13 Mart 2012 Salı

4+4+4 AŞAMALI EĞİTİMİN 6+3+3 AŞAMALI OLARAK YASALAŞMASI DOĞAL ÖĞRENME YASALARIYLA DAHA UYUMLUDUR

YENİ EĞİTİM YASASININ DOĞAL ÖĞRENİM SÜRECİ İLE UYUMLULUK SINIRLARI VE PARTİLER ARASINDA UZLAŞMAZLIK NEDENLERİ






“Bir varlığın bilgisini elde etmek isteyenler için bilinmesi gereken üç şey vardır. Bilim dördüncü şeydir. Beşinci olarak da, tanınanı, gerçekte var olanı saymamız gerekir. Birincisi ad, ikincisi kavram, üçüncüsü imge, dördüncüsü de bilimdir. Bu söylediğimi anlamak için bir örnek verelim, her şeyi bu örnekle karşılaştıralım. Daire denen bir şey vardır; adı da şimdi söylediğim sözcüktür. Sonra, dairenin, ad ve eylemlerden kurulmuş bir kavramı vardır; bütün uçlarının odağa eşit uzaklıkta olduğu şey; işte yuvarlak, çember, daire denen şeyin kavramı. Bundan sonra resmi çizilen, sonra silinen; tornayla yapılan, sonra bozulan nesne gelir; oysa bütün bunlarla ilgili olan dairenin kendisi bu değişmelerin dışındadır; çünkü o, ayrı bir şeydir. Dördüncü şey, bu nesnelerin bilimi, akılla kavranması ve onlar konusundaki doğru kanıdır. Bunlar aynı türdendir ve sözde ya da madde biçimlerinde değil, ruhta bulunurlar. Onun için bunların daireden ve demin sözünü ettiğim o üç şeyden başka bir özde oldukları açıkça görünür. Bunların yakınlık ve benzerlik bakımından beşinciye en çok yaklaşanı, akılla kavramadır; ötekiler daha uzaktır.” (PLATON, Mektuplar)

Platon’un varlığın bilgisini elde etme, eşdeyişle öğrenme sürecinin beş aşaması vardır. Ancak Bu aşamaya gelme süreci eşdeyişle öğrenme sürecinin başlamasından önce varlığı “tanıma” süreci, eşdeyişle” yaşam bilgisi” süreci bulunmaktadır. Bu süreç, insan yaşamının bebeklik çağından başlar, çocukluk çağının son yıllarına değin sürer. Ergenlik çağında yaşam bilgisinde olgunlaşarak, varlıkları tanıma sürecini genelde bitirmiş olarak salt kavramlarla öğrenme sürecine, Platon’un varlığın bilgisine beş aşamalı olarak ulaşma sürecinin en son aşaması olan beşinci aşamaya gelir.
Varlıkların imgelerinin (Platon’a göre üçüncü aşama), imgelerinin sözcüklerle iletişiminin sağlandığı adlarının(Platon’a göre birinci aşama), bu adların tanımlarının (Platon’a göre ikinci-kavram aşaması) tanınması çağının sonunda dördüncü aşama olarak bilim aşaması, bilme aşaması başlar, Bilim aşamasında insan ancak öğrenime başlayabilir. Bundan önceki aşamaları varlıkları “tanıma aşaması” olarak adlandırabiliriz. Dördüncü aşama ile bilme öğrenme aşamasına gelmek için belirli bir bilgi birikimine sahip olma zorunluluğu vardır. Bilim aşamasından sonra gelen en son aşama, bilinenlerden bilinmeyenleri bilme aşaması olan salt us ile kavramadır. Bu son aşama, teorik bilimlerin öğrenilmesi, aşamasıdır. Mantık, felsefe, ilahiyat, hukuk, edebiyat, matematik, siyasal bilimler, kuramsal fizik..vb. bilimlerin alanı bu öğrenme yeteneği alanına girer. Ancak her bilimsel disiplin bu öğrenme yeteneğinden de pay alır.

Bilim aşamasına gelen öğrencilerin eğitimlerinin alanlarının belirlenmesi, bu aşamadaki yeteneklerine, eğilimlerine, yatkınlıklarına bağlı olarak gerçekleştirilir ve ortaya çıkan bu niteliklerle uyumlu olarak gerekli yönlendirmeler yapılır.

En son eğitimin yasa ile düzenlenmesi sonucu, beş ve altı yaşlar anaokulu aşaması sayılarak, bilim aşaması 4 yılın sonunda başlatılması yasalaştırılmak istenmektedir. Dördüncü yılın sonunda veya ikinci dört yılın içinde, yetenek ve ilgi alanlarının belirlenerek bilme, öğrenme aşamasının başlaması yasal düzenlemesinde doğal öğrenme yasalarının insan yasaları ile bir zorlanması vardır. Bu doğal öğrenme süreçlerinin zorlanarak bilim yaşının ilk dört yıla indirme amacının arkasında, muhalefetinde belirttiği gibi 28 Şubat 1997’de eğitim sisteminin zorunlu sekiz yıla çıkarılmasının değiştirilmesi isteği vardır. Oysa eğitim sisteminin 28 Şubat tarihinde zorunlu sekiz yıla çıkarılması, eğitime verilen büyük önem ve değerdendir. Postmodern Darbeci örgütlerin kasıtlı eylemi olarak görme düşüncesinin bırakılması gerekir. Eğitimde yapılan bu yasal düzenleme, çağın doğal öğrenme sürecinin getirdiği bir yasal gerekliliktir; eğitim sisteminde önemli bir ilerlemedir.


