin oluşumunun içindeki inceliği, özündeki ilke ve yasalarla bilmek gerekir.” (s.60) İbni Rüşd, Tutarsızlığın Tutarsızlığı.

Burada istenç ve eyleme niteliklerine sahip olan bir canlılık değil de, doğa ve toplumsal düzenin yasalarına, ilkelerine karşı olan bir eylemin kesin olarak zarar göreceği düşüncesinin oluşturduğu etkinin canlılık olarak kabul edilmesidir. Yasa ve ilkelere karşı yapılan her türlü eylemler: hırsızlık, dolandırıcılık, ara bozuculuk ..vb yapılan toplumsal kötülükler de dahil kesin olarak cezalandırılırlar.

TOPLUMCU DUYGULANIM:
Toplumculuğun (ortaklaşmacılığın) dinsel süreç izlemesi, din inancı ilkesi ile zıtlık oluşturuyorsa da emek duygulanımı ile insan yığınlarını eyleme sürükleyen niteliği ile din duygusuyla olan benzerlikten ileri gelir. Bu duygu, din duygusunu ortaya çıkaran ahirette ve dünyada sonsuz iyi yaşama anlayışı ile kendi oluşturduğu dünyada daha iyi bir yaşama biçiminin gerçekleşmesi idealiyle benzeşir.

Sosyalizm sanayileşmek, verimliliği arttırmak amacı ile kurulmuş bir sistemden önce toplumda paylaşımı yeniden düzenlemeyi ve bu yol ile toplumsal düzeni yeniden kurmayı amaçlayan bir düşünce sistemidir. İlerleyen yıllarda, kapitalist sistem denilen ülkelerden ekonomik ve teknik olarak geri kalmamak için sanayileşmede yarışır duruma girmiş, güçlü ve ekonomik zenginliğin ancak sanayi ile olanaklı olacağı için sanayileşmeyi sistem içinde amaç edinmiştir.
Her iki üretim sistemi, üretimin eşit, adaletli dağıtımını amaçları arasına alır, ancak her iki sistem de bu amacı gerçekleştirecek ilkeler yerine, daha çok verim ve üretimi amaç olarak aldığından, verimlilik ve zenginlikten küçük bir bölüm aşırı pay alır.

Toplumsal yaşamın ilkesi olan yardımlaşma, dayanışma ile güvenliğin ve gereksinmelerin sağlanması, Darvin’in “güçlü olan yaşar, zayıf olanlar ayıklanır” ilkesine dayanan hayvanların ormanlardaki yaşamından çıkardığı kuramının insan toplumuna uygulanması ile toplumsal yaşama biçimi ile orman ortamında hayvanların yaşama biçimleri özdeşleştirilmiştir. Toplumculuk felsefe ve toplumsal düzen akımının bu ilkeyi benimsemesi ile toplumsal ortam, ormanlaşan bir ortamın niteliklerine büründüğünden toplumsal çatışmalar artar. Bu felsefenin, toplum düzeni için gözlemlerinden oluşan kuramı o günkü toplumsal ortamda gerçeklere iliştirilerek mistik denecek kadar uygunluk gösteren bir forma sokulmuştur: Toplumlar,  toplum ve insanlık tarihi, birbirleri ile acımasızca savaşan  sınıflara ayrılır. Sınıflar arasındaki çatışma doğal ve toplumsal yasalara göre zorunludur. İnsanın düşünce yapısı, mantığı da çatışma mantığına dayanır. Ancak bu çatışmalar toplumculuk düzeninde ortadan kalkacaktır.

Gerçekte sınıf olarak ortaya çıkan toplumsal grup ve katmanlar işbölümünün zorunlu sonuçlarıdır. Toplumların gelişmesi ile kurulan yeni üretim alanlarına bağlı olarak yeni işbölümleri, bağlı olarak üretim yapan toplum kesimleri ortaya çıkar. Toplumsal yaşam da insanların birbiriyle yardımlaşma, dayanışma zorunluluğundandır; bu zorunluluk çatışmayı değil  yardımlaşmayı, dayanışmayı zorunlu kılar.

