11 Kasım 2011 Cuma

AVRUPA BİRLİĞİNİN SİYASAL VE EKONOMİK DURUMUNUN ÇÖZÜMLEMESİ

AVRUPA BİRLİĞİNİN ORTAK PARA 

BİRİMİNE GEÇİŞ AŞAMASI SONUCUNDA

EKONOMİK VE SİYASAL DURUMU, 

DÜNYA SİYASET VE EKONOMİSİNİN 

GELECEĞİ ÜZERİNE ETKİLERİ [1]



Avrupa Birliğinde üye ülkeleri arasında tam uyumu (entegrasyonu) sağlamak için, 1 Ocak 1999 tarihinden itibaren para birliğinin son aşaması olan ortak para birimi Euro’nun kullanımına geçilmiştir. Piyasalarda ortak bir değere (kura) sahip ve tüm üye ülkeler için bağlayıcı olan ortak para biriminin kullanılması aşamasının, üye ülkelerin ekonomilerinde tam uyumu sağlama yolunda çok önemli, son bir adım olarak görülmesi,  beklentinin tersine üye ülkeler arasında uyumun daha da bozulmasına neden olduğu gözlemlenmiştir. Birlik içinde ortak para birimine geçişle belirginleşen uyum bozukluğunun, ekonomik sorun ve krizlerin: a) Üye ülkelerin ekonomik düzeylerinin ayrımlılıklarından,  b) Avrupa Merkez Bankasının ekonomik hedef ve politikalarından, c) Birliğin siyasal- etik, toplumsal, kültürel yapısından, d) Dünya ülkelerinin ekonomilerindeki gelişmelerden, ileri gelen nedenleri vardır.

BİRLİĞİ OLUŞTURAN ÜYE ÜLKE EKONOMİLERİNİN GELİŞME SÜREÇLERİ AYRIMLILIĞI:

1 Ocak 1999 tarihinde uyumu tam sağlamak için alınan ortak para birimi Euro’ya geçiş kararı, Mart 1973 tarihinde üye ülkelerin ulusal para birimlerini sabit kurlardan birbirine bağladıkları, dolar karşısında ise kurları serbest bıraktıkları durumdan daha sağlıksız bir karardır. Bu karar, ekonomileri arasında gelişmişlik ayrımlılığı nedeniyle bazı üye ülkeleri iç pazar durumuna getirmiş, üye ülkeler arasında arz ve talep dengesizliklerine neden olmuştur.
Ülkelerin ekonomik yapılarının birbirine tam olarak eşitlenmesi olanaksızdır, çünkü her ülke ekonomisinin, tarih içerisinde coğrafik yapısına da bağlı olarak gelişim süreci, gelişme sürecinde gösterdiği performansı farklıdır. Ülkelerin performanslarına bağlı olarak ekonomilerinin yetenek alanları da farklılıklar göstermektedir.  Avrupa Birliğini oluşturan üye ülkelerin ekonomileri arasında da büyük gelişmişlik düzeyi ve yetenek alanları farklılıkları bulunmaktadır. Üye ülkeler arasındaki ekonomik farklılıklara rağmen ortak para biriminin kabul edilmesiyle, sabit kur sistemi zorunlu olarak kabul edilmiştir. Bu zorunluluğa bağlı olarak, üye ülkelerin bağımsız olmadığı, birliğin tümü için geçerli olan ortak para ve maliye politikalarını yürütecek Avrupa Merkez Bankası kurulmuştur.

Ortak bir para birimi ve kurunun kabul edilmesinin olumsuz sonuçları, Euro geçiş aşaması öncesinde ilk olarak Eylül 1992’de İngiltere ve İtalya’da görülmüştür. “…İngiltere ve İtalya’da giderek derinleşen durgunluk ve artan işsizlik sonucu Sterlin ve Lireti DKM’de (Döviz Kuru Mekanizmasında) belirlenen sınırlar dahilinde tutmanın getirdiği maliyet katlanamaz bir düzeye ulaşmıştır… Spekülatörlerin İngiliz Sterlini’nin Alman Mark’ına karşı aşırı değerlendiği düşüncesi ile Sterlin üzerinde yoğun bir baskı yaratmaları durumu daha da kötüleştirmiştir. Bu baskı sonucunda 17 Eylül 1992 tarihinde hükümetin rekor düzeyinde müdahalelerine rağmen İngiltere DKM’nı terk etmek zorunda kalmıştır.” (s.11, Parasal Birlik, Avrupa Birliği ve Türkiye, Hazine Müsteşarlığı, Hazine Uzm. Defne ATA, Hazine Uzm.Yrd. Serkan SİLAHŞÖR)

Üye ülkelerin ekonomik yapı farklılıkları göz önüne alınmadan, birliğin tümü için ortak para ve maliye politikaları belirlemek ve uygulamak bazı üye ülkeleri açıkpazar ve Topluluk Fonlarından yararlanan tüketici ülkeler konumuna düşürmüştür. Ortaklığın uyum Fonları ekonomik anlamda kullanılarak üye ülkelerin ekonomik yapılarında uzmanlaşma alanları oluşturulamamıştır. 

Ortak paranın faydalarının zararlarını aştığı bölge olarak tanımlanan ve “farklı ulusal paraların ortadan kalkmasının getirdiği avantajlar ile para politikası bağımsızlığının kaybedilmesi arasındaki tercihi” (s.17, Parasal Birlik, Avrupa Birliği ve Türkiye, Hazine Müsteşarlığı, Hazine Uzm. Defne ATA, Hazine Uzm. Yrd. Serkan SİLAHŞÖR), dile getiren, Optimum Para Alanı kuramının nitelikleri Avrupa Birliği İçerisinde gerçekleştirilememiştir. Optimum Para Alanının gerçekleştirilememiş olmasının temel nedeni, kuramın ilkeleri gereği ortadan kaldırılması zorunlu olan farklı ulusal ekonomik politikaların ortadan kaldırılmayarak, üye her ülkenin ulusal ekonomik politikalar yürütmesidir.  Bu ulusal politikaların, Avrupa Merkez Bankasının ortak para ve maliye politikaları kararları ile birleştirilmesi amacı yetersiz kaldığı gibi, üye ülkeler arasında ekonomik gelişmişlik düzeyi farklılıklarını olumsuz etkileyerek ekonomik dengeleri daha da bozmuştur.  Üye ülkelerin kendi ekonomik koşullarına göre bağımsız büyümek ve dengeleri sağlamak için gerekli ekonomik politikaları yürütememeleri, bazı üye ülke ekonomilerini olumsuz olarak etkilemiştir. 

 Birliğin içinde oluşan talep dengesinin sağlanmasında, birliğin üyelerinin gelişmişlik düzeyleri eşit olmadığı için uzmanlık alanlarının varlığı şarttır. Üye ülkelerin serbest, değişken kur sisteminden vazgeçerek, gerektiğinde bağımsız olarak ulusal ekonomiyi canlandırmak için genişletici para ve maliye politikalarını, ekonomiyi yavaşlatmak için daraltıcı para ve maliye politikalarını kullanamamaları; Yunanistan, İrlanda, Portekiz gibi üye ülkelerin ekonomilerinde, sanayileşmeyi tam olarak tamamlamış üye ülkelerin iç pazarı olmaması için gerekli uzmanlaşma alanlarının kurulamaması, Optimum Para Alanının her ülke için gerçekleşmesini önlemiştir. “Avrupa ülkelerinin tamamı ele alındığında Euro alanının tam anlamı ile bir optimum para alanı olmadığı anlaşılmaktadır.” (s.19, Parasal Birlik, Avrupa Birliği ve Türkiye, Hazine Müsteşarlığı, Hazine Uzm. Defne ATA, Hazine Uzm. Yrd. Serkan SİLAHŞÖR)

Üye ülkelerin ekonomik farklılıkları reel düzeyde(ekonomik kalkınmışlık, sanayileşme aşamaları) hiçbir zaman ele alınmamış;  üyelik koşulları aranırken ölçüt olarak nominal göstergeler( beş temel ölçüt: enflasyon, faiz oranları, bütçe açığı, kamu borçları, para birimlerinin kur değeri) dikkate alınmış, birliğin sağlanmasında öncelikle siyasal düşünceler etkili olmuştur. Bu ise birliğin sağlanmasına hiçbir zaman yetmemiştir. 