Eğitimdeki bu gelişmenin, ilerlemenin dinsel eğitimin ortadan kaldırılması, önünün kesilmesi olarak görülmesi; bu görüş sonucu bugün zorlama ile bilim yaşının(alan seçiminin) ana okul sonrası ilk dört yılın sonuna indirilmesi, muhalefet partilerinin şiddetli karşı gelişlerine neden olmaktadır. Bu doğal öğrenme süreci yasalarına karşı bir tutum ve eğitimde, gerileme olarak görülmektedir. İktidarın yasaları değiştirerek dinsel eğitim verecek okulları erken eğitime başlatma ereği, muhalefet partilerini uzlaşmaz karşı eylemlere götürmüştür. İktidarın bu yasal düzenlemesi ile henüz kavramsal öğrenme aşamasına gelmemiş; yatkınlıkları, eğilim ve yetenekleri ortaya çıkmamış çocuklardan, dinsel öğrenim alanlarının doğru seçimi de beklenmemelidir.


Milli Eğitim Bakanlığının yapmış olduğu araştırma sonucunda, %60 oranında görüldüğü gibi, bilim aşamasına gelme çağını ana okuldan sonra (yedi yaştan sonra), 6+3+3 olarak belirlemek doğal öğrenme süreci yasalarıyla daha uyumludur. Yasal düzenlemeyi de bu gerçeklikle uygun olarak yapmak, aynı zamanda muhalefetle uzlaşmayı da getirir.








İsmail İNCİ, 13/03/2012
http://www.iinci.blogspot.com/
bgi.inci@mynet.com
bgi.inci@hotmail.com



25 Şubat 2012 Cumartesi

DUYUSAL ALGILAMALARA VE KAVRAMSAL ALGILAMALARA BAĞLI EĞİTİMİN NİTELİKLERİ

EĞİTİM ÜZERİNE



“Eğitimin İki Ana Yönü ve Temel eğitim:


Öğrenerek edindiğimiz bütün bilgilerimizin kaynağını iki bölümde inceleyebiliriz: Birincisi, doğrudan doğruya duyularımızın nesnelerle ilişkisi sonucu edindiğimiz bilgiler; ikincisi, dolaylı olarak nesnelerin tanımlanması ile edindiğimiz bilgiler.




Her iki öğrenim biçiminde de öğrenimin gerçekleşebilmesi için temel bir eğitim ve öğretim süreci gerekir. Bu süreç, dış dünyanın temel niteliklerinin tanınmasını ve öğrenilmesini içerdiğinden daha çok dış algılamaya dayanır. Temel eğitimde ve öğretimde bu ayırıcı nitelik nedeniyle görgü ve kılgı ağırlıklı eğitim zorunluluğu vardır.

Temel eğitim ve öğretim sürecinde, toplumun üretim gereksinmelerinin karşılanmasının koşulları hazırlanırken, iyi bir toplumun oluşma ve sürmesinin koşulları da dikkate alınır.



Eğitimin İki Ana Amacı:


Eğitimin iki genel amacı ve hedefi vardır. Bu amaçlar da birbirinden eğitim yöntemleri ile ayrılır. Birincisi halkın toplumsal eğitimidir. Bu eğitim ile amaçlanan özet olarak bireylerin yasalara bağlı, iyiliksever, dürüst, çalışkan, birbirine saygılı kişiliklerde birer yurttaş olmalarıdır. İkinci amacı, yurttaşların işbölümlerine uygun mesleki eğitim görmeleri ve bu yönde eğitilmeleridir.






Toplumsal Amaçlı Eğitim (İdeal Toplumların Oluşturulması ve Korunmasında Eğitimin Rolü):


Toplumsallaştırma amaçlı eğitimde iyi davranışlar, dünyaya gelişten itibaren model (örnek) davranış ve alışkanlıklarla kazandırılır. Çocukluk çağından başlayarak bu eğitimin verilmesi amacı, çocuklukta henüz hiçbir bilgi girişi bulunmayan belleklere bilgilerin yerleştirilmesinin kolay ve aynı zamanda kalıcı nitelikte olmasıdır, çünkü; verilen bilgilerin, varolan bilgilerle karşılaşma ve çatışma, durumu yoktur. Toplumsal amaçlı eğitimle, ilk girilen bilgilerin iyi yurttaşlar oluşturulması yönünde verilmesiyle, çatışmasız olarak veriler alınıp belleklendiğinden, kalıcı davranış biçimlerinin ortaya çıkarılması kolaylaşır. İleriki çağlarda girilmeye çalışılacak bilgiler, yerleşmiş olan bilgilerin çatışmasıyla reddedileceğinden davranışların değiştirilmesi (bozulması) da zor olacaktır. Toplumsallaşma amaçlı eğitimin bozulmaması, niteliklerini koruması için ise iyi ve olumlu örnek ve modellerin etkilerinin sürüyor olması gerekir. Bu somut etkilerin yanında toplumsal yaşama ilkesinin mantığına aykırı kuramsal bilgiler, oluşan toplumsal eğitimin niteliklerini bozacak yönde etkili olmamalıdır. Kötü örnek ve modellerin sonraki toplumsal gelişmelerle iyi modeller olarak ortaya çıkarılması, toplumsal değer verilerek yüceltilmesi toplumsal amaçlı eğitimin en büyük yıkıcı öğeleridir. Bu tip toplumsal çelişkiler, ideal toplumların oluşumunu ortadan kaldırır. İyi modellerin evrensel niteliklerinin korunması gerekir.