Toplumculuk olarak kavramlaştırılan bu akım, gerçek olarak tam bir “sınıfçılık akımı”dır. Sınıfçılık akımı, toplumsal yaşamı yeniden kurmayı amaçlarken toplumsal yaşamı yıkmaya yönelik, toplumlar üzerinde kargaşalara, kaoslara neden olan akım olmuştur.

KARŞITLIKLAR (ÇATIŞMA) MANTIĞI , GELİŞME MANTIĞI:
Bilgilerimiz salt varlıkların karşıtlarının niteliklerinin birlikte gözlemlenmesiyle ortaya çıkmaz. Bilginin edinilmesi yöntemini ve bilginin türlerini üç grupta toplayabiliriz.
a)     Duyulara ve betimlemeye, açıklamaya dayanan bilgi yöntemi.
b)     Betimlemeli bilgilerin yeniden araştırılmasına, karşılaştırılmasına, ilişkilendirilmesine dayanan bilgiler.
c)     Tüm kavramların, ilke ve yasaların yeniden mantık kural ve ilkeleri ile düşünceden geçirilerek sonuçlara gidilmesi ile elde edilen bilgiler.

İnsan bilgisi, tüm evrenin bilgisine sahip(tümel) olunan bir bilgi değildir. Sürekli artan, gelişen eksik bir bilgidir. İnsan usunun tümel olmaması nedeniyle, evrendeki varlığın bilgisini bütün (Bir) olarak, sonsuz bağlantıları, görecelilikleri, sonsuz neden-sonuç ve birbirine ilişik olan nitelikleri ile birlikte kavrayarak bilgisine erişemez. Fenomenlerden (algılamalardan) gelen tekil bilgileri birleştirerek varlıkların özlerini belirler, kavramlaştırır, cinslere, türlere (kategorilere) ayırır, ilkelere yasalara ulaşır. Tekillerden ve Tikellerden oluşturduğu bu sınırlı tümellerin bilgileriyle, algılanan yeni  tekillerin bilgisini ilişkilendirerek bilinen varlık ve varlıksal olguların sayısını arttırır. Yine daha tümel olan   bilgilerle ilişkilendirilen tekil olgu ve varlıkların daha açılayıcı bilgisine ulaşmış olur. Usun bilgisinin artışı evrendeki varlıkların sayısal artışın görüntüsünü oluşturur.

İnsan usu her varlığın özünün bilgisine varmak için, kavradığı özü olumlaması (varlığını belirlemesi), özün dışındaki varlıkları olumsuzlaması ( yokluğu kabul etmesi) gerekir. Aynı anda, aynı zamanda, aynı yönüyle hiçbir varlık hem var, hem de yok olamaz. “ Bir şeyi tanımlarken olumlama ile olumsuzlamayı bir araya getirmek hayal gücüne bile aykırıdır.”(s.308)
“ Öz bakımından karşıt olan şeyler, bunları kabul edenlerin farklı olmalarını gerektirir. Karşıtların etkisini aynı anda kabullenme ise olanaksızdır.” (s.64),İbni Rüşt, Tutarsızlığın Tutarsızlığı.

Karşıtların ve çelişkilerin varlığı, olgu ve varlığın süreçlerinin bütünü göz önünde bulunduğunda ortaya çıkar. Ancak varlık şimdiki zamanda vardır, geçmiş varlığı ve gelecek olan varlığı olumsuzluktur  (yokluktur). (Bk.,Sürekli Değişen, Dönüşen ve Göreli Olarak Değişken olan Varlık ve Olguların Bilgisine Erimenin İlkeleri, www.iinci.blogspot.com )
Sonuçta toplumların içindeki savaşı kanıtlamak için insan mantığının da çatışmalarla oluştuğu düşüncesini kanıtlama çabası, önceden belirlenen amaçlara ulaşma çabasıdır. Bu çaba bilimsel bilgi olarak ileri sürülmesine karşın bilimsel değildir ve ‘doğru bilgiyi’ bulma amacı taşımaz.