Üye ülkelerden gelişme aşamasında olan ortaklarının ulusal şirketleri tek para biriminin getirdiği avantajlardan yararlanmayı becerememiş, üretkenliklerini arttıramamışlardır. Birliğin ölçek ekonomisinin getirdiği kolaylıklardan yararlanılmamış, beklenilen uzmanlaşma alanlarında verimli üretim etkinliklerinde bulunma gerçekleştirilememiş, bu becerinin kazanılamaması sonucu, bu ülkeler gelişmiş üye ülkelerin pazarı olmadan kurtulamamışlardır. Üye ülkelerin aralarında sermaye birikimini, üretimi ve geliri arttırarak uyumu kolaylaştıracak ve sağlayacak, uluslararası alanda rekabet güçlerini arttıracak olan şirket birleşmelerinin de gerçekleşmediği anlaşılmaktadır. Şirket birleşmeleri sonucu birlik içinde ortaya çıkması beklenen ürün ve hizmet alanlarında uzmanlaşmalarda başarılı olunamamıştır. Üye ülkeler arasında coğrafik alan avantajından gelmesi beklenen uzmanlaşmalarda da başarılar gerçekleştirilemediğinden birlik içinde bazı ülkelerde ekonomik krizler kaçınılmaz olarak ortaya çıkmış, bu kriz diğer birlik ülkelerini de etkisi altına alarak Avrupa Birliğinin sürdürülebilirliği tartışmaya başlanılmıştır.

” …tek paraya geçilmesi ile birlikte katılımcı ülkelerin para birimlerini devalüe ederek fiyat avantajı sağlayamayacak olmaları Birlik dışı ülkeler açısından bir avantaj yaratabilecektir.”  (s.83, Parasal Birlik, Avrupa Birliği ve Türkiye, Hazine Müsteşarlığı, Hazine Uzm. Defne ATA, Hazine Uzm. Yrd. Serkan SİLAHŞÖR) Bu avantaj sonucunda Birliği oluşturan ülkelerden gelişme aşamasında olanlarının dış ticaret açığı vereceği, kamu açıklarının artacağı bellidir. Birlik ülkelerinin kur serbestliği olmaması, zorunlu olarak iç ticaretin artmasına yol açacaktır. Parasal birliğin kurulmasındaki temel amaçlarından birisi de Avrupa Ortak Pazarı’nda sağlanacak fiyat istikrarı neticesinde Birlik içi ticareti daha da artırmaktır, ancak bu durum gelişmesini tamamlamamış üye ülkeler için kamu ve iç piyasa borçlanmalarında artışın bir nedeni olarak ortaya çıkmaktadır.

Parasal Birliğe geçişle birlikte, para politikasını uygulama araçlarından en önemlisi olan faizlerin, bir iç talep eksikliğinde düşürülememesi, faizlerde düşüşe bağlı kurlarda düşüşün sağlanamaması veya iç talep fazlası sonucu faizlerde artışın yapılamaması, dış talep artışına bağlı olarak kurlarda yükselişin sağlanamaması sonucu ekonomilerin durgunluğa ( resesyona) uğraması kaçınılmazdır.

AVRUPA MERKEZ BANKASININ PARA POLİTİKASI HEDEFLERİNİN OLUMSUZ ETKİLERİ:

Avrupa Merkez Bankasının para politikasının temel stratejisi fiyat istikrarını sağlamaktır. Bu amaç doğrultusunda gerekli piyasa analizleri yapılarak parasal büyüklüklerin sürekli denetim altında tutulması çalışmaları yapılacaktır. ” Maastricht antlaşmasına göre AMBS’nin (Avrupa Merkez Bankası Sisteminin)  nihai hedefi enflasyonu kontrol altında tutmak olarak belirlenmiştir.”(s.49,  Parasal Birlik, Avrupa Birliği ve Türkiye, Hazine Müsteşarlığı, Hazine Uzm. Defne ATA, Hazine Uzm. Yrd. Serkan SİLAHŞÖR)

Avrupa Merkez Bankasının yürüttüğü para ve maliye politikalarının temel hedefi üye ülkelerin yürüttükleri bağımsız mali politikaların enflasyona neden olmaması için fiyat istikrarını, sağlamak ve enflasyonu denetim altında tutmak olmuştur. Avrupa Merkez Bankasının bu hedefleri, durgunluğun, yetersiz üretimin, artan kamu borçlarının önemli bir nedenidir. Enflasyonun arttırılmaması hedefinde üye ülkelerin kamu açıklarına nominal olarak görülmese de izin verilmiş, merkezin borçlanmasının önüne geçmek için, hükümetlerin bütçe özgürlükleri kısıtlanmamıştır.

Üye ülkelerin maliye politikası olarak vergilerde gerekli artışları enflasyon kaygısı ile arttıramaması, kamu açıklarını kapatmada üye ülkelere zorluklar getirir. Ücretlerde olası bir artışın enflasyon kaygısı ile önlenmesi, ekonomide serbest olmayan para politikası ile birlikte deflasyonist bir etki yaratır.

 Belki de doğru olan “vergilerin merkezi şekilde toplanarak üye ülkelere transfer edildiği federal bir mali sistemi teşvik “ etmekti.
Avrupa Merkez Bankası Euro’yu, ABD doları gibi uluslararası rezerv para birimi durumuna getirememiş, tersine böyle bir nitelik kazanması önünde uyguladığı para politikaları ile engel oluşturmuştur.

İsmail İNCİ,  11/11/2011





30 Ekim 2011 Pazar

HASTALIKLARIN BELİRLİ YAŞAM ALANLARINDA VARLIĞIININ OLUŞU VE TEDAVİ YÖNTEMLERİ



VİRÜS SPORLARININ VE BİTKİ 

TOHUMLARININ YAŞAM ORTAMLARININ

ORTAK NİTELİKLERİ, HASTALIKLARIN

BELİRLİ ORGANLARDA GÖRÜLMESİ


Virüsler üreme ortamlarını yitirince, sporlar durumunda “ yaşam koşulları” veya canlılık koşulları elverişli alanlarda varlıklarını sürdürürler. Bitkisel tohumlarda da aynı özellikler bulunur. Üreme ortamı buluncaya kadar tüm tek hücreli varlıklar, toprakta veya çok hücreli canlı bir varlıkta ve boşlukta, uzamda, havada varlıklarını gezdirirler. Boşluk, gerçekte yüzen ve gezen, tek hücreli virüslerin sporları ile canlı bir varlıktır. Üreme koşulları oluşmadığı sürece etkilerini çok hücreli varlıklar duymaz. Virüsler, kapalı ve özellikle ısı niteliği varlıklarını olumsuz etkileyen alanlarda yapılarını yavaşlatarak tohum özelliklerini kazanırlar. Bir tohum gibi uygun ortamlarda da yeniden etkinleşir ve ürerler. Üreme sonucu etkileri diğer tek ve çok hücreli canlıların etkinliğinin üzerine çıkması ölçüsüne yükseldiğinde istilaları ve diğer canlıların ölümleri başlar. Çok hücreli insanın ve hayvan türlerinin yaşamlarını koruma ve sürdürebilmeleri, canlılık ve yaşam etkinliklerinin(bağışıklık sistemlerinin) kendilerini saran her türlü mikrop sporların etkinliklerinin üzerinde olması gerekir. İnsan ve hayvan türleri canlılarının hücrelerinin etkinliklerini ve canlılıklarını yitirmeleri, virüs ve diğer tek hücrelilerin canlılıklarının etkinliğinin artması ve bu çok hücreliler için çürümenin başlaması demektir.