Toplumsal Amaçlı Eğitim, tüm mesleklerin eğitiminde önceden alınmış olması gereken “ortak eğitim”dir.
Her iş alanı (sanat), toplumda gereksinmelerin karşılanması ile ilgili işinin niteliklerini yerine getirirken, bu davranış nitelikleri, aynı zamanda üzerine düşen ahlaki görev niteliklerini de içermesi gerekir. Çünkü, toplum yaşamı karşılıklı dayanışmayı, birbirinin çıkarlarını korumayı, birbirine en iyi hizmeti vermeyi gerektirir. Yani iyilik ve yardımlaşma, aldatmama, çalmama, çalışkan olma, büyüklere saygı olma, küçükleri koruyup kollama gibi ahlaki erdemin temel ilkeleri öğrenmeyi gerektirir. Bu erdemler ise, toplum içinde birey doğduğu andan itibaren usa pratik yaşam içinde, beş altı yıl gibi kısa zaman dilimi içinde, diğer sanatları ve sanatlarla ilişkisini öğrenmeden yerleştirilir. Bireyin istençli olarak öğrenmeye başladığı yaşlarda, diğer sanatların eğitimini alma aşamasına geldiğinde, ahlaklı mesleki davranış biçimlerinin bilgileri (ahlaki erdemler sanatı) usta içselleşmiş (alışkanlıkla altbilgince yerleşmiş) olarak bulunur.
İyi örnek ve modeller gösterilerek ve göz önünde olunarak erdemli toplum bireyleri toplumda yetiştirilir. Toplum bireylerinin bir işkolunda kendi işlerini yapmaları, işlerini benimsemeleri, başka işkollarının gelirlerine kıskanarak uzanmamaları; hırsızlık ve sahtekârlık, yalancılık yapmamaları, bireylerin bir meslek sahip olacak gerekli eğitimi almaları; bireylerin aralarında iyi ilişkiler kurulmasının ve bu ilişkilerin sürmesinin öğretilmesi… vb bu temel eğitimin toplumsal yönüdür. Bu eğitimin sağlanması ise toplumu yöneten lider ve iktidarların görevidir. Bu temel eğitim sürecinde toplumda adalet inancı ve duygusu yerleştirilirken, toplumun üretimle gereksinmelerinin karşılanmasının temelleri de atılmış olur.” (Bk. www.iinci.blogspot.com, KURAMSAL(BİLİMSEL) MESLEKLERİN EĞİTİMİNİN NİTELİKLERİ, 30/04/2011)


Ahlaki kuralların, dinsel temelli bilgilerin toplum tarafından, bireyin doğumundan başlayarak yaşamın içinde öğretilmesi ve öğrenim çağına girince okul yaşamı içinde, bilgilerin öğrenilmesi sürecinde ahlaki erdemlerin öğreniminin sürmesi nedeniyle bireylerin tüm öğrenim süreçlerini ‘İmam Hatip’ okulları ile tek tipleştirerek ahlaki ve dinsel kuralları vermeyi hedeflemek yanlıştır. Bu tip bir eğitim-öğretim modeli öğrenimi baskı altına almak demektir. Özgür nitelikte olan öğrenme ve eğitimin, toplumda başarılı olması, istenen gelişmeyi sağlaması bu tip eğitimlerde beklenmemelidir. Bir toplumda bu tür eğitimi isteyenler, o toplumun gelişmesini istemeyen düşman toplum ve topluluklar olabilir.


Öğrencilerin belirli yeteneklerinin, eğilimlerinin; dış algılama (pratik sanatlar öğrenimi- duyusal algılarla öğrenme) ve iç algılama (kavramsal algılama-kuramsal öğrenme) yetenekleri ve yatkınlıkları, temel kavram ve duyusal algı öğrenim sonucunda ortaya çıkar. Bu sürecin, genel deneyim ve gözlemler sonucunda öğrenimin beşinci yılından sonra gerçekleşebildiği görülmektedir.

 
Üçüncü Eğitim ve Öğretim Biçimi: Dış Algılama ve İç Algılama Yeteneğinin Ortak Gelişmesi:


Bazı mesleklerin kılgısal ağırlıklı ve dış algılamaya bağlı olmalarına rağmen, kuramsal bilgileri, diğer mesleklerle bağıntıları ve deneyimsel algılama sayıları çoktur. Terzilik, Motor makinistliği, elektrikli araçlar onarımı..vb
Bu kılgısal ağırlıklı olan mesleklerin tıp, makine mühendisliği, ziraat mühendisliği, elektronik mühendisliği gibi daha ileri eğitim gerektiren mesleklerle ayrımları çok değildir. Bir meslek tümel olarak birçok bilgiyi içerirse, birçok bilimlerle bağlantılarında eğitimi ve öğretimi verilirse o meslek kuramsal (bilimsel) meslekler alanına girebilir. Tıp bilimi eğitimi gören öğrenciler de dahil olmak üzere birçok yüksek öğrenimi gerektiren iş alanları, gerekli tümel olma niteliklerini sağlamadıkları taktirde birer el sanatından öteye gidemezler. İş görme aşamalarında doğru yol ve uygulamaları bulmada başarılı olamazlar.” Tıp sanatı ile… Kavrananlar yalnızca pratik için ortaya konulmuş olan şeylerdir( bilgilerdir). İstenilen amaç (tümel kavrama amacı) gerçekleştiğinde ise, bu bilgiler ilintisel duruma düşerler. Ama eğer eşyanın tümünü tanıma isteği, pratik sanatlardan bir sanatın amacı durumuna gelirse o zaman bu sanat başka tür bir sanat olur….”(s.158, , Siyasete Dair Temel Bilgiler, İbni Rüşt)


Dış Algılama ve İç Algılama Yeteneğinin Ortak Olarak Bulunduğu Mesleklerin Temel Eğitimlerinin Seçimi:


Kuramsal(bilimsel) meslekleri kılgısal(pratik-sanatsal) mesleklerden ayırıcı nitelik, kuramsal, tanımsal bilgileri ve diğer mesleklerle bağıntılı kuramsal bilgilerinin çok daha fazla ve çok daha çeşitli alanlarda olmasıdır. Bu nitelikleri gereği özellikle teknik alanlardaki bilimsel mesleklerin temel eğitimleri; kılgısal, görgüsel olan mesleklerin eğitimlerinden gelmesi, bilimsel uygulamalarının başarısını arttırır.
Bu noktada tüm pratik sanatlardan, özellikle bazı ana sanatlardan kuramsal us ve yeteneğe sahip bilimsel mesleklere geçme olanağı vardır. Bir sanatı diğer sanatların ilişkileri, bağlantıları, varolan bilgileri ile birlikte tümel kavrayarak edimsel olarak o sanatı gerçekleştirmek, teorik usun yeteneklerini ortaya çıkarır. Marangozluk, kaynakçılık, motor makinistliği… vb değil ama makine mühendisliği, gıda mühendisliği, bilgisayar mühendisliği veya toplumsal alanda toplumbilim, iktisat, işletme… vb eğer salt kendi alanları ile sınırlı bilgilerle yapılan bir sanat düzeyinde ise bu bilimsel bir sanat yani teorik usun yetenekleri alanına giren bir eğitim alanı değildir, bir alt sanat gibi ( her alanda yerine getirilen işçilik meslekleri) bir sanattır. Ancak bir iktisat sanatı, diğer sanatların bilgisi ile kavranarak yapılırsa tümellik niteliği ve teorik usun niteliklerini taşır. Bu iktisat biliminin bilgilerinin bağlantılarında varlığın diğer tüm bilgilerinin bağlantısı, ortaklıkları, ilişkilerinde tümel gerçekliğin bilgisine ulaşma amacı taşınır. Felsefe, fizik, kimya, toplumbilim, ruhbilim, tıp… vb ile bağlantıları, ortak gerçeklikleri araştırılarak tümel gerçekliğe varılır.
Meslek liselerinde alınan pratik sanatların temel bilgileri, üniversitelerde teorik usun gerektirdiği aynı sanatın tümel eğitimi ile pekiştirilerek daha iyi eğitim sağlanmış olur.” ( (Bk. www.iinci.blogspot.com, KURAMSAL(BİLİMSEL) MESLEKLERİN EĞİTİMİNİN NİTELİKLERİ, 30/04/2011)


 
Doğal olarak bu aşamaya (kuramsal-bilimsel mesleklerin eğitimine) girecek olan uslar, doğalarında teorik usun niteliklerini taşıyan uslar olacaktır. Diğer bireyler, zorunluluktan kaynaklanan, gereksinimleri dolaysız karşılama ediminde bulunacak olan iş alanlarında çalışmak üzere eğitimlenecek ve çalışma yaşamına gireceklerdir. Teorik usun ise eğitimi ve öğretimi ileri aşamalarla sürdürülecektir. Eğitimde yapılacak bir reform bu yönde olmalıdır, eğitimin toplumsal gerçeklikle uyumlu olarak izlemesi gerektiği yol da budur.






İsmail İNCİ, 25/02/2012

http://www.iinci.blogspot.com/
bgi.inci@mynet.com
bgi.inci@hotmail.com







 






23 Ocak 2012 Pazartesi

ÖZEL YETKİLİ MAHKEMELERİN KURULUŞ FELSEFESİ VE ADLİ KOLLUK GÜÇLERİNİN BAĞIMSIZLIĞI, YARGININ BAĞIMSIZLIĞININ ZORUNLAYICI KOŞULLARI

ÖZEL YETKİLİ MAHKEMELERİN KURULUŞ FELSEFESİ VE YARGI BAĞIMSIZLIĞININ GERÇEKLEŞTİRİLMESİNİN ZORUNLU KOŞULLARI




Ülkelerin olağanüstü dönemlerinde yargının da olağandışılaştığı görülür. Toplumun önemli işlevlerinden birini yerine getiren bir organı olarak yargının niteliğinin değişimi, toplumların nitelik değişimlerine bağlıdır. Toplumun yönetim niteliklerindeki değişime bağlı olarak yargının niteliklerinde değişim davranışı göstermesi doğal bir süreçtir. Bu niteliklerin uyumluluğu gereği olarak, ülkelerin bağımsızlık savaşlarında, ülke bağımsızlığının gerçekleştirilmesi niteliği değişimi yargı işlevini de kapsayarak İstiklal Mahkemelerinin kurulmasını gerektirmiştir. Terörün arttığı, toplumda yoğun olarak güvenliğin ortadan kalktığı, korkunun egemen olmaya başladığı dönemlerde toplumun güvenliğin sağlanması niteliği, yargı öğesinin niteliğini de etkileyerek olağandışı güvenlik mahkemelerinin (Devlet Güvenlik Mahkemelerinin) kurulmasını gerektirmiştir. Devlete karşı isyan ve darbelerin arttığı dönemlerde ise Sıkı Yönetim Mahkemeleri kurulmuştur. Yargı sistemlerindeki tüm bu nitelik değişimleri, toplumlardaki nitelik değimlerinin yargı organlarını içeriyor olmasının mantıksal sonuçlarıdır. 11 Eylül 2001 tarihinde ABD’de yapılan terör eylemi sonucu kişilerin özgürlükleri kısıtlanmış, cezalar arttırılmıştır.


Zaman zaman güvenliği bozan olaylar karşısında bireylerin hak ve özgürlüklerinde bazı kısıtlamalar olmasına rağmen, toplumların güvenli yaşama anlayışlarında insan hak ve özgürlüklerine verilen önemin artması sonucu, hak ve özgürlüklerin arttırıldığı bir nitelik değişimi ortaya çıkmıştır. Toplumsal anlayışımızdaki bu nitelik değişimi ve Avrupa Birliğine uyum süreci çalışmalarına bağlı olarak Mayıs 2004 yılında anayasada yapılan değişiklikle Devlet Güvenlik Mahkemeleri kaldırılarak, Özel Ağır Ceza Mahkemelerinin kurulduğu görülür.