KAMUSALCI TOPLUM SİSTEMİNİN TOPLUMSAL GELİŞMEYİ ENGELLEMESİ
-İnsanın doğası gereği, ödüllendirilmelerle üretimin desteklendiği, üretim yeteneklerinin değerlemesinin sınırlandırılmadığı; inisiyatife dayanan, özel girişimcilik ortamlarında üretim yetenek ve güçlerinin potansiyelleri tam olarak ortaya çıkar.
-Yaşanan deneyimlerle kamusallaştırılmış üretim birimlerinde verimliliğin düştüğü görülmüştür (sorumlulukların ötelenmesi, işgücünün de ötelenmesini getirir).
-  Üretici kadrolar, üreticilerin üretim yeteneklerine göre  kamu çıkarları yönünde değil,  kişisel ve grupsal çıkarların hizmetine yönelik olarak oluşturulmuş, değiştirilmiştir. Kadroların siyasi güçlerin çıkarları yönünde kullanılması engellenememiştir.
-Kamuya ait işletmelerde teknolojik yeniliklere ayak uydurulamamaktadır.
-Bu toplumsal sistemin dogmatik yapısı düşüncelerin uygun üslupla da olsa özgür olarak dile getirilmesini kabul etmediğinden, bilimin ve teknolojik gelişmelerin önünde engel oluşturur.
-İdeal olarak kabul ettiği toplumsal sistemin gerçekleştirilmesi, gelişen ekonomilerle, gelişen toplumlarla bağdaşmaz. Ürünlerin bol üretilerek bir araya toplanması ve paylaşımı ile insanın boş zaman oluşturması ve özgürce yaşaması gelişen ekonomilerle uyumlu değildir. Ürünlerin türselleşerek gelişmesi eğilimi (yasası) ile düşünülen toplum sistemi çelişmektedir.  Bu nedenle bu sistem toplumların gelişme ve ilerlemelerin önünde engel oluşturur. İnsanın Mutluluğu da salt ekonomik ortamlara bağlı değildir. (Bk. Mutluluğun Anlıksal Bağlantıları, www.iinci.blogspot.com )
 

Ortak İlkelere Sahip İnsan Yapısının Oluşumu :
Bilgi gelişme sürecini sürdürürken, süreç içinde sahip olunan doğru bilgileri doğru eylemelerde bulunabilmek için kabullenmek zorunludur.
Kesinleşmiş tümel ilkelere tüm insanların sahip olması (kesin ilkelerde uzlaşan standart insan formunun oluşması ) olanaksızsa da siyaset insanlarının, toplumların yönetici kadrolarında bulunanların, toplum ve kurum, şirket yöneticiliği ve sorumluluğuna erişenlerin, bilim insanlarının bu ortak ilkelere sahip olması olanaklıdır. Düşünceler arasında düşmanlık oluşturan çatışmalar, dikkat edilecek üslup duyarlılığı ile birlikte tümelleşmiş bilgilerde ortak kabullenmelerle ortadan kaldırılabilir. Sözü edilen gruptaki insanların bu tümel (standart) formu almalarıyla iyi bir toplum ve dünya düzeni olanaklı olabilir.


İsmail İNCİ, 22/01/2011




SAVAŞ EKONOMİSİ VE PANDEMİ EKONOMİSİ-ORTAK NİTELİKLER VE ALINACAK ÖNLEMLER-

  ORTAK VE FARKLI STRATEJİLERİ İLE SAVAŞ EKONOMİSİ VE PANDEMİ EKONOMİSİ (1)        Savaş dönemleri ile Pandemi dönemlerinde ülkelerin iç...