Her tek hücreli canlının yaşama etkinliğinin başlama ve gelişerek etkinleşmesinin ortamı farklıdır. Bitkisel bir tohum canlanıp etkinleşebilmek ve üreyebilmek için uygun nem ve ısıda, verimli toprak ister. Bitkilerin tohumlarının türlerine göreli bu nem, ısı ve toprak özellikleri, bu özelliklerin bulunduğu toprakların da bulunduğu coğrafik konumlar farklıdır. Hayvan tohumlarının canlanıp etkinleşmesi de farklı ana rahimleri gerektirir. Farklı hayvan tohumları farklı iklim ve coğrafik alanlardaki ana rahimleri gerektirir. Bu tohumların yol alabilme yetenekleri bulunursa veya bulunsaydı her tohum kendi üreme alanları olan ana rahimlerini gerekli uzaklıkları katederek bulur ve üremelerini gerçekleştirirlerdi.

Virüsler de kendi üreme alanlarını ve ortamlarını bulduklarında ürerler ve yayılırlar. Virüsler insan ve diğer canlı organlarında üredikleri bu alanlara göre adlandırılır ve türleşirler. Bu türleşmeleri biz hastalıklar olarak adlandırırız. Her virüs aynı örgende yerleşerek yayılamaz, vücudun değişik organları içinde gerekli yolu katederek yerleşir ve hızla üreyerek etkinleşirler. Kuduz virüsü sinir sistemi ve beyinde; verem, tüberküloz virüsü akciğerlerde, kolera sindirim sisteminde yerleşerek ürerler. Aşı olarak adlandırdığımız canlılığını yitirmiş virüslerin yerleştikleri organlar da yine türlerine göredir. Bu nedenle her aşı kendi hasta örgeninde etkili olur. Tanılarının konulmasının kandaki çözümleme araştırmaları sonucu genelde ortaya çıkmasının nedeni, genel bir yerleşme ve üreme besin ortamı olmaları sonucudur. Her organdaki damar sisteminden beslenen virüslerin varlığı kan çözümlemeleri sonucu gözlemleme ile belirlenir, hastalık belirtileri ile gözlem sonuçlarına bağlı olarak virüsel tür tanımlanır.

Virüslerin belirli ısı üstünde üreyememeleri nedeni ile vücudun sıcaklığının arttırılması ve sıcak su kürleri, terlemeler tedavilerde etkin yöntemlerdir. Belirli sıcaklık dereceleri altında virüslerin etkinliklerini yitirmeleri nedeni ile sıcaklık düşürmeleri bir tedavi yöntemi olarak görülüyor olsa da vücudun bu derecelerde kendi etkinliğini yitirmesi nedeni ile başvurulan bir yöntem değildir. Hastanın hücre etkinliği virüs etkinliği ile birlikte azalmaktadır.

İsmail İNCİ,  30/10/2011







CİSİMLERİN ENERJİ YOĞUNLUKLARININ İTME VE ÇEKME GÜCÜNE ETKİSİ



İVMELİ DEVİNİM İLE KÜTLE ARASINDAKİ BAĞINTILAR VE NEWTON ÇEKİM YASASI FORMÜLÜNE YENİ BİR BAKIŞ



İvmeli devinimleri a)yatay ivmeli devinim, b)aşağı yönlü ivmeli devinim, c)yukarıya yönlü ivmeli devinim olarak üç temelde gruplandırabiliriz.

Yatay ivmeli devinimlerle yukarı yönlü ivmeli devinimlerde, ivmenin değişimi cismin kütlesine ve devinimi etkileyen güce doğrudan bağlıdır. Küçük veya çok büyük uzaklıklara göre kütlenin büyüklüğü ve devindirenin gücü aynı önemdedir. Aristo’nun ivmeli devinim açıklaması, daha çok cisimlerin yatay devinimleri ile ilişkilidir ve ivme doğrudan kütlenin büyüklüğünden etkilenir. Düşey devinim ile ilgili genellemesi, Galileo’nun deneylerinde gösterdiği gibi yanlıştır veya yatay ivmeli devinimi açıklamalarına konu edindiğini varsaymamız gerekir.

Küçük uzaklıklarda, düşey ivmeli devinimlerde, cisimlerin kütleleri ile bağımlı olmayan sabit ivmeli devinim gerçekleşir. Bu ortalama hız kavramını bize verir. Cisimlerin kütlelerin orantısızlığı, hızlarını ve ivmelerini değiştirmez. Kütlesi büyük olan cisimle küçük olan cisim, deneylerle de kanıtlandığı gibi düşey yönde aynı hızla devinir ve yere düşerler.
Çok büyük uzaklıklarda düşme biçimli devinimler, ortamdaki sürtünme koşullarına bağlı olarak değişim gösterir. Kütlelerinin büyüklüğü etken değildir, daha çok sürtünme gücü düşmenin ivmesini değiştirir. Düşme ivmesi,  sürtünme sonucu cisimde oluşan magnetik alanın gücüne bağlı olarak artış gösterir.

Gökcisimlerinin birbirleriyle etkileşimleri, magnetik alan farklılıklarının büyüklüğü ile doğru orantılı, uzaklıkları ile ters orantılıdır. Yatay ivmeli devinimde etkili olan kütlenin büyüklüğünün etkisi gökcisimlerinin itme ve çekmelerinde, gökcisimlerinin yapısında varolan magnetik gücün yoğunluğundan sonra gelir. Enerji yoğunluğu,  magnetik alan etkisi büyük olan gökcisimleri, kütle hacmi küçük olsa da, kütle hacmi büyük gökcisimlerine göre daha büyük bir güçle birbirlerini çekerler. Kara delikler de enerji yoğunluğu ve çekim gücü çok büyük gökcisimleridir.

Newton’un çekim kuvveti formülüne,  bu gerçeği gözönüne alarak, ek bir formül ile de bakmamız gerekir. 

Newton Kütle Çekim Kuvveti:  F=    G.m1.m2/d2

Cisimlerin enerji yoğunluğuna ve magnetik alan etkilerinin gücüne bağlı kuvvet formülü:
F = e(elektrik alanı)+v(cismin hızı/c(ışık hızı)xB(manyetik alanı)-G.m1.m2/d2( Büzüşme, çekme veya itme gücü formülü.)

 Bu formül gökcisimlerinin itme ve çekme kuvvetlerinin, kütlenin hacminin büyüklüğünden çok yapısındaki elektriksel ve manyetik güçlerle hızından çıktığını göstermektedir.


İsmail İNCİ,  30/10/2011








30 Eylül 2011 Cuma

DOLAR VE ALTININ GELECEKTEKİ DEĞER DEĞİŞİMLERİ




ALTIN VE DOLARIN DEĞERİNDE 

ALÇALIŞ VE YÜKSELİŞLER: DOLAR VE 

ALTININ KÜRESEL DEĞİŞİM ARACI 

OLARAK DEĞERİNİN BELİRLENMESİ VE 

DÜNYA EKONOMİSİNE ETKİLERİ 




Ekonomik Değerlerin Piyasa Türleri:
Ekonomik değerler üç tür piyasa oluştururlar. a) Mal ve hizmetlerin oluşturduğu, ürün piyasaları, b) Arazi, konut..vb taşınmazların  oluşturduğu gayrimenkul veya emlak piyasaları, c) Bu iki piyasa değerlerini kaydi olarak temsil eden değerlerin oluşturduğu mali piyasalar. Mali piyasalar da, piyasa içinde kullanılan araçların varlıklarına bağlı olarak para piyasaları (döviz piyasası) ve  menkul değerlerin oluşturduğu menkul değerler (hisse senedi, tahvil, bono..vb) piyasalarıdır .

Piyasaların Reel ve Spekülatif Değerlenmeleri:
Tüm adı geçen bu piyasalarda gerçek(reel) değerin oluşması, gereksinmelere bağlı olarak ortaya çıkan arz ve taleplerin toplamına bağlıdır. Ancak, aşırı kar ve çıkar eylemleri tüm piyasalarda yapay(spekülatif ) arz ve talep toplamları oluşturarak gerçek değerin yerine spekülatif değerin piyasalara egemen olmasına neden olurlar.