Özel Ağır Ceza Mahkemeleri (Özel Yetkili Mahkemeler, Özel Yargı Mahkemeleri) yapıları askeri hakim ve savcılardan arındırılarak insan hakları ve özgürlüklerine daha önem verilen mahkemeler durumuna getirilmiş olmasına rağmen tanınan özel yetkileri ile Devlet Güvenlik Mahkemelerinin niteliklerinden uzaklaşamamıştır. Devlet Güvenlik Mahkemelerinin yetkisinde olan ilke olarak organize suçlar, uyuşturucu kaçakçılığı ve terör suçları ile ilgili yargı yetkisi yeni oluşturulan Ceza Mahkemesi Kanunu’nun 250. Maddesi ile Özel ağır Ceza Mahkemelerine verilmiştir. Bu mahkemelerin diğer ağır Ceza Mahkemelerinden farklı nitelikleri vardır. Duruşmaların kısa sürede bitirilerek örgütlü suçlarla etkin olarak mücadele etmek bu yöntemle toplumun güvenliğinin sağlanabilmesi için yasalarla bazı ayrıcalıklı yetkiler verilmiştir. Diğer Ağır Ceza Mahkemelerine göre gözaltılılık süreleri bu mahkemelerde iki katıdır. Soruşturmalar gizli olarak, gizli tanıklar, gizli telefon görüşmeleri, gizli izleme, görüntü almalarla yürütülür. Kanıtlar sanık şüpheli ve avukatından gizlenir..vb. İnsan hak ve özgürlükleri kısıtlayan özel yetkileri ile bu mahkemeler doğal olarak kabul edilen diğer mahkemelerden ve doğal yargıçlık ilkelerinden ayrılır. İnsan hak ve özgürlükleri kısıtlayan özel yetkileri ile Özel Yargı mahkemeleri olarak da adlandırılan bu mahkemelerin Devlet Güvenlik Mahkemelerinden farklılığı olmamasına rağmen, örgütlü suçlara karşı daha kısa sürede, daha etkili olarak sonuç alabilmek, yargının örgütlü suçlarla mücadelesinde etkin olmasını sağlamak felsefesi ile kurulmuştur.


Toplumlarda bireylerin hak ve özgürlüklerini örgütlü suç işleyen büyük güçlere karşı korumak için toplumun örgütlü büyük güçlerinin bulunması zorunludur. 250. Madde kapsamına giren bu suçlara(“Devletin güvenliğine karşı suçlar, devletin birliğini ve ülke bütünlüğünü bozmak, Anayasal düzene ve bu düzenin işleyişine karşı suçlar, Anayasayı ihlâl, Cumhurbaşkanına suikast ve fiili saldırı, yasama organına karşı suç, hükûmete karşı suç, hükümete karşı silahlı isyan, silahlı örgüt, örgüte silah sağlama, suç için anlaşma, devletin güvenliğine ilişkin bilgileri temin etme, casusluk, devletin güvenliğine ve siyasal yararlarına ilişkin bilgileri açıklama, gizli kalması gereken bilgileri açıklama, uluslararası casusluk, devlet sırlarından yararlanma, devlet hizmetlerinde sadakatsizlik, yasaklanan bilgileri temin, yasaklanan bilgilerin casusluk maksadıyla temini, yasaklanan bilgileri açıklama, yasaklanan bilgileri siyasal veya askerî casusluk maksadıyla açıklama, devlet güvenliği ile ilgili belgeleri elinde bulundurma.”) bakmak için örgütlenen kolluk ve yargı sistemi toplumu bu suç örgütlerine karşı korumayı amaçlar.


Ceza Muhakemesi Kanunun 250/3. Maddesinde yapılan değişikle askeri kişilerin 250. Madde kapsamına giren suçlardan sivil savcılar tarafından sorgulanması ve sivil ağır Ceza Mahkemeleri tarafından yargılanmasının getirilmesi, toplumun bireylerinin büyük suç örgütlerine karşı güvenliğini arttırmayı amaçlar. Aynı zamanda ortaya çıkabilecek bir cunta veya darbe girişimini de sivil savcıların sorgulayabilecek olması, bireylerin özgürlüklerini, haklarını koruma, güvenliklerini sağlama yönünde önemli bir gelişmedir.


250. madde ye göre örgütlü suçlarla mücadele felsefesine göre kurulan Ceza Mahkemeleri hırsızlık, yolsuzluk, baskı ve terör, şike gibi birçok alanda örgütlenen suçlara karşı toplumu ve bireyi korumayı amaçlamanın yanında, devletin kendi içinde devleti ele geçirmeye yönelik, devletin olanaklarını sömürmeye yönelik suçlar için kurulan örgütlerle daha etkin mücadele görevini de üstlenirler.


Özel yetkili Mahkemeler, insan hak ve özgürlükleri kısıtlayan yetkileri ile toplumun güvenini, düzen ve huzurunu örgütlere karşı koruma düşüncesine dayanarak kurulmalarına rağmen çağdaş demokrasilerde benimsenmemektedir. Olağan yargı sistemi içinde kalarak yargının, bu nitelikte işbölümüne ayrılması; özel olarak, eşdeyişle çocuk mahkemelerinde olduğu bir ‘ihtisas mahkemesi’ olarak görevlendirilerek örgütlü suçlara odaklı çalışması yargıda, önemli bir gelişme sayılmalıdır. Toplumdaki açık ve gizli her türlü örgütlü suçlarla etkin bir mücadele yargının yapısında oluşturulan ve desteklenen bağımsız adli kolluk güçleri, bağımsız savcı ve hâkimlerle sağlanabilir.