Ürün piyasalarında ürünlerin gerçek değerlerini ortaya çıkaran arz ve talep yapısının piyasada egemen olmasını sağlayacak koşullar yasalarla düzenlenmiştir. Özellikle haksız kazançların büyük ölçüde nedenleri olan karaborsacılık ve tekelcilik çağdaş piyasalarda yasalarla yasaklanmıştır. Toplumun ekonomik yapısını, düzenini bozan ve toplumsal adaletin yerine getirilmesinde sorunlara yol açan bu ticari eylemleri önleyecek hukuk düzeni kurulmuştur.

Ürün piyasalarında reel piyasanın oluşumu yasalarla sıkı olarak disipline edilerek düzenlenebilmiş olmasına karşın, çağdaş toplumlarda çok genişlemiş olan ve çok büyük ölçülerde işlemler yapılarak ekonomik yapının çok büyük bölümünü oluşturan mali piyasaları-menkul değerler piyasaları- disipline edebilmek çok büyük zorluklar taşımaktadır. Bu piyasalarda spekülasyon yaparak arz ve talep toplamlarının değiştirilmesini önlemek, piyasanın reel olarak değerinin oluşumunu engelleyen spekülatörlerin eylemlerini yasal sınırlarla engellemek çok güçtür.

 Mali piyasalarda, özellikle şirketlere kaynak sağlayan hisse senetlerinin menkul değerler piyasasında alım satımları, şirketlerin ürünlerinin ürün piyasalarındaki değerlerinin gereksinmeleri karşılama kapasitelerinin çok üstünde veya çok altında, menkul değerleri yönlendirilerek oluştuğu görülür. Bu piyasalar, şirketlerin ürün piyasaları ve gayrimenkul piyasaların reel değerlerinden uzaklaştığı, rekabetin kurallarının salt daha fazla kar elde etmek olduğu, apayrı bir dünyalardır.

Mali Piyasaların Spekülatif Değerlerinin Ekonomi Üzerindeki Olumsuzlukları:
Denetimi tam olarak sağlanamamış, kuralları konularak disipline edilememiş bu piyasaların ekonomilerin zenginliklerinin ölçüsü olarak görülmesi büyük yanılgıdır. Bu piyasalar, ürün piyasaları ile bütünleşik olarak kendi reel değerlerini yansıtabildikleri ölçüde ekonomilerin gücünün göstergesi olurlar. Bu piyasalarda spekülatif değer oluşumları, çoğu zaman ekonomilerde finans krizi olarak ortaya çıkar. Menkul değerler piyasasına bağlı olarak elde edilen karlarla yapılan harcamalara dayanan ekonomiler, gerçek ürün üretmeyen piyasalar durumuna gelme gerçeği ile yüz yüze kalırlar.  Üretmeyen, salt menkul değerlere dayanan gelirler, ani borçluluk durumlarına, ani yoksullaşmalara, ekonomik çöküntülere neden olurlar. Menkul değerler piyasalarında oluşan ürünlerin (araçların) değer değişmelerinin etkileri, mal ve hizmet ürün piyasalarında olduğu gibi kısa süreler içinde, aşamalarla kendini toplumda göstermez. Bu nedenle önlem alınmasında gecikmeler olur, ekonomileri bozucu etkileri ekonomik kriz niteliği taşır.

ABD ‘de ipotekli konut kredilerine(mortgage) bağlı olarak çıkan, 2006 yılından başlayarak Avrupa ve tüm dünyayı etkisi altına alan ekonomik kriz mali piyasalarda oluşan bir krizdir ve sonuçta ürün piyasalarını da etkilemiştir. Menkul değerlerin, aşırı ve daha fazla kar elde etmek için spekülatif olarak reel değerlerinden uzaklaştırılması, çok güçlü görünümde alan bu piyasanın gerçek değeri ile yüzleşmesi sonucu, üretmeden aşırı tüketen bir ekonomik sistemin iflasıdır. Mortgage mali piyasalarında menkul değerlerin spekülatif olarak değerlerinin oluşturulduğu analizlerle açık olarak ortaya konulmuştur. Abartılan, gerçeği (reel değeri) yansıtmayan değerlemeler, komisyoncular ve ekspertizler tarafından artırılan komisyon primleri, kredi başvurularında yapılan değişikler, sahte kredi belgeleri, yapılan dolandırıcılıkların, sahtekârlıkların bazılarıdır. Spekülatörler tarafından 20.000 dolara satın alınan konut, değerlemesi hileli şekilde 80.000 dolara yapılmış, bu değerleme sonucunda sahte satış işlemiyle konut bedelinin % 80’i olan 64.000 dolar kredi kullanan spekülatör 44.000 dolar kar etmiştir. Kriz çıktıktan sonra icra yoluyla gerçek değeri 20.000 dolara satılan bu konuttan banka 64.000 dolar kredi kullandırdığından 44.000 dolar zarar etmiştir. 

Bugün Avrupa Birliği ülkelerinin bir çok ekonomisinde görülen durgunluk ve kamu açıklarının önemli nedenleri arasında, menkul değerler piyasalarında yapılan spekülatif değerlemeler, bu değerlemelerin yapıldığı açığa satış işlemleri, sonuçta üretmeden yapılan aşırı harcamalardır.

Menkul Değerler Piyasalarında Alınacak Önlemler:
Ülkeler ekonomik faaliyetlerini reel değerleri ile yürütebilmek için, mali piyasalarında, ürün piyasalarının reel değerleri ile uyumlu reel değerin oluşmasını sağlamaları gerekir. Ortaya çıkan reel değere göre üretim ve harcamalarını düzenlemeleri, faaliyetlerde bulunmaları, ekonomik krizlerden çıkmak için izlenmesi gereken yoldur.

Ekonomilerin gerçek değerinin oluşabilmesi ve doğru çalışabilmesi, sonuçta ortaya çıkacak ekonomik krizlerin önlenebilmesi için, ürünlerin değerlerinin oluştuğu piyasalardaki sıkı ekonomik faaliyetleri düzenleyen hukuki düzenlemelerin bu piyasalarda da yapılması gerekir.

Para Piyasalarında Spekülatif Hareketler ve ABD Doları:
Para piyasalarında da spekülatif değerlemeler çok görülür. Özellikle ABD doları üzerinde yapılan spekülatif değerlemeler çok sık yapılmakta, bunun sonucunda dünya ekonomilerinin üzerindeki dengeler bozulmaktadır.

Amerikan dolarının değerinin son günlerde yine aşırı olarak değer kazandığı görülmektedir. Dünyanın en çok borçlu ülkesi olan, cari açığı GSYİH’nın %6’ nı bulmuş olan bir ülkenin parasının değerlenmesi doğrudan, açık olarak yapılan spekülatif bir değer kazandırmadır. Dünya piyasalarında da aşırı olarak bollaşan doların değerinin devalüe edilmesi gerekirken, kurunun yükselmesi spekülatif bir hareketten ileri gelir.

1960 yılların başında olduğu gibi zaman zaman ABD’nin spekülatörlere ve sanayileşmiş ülkelere telkinleri ile ABD dolarının altın fiyatları sabitlenerek aşırı değerlenmesi sağlanmaktadır. Zaman zaman da doların piyasalarda bollaştığı ileri sürülerek,  altına yönelişle altın fiyatları artırılarak doların değeri düşürülmekte veya doların aşırı değerlenmesine karşı ABD,  dolar yönünden rezervleri zengin ülkelere telkinde bulunarak doların devalüe edilmesini sağlamaktadır.

Doların Dünya Piyasalarında Ortak Değişim Aracı Olarak Görülmesi:
Doların üzerinde aşırı olarak spekülatif değerlemeler yapılmasının nedeni doların dışsal etkiye sahip olmasındandır. Bir para biriminin dışsal olması, ortak değişim aracı olarak kullanılmasıdır. Bir paranın ortak değişim aracı olarak kullanılmasının temel kuralı: Sanayileşmiş ülke ile sanayileşmemiş veya sanayileşmekte olan ülkeler arasında sanayi malları ticaretinde, ihracat yapan ülkenin para birimi daha yaygın olarak kullanılır. Bu kural gereği dünyanın en büyük sanayisine sahip ABD’nin para birimi dolar, doğal olarak ortak para birimi olarak kullanılma yeteneği taşır.

Doların dış piyasalarda aşırı bollaşmasına rağmen devalüe edilmeyerek, tersine değerinin yükseltilmesi, doların dünya piyasalarında mal ve hizmet dolaşımında ortak para birimi olarak kabul edilmesidir. Altının ise dünya ekonomisinde dolaşım aracı olarak kullanılabilmesi, dünyada sınırlı miktarda oluşu nedeniyle olanaklı değildir.

Doların bu niteliğinin gereği olarak değerlenmesi dünyanın en büyük borçlu ülkesi olan ABD için, borçlarının ödenmesini kolaylıklar getirişinden büyük bir fırsattır. Üretim, dışsatım ve harcamalarının yapısı ile borçlarını ödenme sıkıntısı içinde olan ABD için, dolardaki kur artışının desteklemesi doğru bir karardır. Bu kararların uygulanmasında da dünya şirketleri, sanayileşmiş ülkeler de oy birliği ile ABD’nin yanındadırlar.

Doların Spekülatif Değerinin Oluşmasının Zararları:
Doların dünyada tek bir değişim aracı olarak kabul edilmesi, spekülatiftir ve geçicidir. Bu spekülatif olarak değerleme, dünyanın en borçlu ülkesini, üretmeden, dışsatım yapmadan salt dolar enjekte ederek ekonomisini yürütme alışkanlığına sokar. Bu ise çürük bir ekonomik yapıyı ortaya çıkarır ve ekonomik kriz kaçınılmazdır.

Doların reel (gerçek)değerinin üretime, ülkelerin ABD mal ve hizmetlerine olan taleplerine bağlı olarak oluşması gerekir. Spekülatörlerin yapay değerlendirmeleri geçicidir. Bir paranın gerçek konvertibilitesi temsil ettiği ürünlere olan talep ile ortaya çıkar. Doların gerçek değeri de, geçmişte ABD’nin sanayileşmedeki gücü ile ortaya çıkmıştır.

Dolardaki spekülatif kur artışları diğer ülkelerin harcamalarında, borç ödemelerinde, gelirlerinde, dışsatımlarında dengelerin bozulmasına ve ekonomilerinde enflasyon artışına neden olur. Dünya şirketlerinin aldığı kararlarla, spekülatif hareketlerle oluşan bu ekonomik olgunun doğru yönde değiştirilmesi gerekir.

Gelişen Ülkelerin Para Birimlerinin Değişim Aracı Olarak Kullanılması:
Sanayileşen, gelişen her ülke, ticaretinin bir kısmını, kendi para birimi ile gerçekleştirebilir; kendi para birimi karşısında doları devalüe ederek, aşırı değer artışını önlemesi gerekir. Dünyada tek bir para biriminin ortak kullanım aracı olarak kabul edilmesi, gelişmekte olan, sanayileşen ülkelerin para birimlerinin varlığını yadsımaktır, bu doğru bir tutum değildir.



İsmail İNCİ, 30/09/2011






31 Ağustos 2011 Çarşamba

YENİ MANTIK İLKELERİ (ANLIĞIN BİLGİYE ERİŞİM İLKELERİ)



ANLIĞIN BİLGİYE ERİŞİM VE BİLGİYİ 

İŞLEYİŞ İLKELERİ (BİLİMLİĞİN-

MANTIĞIN-İLKELERİ) [1]



Varlık ve olgular tek bir nitelik olan varlık (varolma) niteliğinden oluşmamıştır, diğer bir anlatımla ile ilk madde ve tanrı dışında tüm maddeler bileşik durumdadır. Salt ilk madde ve tanrı basit maddeden oluşabilir.

Varlıkların değişik görünüm ve ilişkilerini ortaya çıkaran varlıkta bulunan devinim ve sükunettir. Bütün cinslerde bulunan kendi özü ve başkasının özü, varlığı ve yokluğu ortaya çıkaran bu iki ana niteliktendir.

Hareketteki varlığın özü, sükunette varlaşır ve devinimde varlık yoklukla karışır. Özlerin kavranmasında hareketin sükuneti de gerektirmesi, nesneleri duyularımızın algılaması gerekliliğindendir. Hareketin sükunet ile birlikte algılarımıza yansıması ile bu iki olgu kendini belirgin olarak tüm özellikleri ile bize kendilerini gösterir. Bu nedenle tüm cinslerin özleri, durgunluk ve devinim algılanmadan ortaya çıkamaz.
Yokluk, nesnelerin aralarındaki ilişki gerçekliğidir. Yokluğa başka bir varlığın katılamamasının nedeni, yokluğun varlığın kendini diğer nesnelerden ayıran özündendir. Katılma varlığın özünü bozmadan olabilirlidir, bu durum ise her bir özün bir arada bulunma, katışma, birleşmesiyle gerçekleşir. Bileşime giren özler bulunduğunda, varlığa başka varlıkların katılması gerçekleşmiştir. Bu gerçekleşme de bir devinimdir, enerjidir, varlıklılıktır.

Her maddenin, gerçekliğin birden çok özü vardır. Çünkü her madde sonsuz ve sınırsız diğer nesnelere ve dolgulara göreli olarak özünü değiştirir. Ancak, her özün belirli, sabit ortam ve koşullarda, süreç içinde değişmez, varlığı oluşturan kendi özü vardır.

İnsan anlığı da yalın, tek bir varlık ve olgudan oluşmamıştır; bileşik ve sayısız benlerin varlığından oluşmuş bir varlıktır.

BİREYSEL BEN, ÇOKLU BEN VE ETKİLEŞİMLERİ:
İnsan ilk bilinçlenme evresinde, kendisinden bir başkasıymış gibi söz eder. İnsanlar, çocukluklarının, doğduktan sonra yaşamının kısa bir döneminde ve yetişkinliklerinin bilgi birikimi yönünden zengin anlığa sahip oldukları yaşamının bir döneminde,
kendini bir nesne gibi görür ve kendinden daima bir üçüncü şahıstan söz eder gibi söz eder. Bu altbilincin kendi varlığını diğer varlıklar arasında buluşudur.

 Bu durum ilk bilinçlenme aşamasından sonra, bilincin nesnelerin bilgisinin belleklenmesi ile daha genişlemesi , Kendi Ben’inin diğer varlıkların benleri arasındaki ayrımına varması sonucu ortaya çıkar.

Asıl ben bedensellikten olan ben değildir. Öznel ben, asıl varlıksal algılanan ben değil, bilinçli algılamanın oluşturduğu bendir. Bilinçsel Ben bedensel Ben’e bağlıdır, zorunludur.Ancak Öznel Ben’i biz ancak çevremizdeki dış dünya, yaşam, binlerce bölünmüş varlık ve cisimler ile birlikte algılarız. Asıl bu binlerce Ben’in varlığı içinde varlaşan Ben’dir. Bu ise bilinçli olan Ben’den başka bir algılama değildir. Bedensel Ben’imizi bile bu ortamın bir nesnesi olarak algılar ve görürüz; bilinç diğer nesnelerle birlikte kendi bedensel Ben’ini de algılar. Tüm evren ve nesnelerle birlikte bireysel varlık algılanır. Öznel Ben Bendedir ve tüm nesnelerdedir ve öznel varlık tüm nesnelerdedir. Bilinç göstermiş olduğu büyük gelişme-genişleme sonucu kendi benini diğer nesnelerden ayırmaz.  Bu Ben’in her yerde,  nesnede, oluşta ve zamanda varlığının varoluşudur ve aynı zamanda tek bir varlık olan öznel bir varlıkta varoluşudur. Bilinç tüm doğada, tüm doğa da bilinçtedir. Ben tüm doğadır ve tüm doğa öznel bir bedendir. Bir yandan tüm evren olarak ölümsüzlük, sonsuzluk duyar; diğer yandan ise evrenin bir parçası olduğunun bilinci ile varlığının ölümlü, geçici olduğunu duyumsar. Bu zorunluluğa karşı gelemeyiş ile bunalıma girer.  Everenin bir parçası olarak Benini bütünün içinde üçüncü bir şahıs olarak görür ve sözeder.