Sayın Cesim PARLAK ( 28 Şubat 2011 Pazartesi, Kaynak : http://www.internethaber.com/dgm-hukuksuzlugu-11261y.htm#ixzz1j4SsZLTj) makalesinde cumhuriyet savcılarının adli kolluk güçleri ile çalışmasını yadırgamaktadır:


“ Kanun zorunlu olarak “soruşturmayı Cumhuriyet Savcısı yapar” demesine rağmen savcı, bütün soruşturmaları polis eliyle yaptırmakta, polis ise suçla ilgisi olsun olmasın soruşturma sürecinde telefon dinlemelerinde ismi geçen herkesi soruşturmanın içine dâhil ederek dosyaları içinden çıkılmaz bir hale getirmektedir… Savcı, onlarca klasör olan dosyayı anlamış gibi şüphelilerin ifadelerini özet olarak alır, ifadelerden sonra soruşturmayı yürüten polis amiri ile beraber dosya üzerinde değerlendirme yaparak amirin yönlendirmesiyle şüpheliler hakkında işlem yapar


. .. şüpheliye isnat edilen suçun adı söylenir, savcılıkta ve poliste ifade verdiği belirtilir, bunlara ekleyeceği bir şeyin olup olmadığını kısaca söylemesi istenir. Şüpheli her ne kadar isnat edilen suçlamanın yerinde olmadığını, gerçeğin farklı olduğunu söylese de, mahkeme, dosyaya tam vakıf olmadığı için ve o kadar klasörü okumadığı için polisin dosyaya ilişkin fezlekesinin etkisinde kalarak karar verir.


… Sorgu sırasında avukat, isnat edilen suçun dosya içerisindeki verilerle örtüşmediğini, aslında polisin getirdiği delilin yanlış olduğunu, gerçeğin başka olduğunu ne kadar anlatsa da mahkeme, o savunmalara hiçbir şekilde itibar etmez.


Soruşturma aşamasında, savcılıkça yaptırılan gözaltı operasyonundan sonra tutuklamalar olmuşsa artık burada meşakkatli bir süreç başlıyor demektir. Her ne kadar tutuklama kararının altına yedi gün içerisinde verilecek bir dilekçe ile itiraz edilebileceği kanun yolu olarak yazılsa da bu kez yapılan itirazlar, itiraz merciince dikkate alınmaz. Bazen o itirazları mahkemeye havale ettirirsiniz, mahkemenin kalemi tarafından matbu gerekçelerle reddedildiğini ve dosyanızın mahkeme huzuruna çıkmadan karara bağlandığını görürsünüz. “


Yukarıda anlatılanların bazıları Olağan Yargının çalışma sistemi dışına çıkmış olabilir ancak örgütlü suçlarla görevli yargı adli kolluk güçleri ile çalışmak zorundadır. Çağdaş ülkeler örgütlü suçlarla mücadelede adli kolluk güçlerine büyük önem ve yetkiler vermiştir. Örgütlü suçların adaletli olarak, yasalara bağlı önlenmesinde savcı, adli kolluk güçlerinin eşgüdümlü çalışması gerekliliği vardır. Savcı, hâkim ve adli kolluk güç ilişkisinde yetkilerin kullanılırlığı ülkelerin yasalarına bağlı olarak değişmesine rağmen, yargının bağımsızlığı içinde adli kolluk güçlerine bağımsız soruşma yapabilmesi için her ülkenin geniş yetkiler verdiği görülür.


Sayın Feyzullah ARSLAN (Emniyet genel Müdür Yardımcısı, 1.sınıf Emniyet Müdürü) TÜRKİYE’DE VE AVRUPA’DA KOLLUK ADALET İLİŞKİSİ makalesinde adli kolluk gücünü ve Avrupa ülkelerindeki adalet ile ilişkilerini incelemiştir:


“Adli Kolluk: (Fonksiyonel anlamda) suç soruşturmasına ilişkin iş ve işlemleri yürütmekle görevli kolluk birimi şeklinde ifade edebiliriz. (Emniyet teşkilatı açısından adli kolluk, asgari tam teşekküllü bir polis karakolu bulunan yerlerde, adli işlerle uğraşmak üzere Emniyet Genel Müdürlüğünce kadrodan ayrılan bir kısmı ifade etmektedir.)”


“Ağır ceza mahkemesi ile özel kanunlarla kurulan diğer ceza mahkemelerinin yargı çevresinde yer alan Cumhuriyet Başsavcılıkları, yetki alanları içerisinde yürüttükleri bu mahkemelerin görevine giren suçlarla ilgili soruşturmaları yapar ve ivedi, zorunlu işlerin tamamlanmasından sonra düşünce yazısına soruşturma evrakını ekleyip ağır ceza mahkemesi veya özel kanunlarla kurulan diğer ceza mahkemelerinin Cumhuriyet Başsavcılığına gönderirler. Cumhuriyet savcıları gecikmesinde sakınca bulunan veya olayın özelliğinin gerektirdiği hallerde, yer aldıkları veya görevli oldukları Cumhuriyet Başsavcılıklarının yetki sınırları ile bağlı olmaksızın keşif ve diğer soruşturma işlemlerini yapmaya yetkilidirler.


“İngiltere’de de Adli Polis teşkilatı İçişleri Bakanlığına bağlıdır, ancak geniş bir bağımsız çalışma yetkisi vardır. İngiltere’de adli soruşturma aşamasında en büyük rolü polisin oynadığı ve polisin inisiyatife sahip olduğu görülmektedir.


Adli soruşturmalar hemen hemen hiç bir adli otoritenin talimatı olmadan polis tarafından bizzat gerçekleştirilmektedir. Adli soruşturmalarda özellikle de olay yeri incelemelerinde tüm işlemler polis tarafından yürütülmektedir.”


Almanya’da, “Federal Suç Soruşturma Polisi (Bundeskriminalant) şu üç ana görevi yerine getirir; 2-Uluslararası bağlantılı uyuşturucu madde, kalpazanlık, ateşli silah ve patlayıcı suçları konusunda hiçbir makama bağlı olmaksızın soruşturma yürütmeye yetkilidir.”


İtalya’da “Adli Polis faaliyetlerinin yürütüldüğü özel bölgelerde Güvenlik Kuvvetleri görevlerini yetkili adli makamın direkt denetimi altında yerine getirirler.”