Bu teklik ve çokluk etkileşimi Ben’i bir düşte yaşıyor olgusuna iter.  Gerçek ve düş birbirine karışır, bileşir.



ANLIĞIN DOĞAL ALGILAMA SÜRECİ:
 İnsanda bulunan anlıksal algılamanın nitelikleri diğer canlılardaki algılamalardan ayrımlıdır. insan anlığı gelişmiş ve ayrı nitelikleri olduğu kadar benzer nitelikleri belleğinde bulunduran bir varlıktır. Bu nedenle karşıtları, benzerlikleri; binlerce olgu ve cisimleri, çeşitli yönleri ve zamanları (değişimleri) ile kendinde bulundurur. Bu nedenle, benzerlikler olduğu kadar, varlıktaki bileşik yapı nedeniyle çelişki ve karşıtlıklar da anlığın yapısında bulunur. Varolan çelişki ve karşıtlıklar, aynı zaman içinde ve zamanın, oluşum süreçlerinde benzerlikleri (cinsleri, türleri, kategorileri) içinde sistemleştirilmiş olarak kavranırlar. Gerek insan anlığı, gerekse daha az gelişmiş olan diğer canlıların anlıkları, olguları ve cisimleri aynı zamanda, aynı yönleri, aynı devimleri algılamaları ile dış dünyaya tepki vererek oluşur. Bu nedenle “karşıtlık ve çelişki” yoktur. Sokrates’in ünlü örneği: Bir topaç hem dönüyor, hem de duruyor olamaz. Ancak bir yönünü ele alırsak duruyor, diğer yanıyla da “birlikte” dönüyor diyebiliriz.
 İnsan anlığı, diğer canlılardan farklı olarak olgu ve cisimlerin bu niteliklerine bağlı algılama etkileşimleri ile gelişir, çoğalır.

 BİLGİNİN TÜRLERİ VE YÖNTEMLERİ:
a) Duyumlara-betimlemeye, açıklamaya dayanan bilgi yöntemi,
b) Betimlemeli bilgilerin yeniden araştırılmasına, karşılaştırılmasına, ilişkileştirilmesine dayanan bilgi,
c)Tüm kavramsal bilgilerin, yeniden mantık kural ve ilkeleri ile düşünceden geçirilerek sonuçlara gidilmesi ile elde edilen bilgi.

Yeni algılara sahip olmak isteyen bir bilim insanı ile öğrenmenin başlangıç evrelerinde olan sıradan öğrenen bir insan, bilgi birikimi sahibi olurken, önce tümdengelim yöntemini kullanır. Bu bilgi sahibi olmanın birinci  yöntemidir ve tüm öğrenilenler duyumlara ve duyumlarla alınan algılamaların betimlenmesine, basit açıklamalarla bilgi olarak belleğe alınmasına dayanır. Sonra ki aşamada bilgiye erişim tümdengelimle edinilen bilgilerin tasarımda karşılaştırılması, yalın ilişkilerinin bulunarak betimlenme ve açıklanması ile gerçekleştirilir. Son aşama olarak da bilgiye erişim, tümdengelim yöntemi ile salt kavramlar kullanılarak, gerçeklikler yeniden kavramlaştırılarak, somut olarak ortaya konularak gerçekleştirilir.

Bu öğrenme sürecinde görüldüğü gibi Tümdengelim yöntemi salt bilinenleri kanıtlamak için başvurulan bir yöntem değildir. Belirli bir düzeyde sahip olunan bilgi birikiminden sonra, sahip olunan bilgilerle somut alanda (duyumsal) algılanan bilgilerin niteliklerini ilişkilendirerek bilinmeyenlerden bilinenlere ulaşma yöntemidir. Çünkü evrenin yapısı tek bir nitelikten oluşan, yalın bir cisim değil, birçok niteliklerden ve varlık ve olgulardan oluşan bileşik bir varlıktır. Bu bileşik varlığın benzer, ortak nitelikleri vardır ve bu ortak-benzer niteliklerin bulunması bizi evrenin ve varlıkların bilgisine ulaştırır. Benzer niteliklerin ortaya çıkarılması, bilimsel genellemeler yapılması yöntemidir. Basit anlamda yapılan genelleme yanlış bilgiye götürür. Doğru düşünme kuralları ile soyut alandaki  bilgilerle somut alandaki yeni bilgilerin öncüllerle ilişkilendirilmesi ile bilinenlerden bilinmeyen yeni varlık bilgilerine ulaşılır.
Salt soyut alanda kavramlar arasında öncüller ile nitelikler arasında ilişkiler kurarak tasarımlar oluşturulur; oluşturulan tasarımlarla yeni, varlığı zorunlu olan gerçekliklere ulaşılır.

Etkinin birliği düşüncesi; türlerin, cinslerin, kategorilerin, ilkelerin, öncüllerin  varlığının da temel mantığını oluşturur. Bu temel mantıksal ilke kabul edilmeden us ve düşüncenin oluşumu gerçekleşmez. İçinde çokluğun etkisini barındıran Bir (yalın cisim) olan varlık (Evren), etkinin (devinimin) erki ile çokluğa dönüşürken (bileşik durumda varlıklardan oluşurken), etkinin birliğini ve bağlı olarak benzerlikleri, tür ve cinsleri, kategorileri de içinde barındıran yapısını ortaya koyar. Bu yapı mantıksal düşünüşün, bilgiye ulaşan ve işleyen anlığın da oluşumunun ilkesidir.

Olgu ve varlıkların ortak nitelik ve özellikleri anımsama, benzetim, çağrışım, andırım, sezgi ve sağgörü düşünce süreç ve edimlerinin ortak yönleridir. Varlıklardaki benzerlik ile olgulardaki benzerliğin veya varlıktaki çeşitli nitelik ve etkiler ile olgular arasındaki  herhangi birinin benzerliğinin bilinen bilgilerinden bilinmeyenlerinin bilgisine ulaşırken benzeşimin özdeşliği ölçü alınır. Varlıkların bazı yönlerden benzer olması (ortak nitelikler taşıması) etkilerinin de benzer olmasını nedenler, özdeş olmasını (kesin) gerektirmez. İnsan ve kurbağanın birer canlı olmasına karşılık kan dolaşım sistemleri veya üreme sistemleri aynı (özdeş) değildir.

Varlık ve olguların benzer ve benzemez nitelik ve koşulları sınırsız sayıda küme ve oluşumlarda olabilir ancak ortak yönleri, yanları ve edimleri; sonul erekleri, devinim ilkeleri sınırlı sayıdadır. Bu ortak yönlerden, kendini yineleyen olgu ve devinimlerden çıkarak olgu ve varlıkların deney ve gözlem konusu olmayan bilgilerine de ulaşabiliriz.

Mantıksal doğrulama veya mantıksal düşünme, tümevarımla edinilen gerçekleri soyutlayıp, bir soyut gerçek yaratmak(gerçeği kavramlaştırmak), bu gerçekliği ortaya koyarken tümdengelimle, o an’a değin edinilen tüm gerçeklikleri birbirinden ayrımlayacak biçimde ortak nitelikleri ile birbirine bağlamak ve bu çıkarımlarda (tümdengelimlerde) doğada o zamana değin algılanmamış olan ancak zorunlulukla çıkarımlanan soyut gerçeklikler (iç algılamalar) bulmakla gerçekleşir. Mantık öğreniminin amacı ve mantığın gerçek görevi de budur.

Usta varlaşan bu bilginin usun denetimi altında, belirli kurallarla düşünülmesi tümdengelim yöntemiyle bilgiye ulaşılması işlevi, deney çalışmaları sonucu bilginin elde edilmesi ile eşdeğer özellikler taşır. Bu nedenle bu bilgi yolu “iç deneyim” olarak da adlandırılır. İçdeneyim ile elde edilen  bilginin dış deneyim ile elde edilen bilgiden ve dış deneyim ile elde edilen bilginin doğrulanması sürecinden farklı nitelikleri vardır. Her üç düşünme sürecinin ayrı nitelikler taşımalarına karşın ortak nitelikleri bizi düşünme sürecinin ilkelerine götürür. İçdeneyim ile bilginin elde edilmesi, anlığın yetenek ve zenginliğine bağlıdır. Kavramlar arasında anımsamalar, bağıntı kurmalar arttıkça yeni bilgiler artar. Burada temel olan “anımsamadır”. Ne değin geriye (geçmiş zamana) ve ne değin geniş alana yayılan kavramlar ve bağlantıları,” benzerlikleri” anımsanırsa iç deneyimin sonuçları o değin başarılı olur. Anımsama işlevi benzerlikler varsa gerçekleşir. Olguların benzerlikleri çağrışımla birbirini çağrıştırarak, birbirini andırarak bağlantılarını getirerek anımsamamızı sağlar. Özdeş olmayan binlerce özgüllükteki nesnelerin benzerliklerini bulup genellemelere varmak, insan düşüncesinin en yalın düşünme biçimidir ve düşünmenin temelini oluşturur. İçdeneyimin dış deneyim ile birleştirilmesi “ çağrışım” etkilenimi ile gerçekleşir.  Anlıkta varolan kavramlar, neden-sonuç, nitelik,  biçim, uzam , zaman …vb yönlerinden benzerlikler taşıdığında anımsama gücü etkinleşir ve kavramları birbirlerine bağlar.

 Gelişigüzel olarak olguların benzer ve benzemez yanlarını bulup ayırtmak insanın doğal yeteneğidir. Bilinçli  gözlemlerle birbiriyle hiçbir benzerliği bulunmayan olgu ve nesneler arasında benzer yan ve ilişkiler gözlemlemek, özel bilgi birikimi ve yeteneği gerektirir. Bu yeteneğin en üst ve belirgin örneklerinden birini Newton’un yerçekimi yasası gözleminde görürüz. Ayın ve gezegenlerin dönüşleri ile elmanın düşüşü arasındaki ilişki benzerliğini görerek yerçekimi yasasını ortaya atmak özel olgu gözlemi birikimi, yani bilgi birikimi ve bu gözlemler arasında ilişkileri bulmak yeteneği ve çabasını gerektirir.

Bir tümevarım yöntemi kullanımı, varolan bilgileri yeniliyorsa, yeni bilgilere götürmüyorsa bu mantığın durağan olarak kullanımıdır. Bir bilim insanının veya düşünürün yeni gerçeği ararken ve ortaya koyarken kullandığı mantık bu durgun mantık değildir. Eğer tümevarımsal yöntem artık yeni bilgiye götürmüyor ise, öğrenme yönteminin başlangıcına dönmek gerekir. Duyumlarla yeni algılamalara dayanan bilgiler edinmek, bu yöntemle edinilen bilgileri mantıksal düşünüşte kullanmak gerekir. Bunun için dış deneye, gözleme, araştırmaya gereksinim vardır.

Düşünür (filozof), soyut bilgilerle mantıksal olarak işlemler kurar, tüm bilimlerin bilgilerini tümel olarak ilişkilendirerek tümel gerçekliklerin soyut bilgilerine iç algısal olarak ulaşır. Yeni gerçekliklere, doğada, toplumda, teknik mesleklerde somut olarak tanık olarak bu öngörü başarısını gösterir.

MANTIKSAL ARGÜMANLARIN İRDELENMESİ:
Bir mantıksal argümanın geçerliliği öncüller ile vargı arasında kurulan zorunluluk düzeyindeki ilişkidedir. Önermelerin doğruluğu argümanın kuruluşu için, yapısının oluşturulması için temel değildir. Öncüllerin bilimsel olarak doğruluğu vargının da bilimsel doğruluğunu ortaya çıkarır. Ancak Biçimsel olarak argümanların kuruluşunun gerçekleştirilmesi çalışması, ayrı kuralların uygulanmasını gerektirir. Mantıksal argüman yapısının kuruluşu bu nedenle ayrı bir bilim alanıdır. Öncelikle argümanın yapısındaki geçerlilik, biçimsel doğruluk gerekir.

Biçimsel doğruluğun temel ilkesi, ana önermenin yardımcı önermelerdeki nitelikleri kapsıyor olması zorunluluğudur. Ana önerme tümel, soyutlanmış olan genel kavramdır. İkincil önermeler, somut, tikel gerçekliklerdir. Tümel, soyut önerme tümdengelim uslamlamayı işler; tikel, somut önermeler ise tümevarım uslamlamayı işletir. Bu iki tip önermeden kurulu mantıksal argüman, tümdengelim ve tümevarım uslamlamayı birlikte işletimleştirir.

Mantığın matematiğe uyumluluğu, yakınlığı, salt tümdengelim yöntemine dayanmasından ileri gelir. Mantığın kesinleşmiş, sınırları çizilmiş kavramlarla konulandırılması, matematiğin niteliklerinden soyulmuş, değişmez varlıkları simgeleyen sayılar arasındaki nicel ilişkilerle konulandırıması ile büyük benzerlik ve ortak özellikler taşıyor olmasındandır.

MATEMATİK NİTELİKLİ ARGÜMANLARIN OLGUSAL ARGUMANLARDAN AYRICALIĞI:

                                    A=A
                                   
                                    A=B
             ____________________
              A=B  ve B=A

Matematiksel olarak, tüm niteliklerinden soyutlanmış olan, niceliksel akıl yürütmeler yönünden bu tip bir argüman biçimsel ve içerek olarak doğrudur. Ancak olgusal olarak, varlıkların bileşiminde varolan tüm nitelikleri ile düşündüğümüzde bu argümandaki akıl yürütme doğru değildir. Varlık ve olgular ise tek bir nitelik olan varlık (varolama) niteliğinden oluşmamıştır, diğer bir anlatımla ile ilk madde ve tanrı dışında tüm maddeler bileşik durumdadır. Salt ilk madde ve tanrı basit maddeden oluşabilir.
“Geçerli argüman biçimleri” arama, varlıkları tüm niteliklerinden soyarak akıl yürütmek olduğundan, matematiksel (sayısal) olmakta ve matematiksel olmayan olguların  argümanları dedüktif yöntemle  geçerli olduğu halde matematiksel olan argüman biçimleri de dedüktif olduğu halde vargı yanış olduğunda argümanlar da yanlış olmaktadır.

Matematiksel dedüktif argümanlarda:
A=A   ve  tüm A’lar=B ise   B=A’dır.
matematiksel olmayan dedüktif argümanlarda :
A=A ‘dır. Ancak  A=B değildir. Bu A=B önermesi yanlış olduğundan biz tüm A’lar B’dir  önermesini doğru varsayarak ona dedüktif niteliği versek de vargı yanlış olacaktır. B=A ve A=B  olmadığından biz matematiksel olmayan dünyada (basit değil bileşim durumunda var olan nesne ve olgular dünyasında) böyle bir tümevarıma, kavrama ulaşamayacak ve argüman içerik olarak yanlış olacaktır. Tüm argümanların geçerliliği bilinenlerin-kavramların niteliklerinin tüm bireylerde bulunması (tümelin tikelleri kapsaması) nedeniyle dedüktif olmasına bağlıdır. Geçerliliği olmayan dedüktif argümanların geçerlilikleri, sayısal ve olgusal ve  sayısal-olgusal karışımı argümanların her birinin geçerlilik alanları kendi alanları içinde olduğundan, bu argüman alanlarının birbirine karıştırılması, bir alandaki geçerliliğin diğer alanda da geçerliliğinin aranması nedeniyle ortaya çıkmaktadır. Her iki argümanın da dedüktif olmasına rağmen sayısal alanda geçerli olan bir argüman bu nedenle olgular alanında geçersiz olmaktadır.