“Adli görevler bakımından kolluk, C. savcısına bağlı olarak çalışacak ve adli işlere ilişkin savcının emir ve talimatlarını yerine getirecektir. Adli görev mevzuatımızda kesin çizgilerle ortaya konmamıştır. Soruşturma işlemlerinin adli görev olarak kabul edilmesinde sıkıntı bulunmamaktadır. Ceza muhakemesi Kanununun 164’üncü maddesinde ise soruşturma işlemlerinin adli görev olarak belirtildiği görülmektedir. Aynı Kanunun 161’inci maddesinin ikinci fıkrasında adli kolluk görevlilerinin C. savcılarınca kendilerinden istenen adliyeye ilişkin işleri yerine getirmekle yükümlü oldukları hükme bağlanmıştır. Diğer bir ifade ile kovuşturma evresinde bile adli görevler söz konusu olabilecektir.”


“Soruşturma işlemlerinin öncelikle adli kolluğa yaptırılacağı Ceza Muhakemesi Kanununun 164’üncü maddesinde, gerektiğinde veya C. savcısının talebi halinde diğer kolluk birimlerinin de adli kolluk görevlerini yerine getirmekle yükümlü oldukları aynı kanunun 165’inci maddesinde düzenlenmiştir. Ceza Muhakemesi Kanununun 166’ncı maddesine göre ise C. Başsavcıları yer yılın sonunda o yerdeki adli kolluğun sorumluları hakkında değerlendirme raporu düzenleyerek mülki idare amirliklerine göndereceklerdir.”


“Adli görevin kesin çizgilerle ortaya konması adli kolluğun tanımlanması bakımından önem taşımaktadır. Emniyet Teşkilatı açısından adli kolluk görevlileri Ceza Muhakemesi Kanununun 164. maddesinde Emniyet Teşkilatı Kanununun 8, 9 ve 12 maddelerinde belirtilen soruşturma işlemlerini yapan güvenlik görevlileri olarak tanımlanmıştır.”


“Soruşturma işlemlerinin öncelikle adli kolluğa yaptırılacağı Ceza Muhakemesi Kanununun 164’üncü maddesinde, gerektiğinde veya C. savcısının talebi halinde diğer kolluk birimlerinin de adli kolluk görevlerini yerine getirmekle yükümlü oldukları aynı kanunun 165’inci maddesinde düzenlenmiştir. Ceza Muhakemesi Kanununun 166’ncı maddesine göre ise C. Başsavcıları yer yılın sonunda o yerdeki adli kolluğun sorumluları hakkında değerlendirme raporu düzenleyerek mülki idare amirliklerine göndereceklerdir.”


Cumhuriyet savcılıklarının ve Adli Polis Örgütlenmesinin bağımsız çalışmasının örgütlü suçların önlenerek ortadan kaldırılmasında, bireylerin örgütlü suçlara karşı kendini koruyarak savunmasında önemi büyüktür. Siyasi iktidarların veya kendi içinde ve dışında oluşacak daha farklı güç odaklarının etkisi altında kalarak yargı görevini yapan bir yargı ve adli kolluk gücü kadar da toplumun güven ve düzenini bozan etken azdır. Örgütlü suçun parçası olan bir adli polis örgütü veya kendisi örgütlü suç topluluğu olan bir polis örgütü, toplumda suç işlemek amacıyla kurulan bir suç örgütünden daha tehlikelidir. Bu tehlikenin oluşmaması için, çok sıkı bir iç denetimin kurulmuş olması; yargının zorunlu olarak taraf tutmadan, bağımsız çalışacağı maddi koşulların hazırlanması gerekir.


CUMHURİYET SAVCILIKLARININ VE ADLİ KOLLUK GÜÇLERİNİN VE GENEL OLARAK YARGININ ZORUNLU OLARAK BAĞIMSIZ, İNSAN HAKLARINA UYGUN TARAFSIZ GÖREV YAPABİLMESİNİN MADDİ KOŞULLARI:


Yargının tam bağımsız olarak görev yapabilmesi için, tam özerk yapıda bir kamu kurumu durumuna gelmesi gerekir. Yasal düzenlemelerle TC. Merkez Bankası gibi özerk yapıya kavuşturularak Adalet Bakanlığının, Adalet Bakanlığı Müsteşarlığının sonuç olarak siyasi otoritenin etkisinden kurtarılmalı, yargının yönetimi, denetimi, personel atamaları Hâkimler ve Savcılar Yüksel Kurulu tarafından gerçekleştirilmelidir. Bu sistemi en iyi gerçekleştiren ülkelerden biri de Japonya’dır.


“Japonya’da, Türkiye’den farklı olarak, yargı birliği ilkesi temel olarak uygulanmakta ve ülkede, temyiz mercii konumunda tek bir yüksek mahkeme bulunmaktadır. Japon Yüksek Mahkemesi, bir başkan ve on dört üyeden oluşmaktadır. Daha somut bir anlatımla, Japon Yüksek Mahkemesi Genel Kurulunu Toplam 15 hâkim oluşturmakta ve her biri beşer üyeden oluşan üç daire şeklinde görev yapmaktadır. Japon Yüksek Mahkemesi, yargısal görevlerinin yanı sıra, kural koyma ve yargı yönetimini en üst düzeyde yürüten tek yetkili organdır. Japon Yüksek Mahkemesi, yasama ve/veya yürütme organlarının herhangi bir etkisi olmaksızın bütün yargı sistemini bağımsız olarak yönetmektedir… “Japonya’da Kamu Savcısı, suç kovuşturması, mahkemelere yasaların uygulanması isteminde bulunma ve suça ilişkin verilen kararların yürütülmesini gözetleme ile donatılmış bir kamu görevlisidir. Kamu savcıları, Adalet Bakanlığının genel gözetimi ve kontrolü altında görev yaparlar. Bununla birlikte, Adalet Bakanı belirli bir dava ile ilgili karar ve soruşturmalarda, sadece Japon Başsavcısı’na talimat verebilmektedir. Bu önlemin alınmasının temel nedeni, suç kovuşturma ve soruşturmalarını her türlü siyasal etki ve baskılardan uzak tutmaktır. Kamu savcısı olabilmek için, hâkim olarak atamada aranılan tüm koşulları taşıma zorunluluğu vardır.”