Bir tümdengelimli bilgi kesin, değişmez, mutlak bir bilgidir ancak her tümdengelimli bilgi tümevarımlı bir bilgidir ve eksik, zayıf, yetkin olmayan bir bilgidir.

Tümdengelim yöntemi salt bilinenleri kanıtlamak için başvurulan bir yöntem değildir. Belirli bir düzeyde sahip olunan bilgi birikiminden sonra, sahip olunan bilgilerle somut alanda algılanan bilgilerin niteliklerini ilişkilendirerek bilinmeyenlerden bilinenlere ulaşma yöntemidir. Soyut alandaki  bilgilerle somut alandaki yeni bilgilerin öncüllerle ilişkilendirilmesi ile bilinenlerden bilinmeyen yeni varlık bilgilerine ulaşma yöntemidir.
Aynı zamanda salt soyut alanda kavramlar arasında öncüller ile nitelikler arasında ilişkiler kurarak tasarımlar oluşturma, oluşturulan tasarımlarla yeni, varlığı zorunlu olan gerçekliklere ulaşma yöntemidir.

Mantıksal doğrulama veya mantıksal düşünme, tümevarımla edinilen gerçekleri soyutlayıp, bir soyut gerçek yaratmak(gerçeği kavramlaştırmak), bu gerçekliği ortaya koyarken tümdengelimle, o an’a değin edinilen tüm gerçeklikleri birbirinden ayrımlayacak biçimde ortak nitelikleri ile birbirine bağlamak ve bu çıkarımlarda (tümdengelimlerde) doğada o zamana değin algılanmamış olan ancak zorunlulukla çıkarımlanan soyut gerçeklikler (iç algılamalar) bulmakla gerçekleşir. Mantık öğreniminin amacı ve mantığın gerçek görevi de budur.

YALIN USLAMLAMADAN KARMAŞIK USLAMLAMAYA GEÇİŞ:
 Newton’un düşünüş biçimi gerçekte karmaşık, bileşik üst bir düşünüş biçimidir. Çağının tüm fizik yasalarını belleklemiş, bilimsel kavramlarının bilgisine sahiptir. Tüm bu olgular üzerinde kendi gözlemlerine dayalı olguları yükselterek, olguları karşılaştırarak yeni olguları tasarımlamıştır. Bu tasarımlar zorunlu olarak ortaya çıkan düşünüşlerdir.

Gerçekte, tüm yalın düşünüşlerde bile çok yalın olgu birikimleri bulunur. Bu birikimler, doğuştan itibaren, duyu alışverişleri ve eğitim ile kazanılır. Kompleks, entelektüel,zengin birikimin sonucu olan bileşik uslamlama gücü,  herkesin sahip olduğu yalın olgu birikiminin, salt ampirik bilimlerde yapılan deneylerle yeni olgulara ulaşabilen yalın düşünüş biçiminin ilerisinde bir düşünüş biçimidir. Bu düşünüş gücünün sonuçlarının, her bilimsel çalışmada olduğu gibi, doğrudan gözlemlenen olgularla kanıtlanması gerekir. Ancak bu bileşik uslamlamanın önermeleri, doğrudan gözlemlenerek doğrulanan önermeler dışında bir önermedir. Bu tür önermeler, doğrudan doğrulanan önermelerle( bilgi birikimi) tümdengelimle (dedüksiyonla) çıkarsanarak doğrulanan önermelerden oluştuğundan(dolaylı olarak, tasarım durumunda) birer varsayım(hipotez) olarak kabul edilirler. Varsayım olarak birçok önerme, aynı öncüllerden çıkarsanabilir, doğruluğu sayısız doğrulanabilir. Bu varsayım durumundaki önermelerin doğruluklarının tartışmadan uzak olarak kabul edilebilmesi, temel doğrulanan olgulardan zorunlu olarak çıkarılmasına bağlıdır. Bu disiplinli bir tümdengelim  mantığı ile ortaya konarak sağlanır. Descartes’in, Spinoza’nın matematiksel kanıtlama mantıkları bu uslamlamaların güçlü örnekleridir. Bu noktada önemli olan, doğruluğu genel-geçerliği olan bilimsel önermeleri belirlemek ve aralarında zorunlu-nedensel ilişkileri dedüktif olarak kurulan öncüllerin sağladığı sayı ve niteliğe göre sonucun doğruluğunun olasılığı, artar veya azalır. 


Kesinlik ve doğrulukları tartışmasız doğa ve toplum yasaları, kuramlar; gözlem ve deney ile elde edinilen olgulardan tümevarımla genellemelere gidilerek yapılır. Newton’un da izlediğini ısrarla söylediği yöntem budur. Ancak bu genellemede düşünce, bellekteki bilgi birikiminden,  kabullenen doğa ve toplum yasalarından, daha doğrusu daha önce gözlemlenmiş ve kanıtlanmış olan olgulardan yararlanır. Bu bilgi birikimi ve birikimin etkinlik ölçüsü(zeka) tümdengelim yapısını oluşturur.

Olgular tümevarımla birleştirilerek genel kavramlara (hipotezlere, yasalara) ulaşılırken, bilgi birikimi olarak insan usunda varolan kavram, yasa, hipotezlerden yararlanılır, tümdengelim ile zorunlu çıkarımları yapılarak kavram, yasa ve kuramlar ortaya konulur.

GERÇEKLİĞİN İLKELERİ:
Düşünüş kalıplarını oluşturan, ilkeleri ortaya çıkaran=gerçekliği bütünü içinde kavratan ilkeler; gelip geçici somut görgü ve duyumsal olan varlıların algıları değil, kavram oluşturan,alınmış duyum ve görgüleridir. Bu kavramsal gerçek, deneyim birikimini oluşturur ve bilimsel bilginin deneylerle elde edilmesinin kaynağıdır.

Yalancı tasarım değil, deneysel algı ve bilinç oluşumudur. Kavramsal bilgi, salt şimdiki zamanı değil,geçmiş zamanı da kapsar ve gelecek zamanı da deneyimsel olarak tasarlamaya olanak verir: Tasarımlama yapan zeka, gelecek için düşüncenin işleyişinde vardır. Deneysel, görgüsel olarak elde edilen bilgi, gerçekliğin küçük bir parçasını bize verir. Diğer kavramlarla birlikte ele alınarak düşünce yürütülmediğinde eksik bilgidir.

Salt kavramlarla düşünülerek ulaşılan bilgi, deneyimlerin tümünü içerir ve gerçekliğin  tümü içinde bilgisine ulaşmamızı sağlar. Kavramlarla ulaşılan bilgi, özde bize özgün deneyim kazandırmaz , ancak özgün kuramsal bilgi kazandırırlar. Somut, görgüsel alanda deneyimle elde edilecek bilgiye ulaştırırlar.

Kuramsal olarak, öğretilerek edinilen, belleklenen kavramlar, daha önceki cisimlerin durumları olduklarından, deneyimden gelmeyen bilgi yoktur.

İsmail İNCİ,     31.08.2011






SAVAŞ EKONOMİSİ VE PANDEMİ EKONOMİSİ-ORTAK NİTELİKLER VE ALINACAK ÖNLEMLER-

  ORTAK VE FARKLI STRATEJİLERİ İLE SAVAŞ EKONOMİSİ VE PANDEMİ EKONOMİSİ (1)        Savaş dönemleri ile Pandemi dönemlerinde ülkelerin iç...