Dokuzuncu Kalkınma Planı (2007-2013), Adalet Hizmetleri Özel İhtisas Komisyonu Raporu’nda gerçekleştirilmesi hedeflenen Yargı Reformu için Japon Yargı Sistemi model bir örnek olarak anılmaktadır. Komisyon Raporunda Yargı bağımsızlığı ve “tamamen yargıya bağlı ve çağdaş adlî güvenlik hizmeti standartlarında adalet veren bir adli kolluk örgütünün “ kurulabilmesi için öneriler sunulmaktadır.


“Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nu yeniden yapılandırma programı çerçevesinde Adalet Bakanı ile Bakanlık Müsteşarı’nın kurulda yer almamasına ve hâkim-savcı atamalarının siyasî etkiden arındırılması konusunda ek hukuksal düzenlemelere gidilerek; Yüksek Kurul’un daha geniş tabanlı bir temsil esasından hareketle, özgün örgütlenebilmesine yönelik gerekli anayasal ve yasal değişiklikler gerçekleştirilecektir. Bu amaçla, önce, Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının mevcut 159’uncu maddesinin yürürlükten kaldırılması gerekmektedir.. Bunun sonrasında ise, Kurul üyeliklerine atama yetkisi ile ilgili olarak ya yürütme organının başı olan Cumhurbaşkanlığı makamından bu mevcut yetki alınacak ya da Cumhurbaşkanı’na, sadece hâkim ve savcıların seçimle belirlediği adaylar arasından atama yetkisi tanınacaktır.”


“Özellikle, hâkim ve savcı adaylarının seçimi ve mesleğe girişleri sürecinde, Adalet Bakanlığı’nın etkisi kaldırılarak, halen devam etmekte olan uygulamanın yerine, seçme ve mesleğe atama yetkilerinin Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’na aktarılmasına yönelik mevzuatta gerekli değişiklikler yapılmalıdır. Özellikle de, hâkimlerin meslek öncesi ve meslek içi eğitimlerinden bütünüyle Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu ve/veya özerk bir yapıya kavuşturulacak Türkiye Adalet Akademisi Başkanlığı sorumlu olmalıdır.”


“ Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun, Adalet Bakanlığı’nın yönetsel ve finansal desteği altında çalıştırılması uygulamasından vazgeçilmelidir. Bu sayede, Kurul, kendi özerk yapısına uygun olarak Adalet Bakanlığı’ndan tamamen ayrı bir mali, idari ve personel kaynağına kavuşacak ve kendisine ait hizmet binalarında yargısal yönetim hizmetlerini yargı bağımsızlığı ilkesi doğrultusunda sunabilecektir.”


“Avrupa Birliği tarafından, yargı örgütümüzün işleyişine katkı amacıyla, sayıları toplam yirmi beş olan Bölge Adliye Mahkemeleri’nin kurulabilmesi sürecinde finansman desteği sağlanmıştır. Bu yönde, adil yargılanma hakkı ile yargılamada hız ve verimliliğin kısmen de sağlanabilecek olması bakımından çalışmalar zamanında tamamlanacaktır. “


“Avukatların meslekî bağımsızlığını güvence altına almaya yönelik olarak, Baroların iç denetim ve işleyişlerinde, Adalet Bakanlığı’nın avukatlar aleyhindeki disiplin soruşturmaları ile ceza kovuşturmalarında mevcut etkin rolünün ortadan kaldırılmasına yönelik hukuksal düzenleme değişikliklerine gidilmesi gerekmektedir.”


“Adalet hizmetleri alanındaki 2013 vizyonuna ulaşılabilmesinin en somut ve belirgin unsurlarını Anayasa’nın 159’uncu maddesinin ikinci fıkrası değiştirilerek, Adalet Bakanı ve Bakan Müsteşarı’nın Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu üyelikleri kaldırılacak; hâkimlerin geçici yetki ile donatılıp, yürütmeye özgü idarî nitelikli görevlerle tüm kamu kurum ve kuruluşlarında yetkilendirilip görevlendirilmeleri önlenecek; Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu iki ayrı yüksek kurula (Hâkimler Yüksek Kurulu ve Savcılar Yüksek Kurulu biçiminde) dönüştürülmek suretiyle, özellikle, hâkimlerin Adalet Bakanlığı ile mevcut her türlü organik ve fonksiyonel bağımlılığı kesilecek ve meslekî açıdan sadece Hâkimler Yüksek Kurulu’na ilişkilendirilmesi sağlanacaktır. Hâkim ve savcı adaylarının seçimi, staj işlemleri ve atanmaları usulünde Adalet Bakanlığı’nın mevcut yetkileri kaldırılarak bu yetkiler, ya Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu Başkanlığı’na devredilmelidir.”


Cumhuriyetimizin 100. Yılında daha çağdaş ve gelişmiş bir cumhuriyet yönetimine sahip olmanın gurur öğeleri arasında insan haklarına bağlı görev yapan, bağımsız bir yargı sisteminin gerçekleştirilmiş olması da vardır.






İsmail İNCİ, 23/01/2012


www.iinci.blogspot.com


bgi.inci@mynet.com


bgi.inci@hotmail.com




























31 Aralık 2011 Cumartesi

EVRENDE ENERJİNİN GÜCÜNÜN ARTTIRILABİLİRLİĞİ VE DUYGULARIN DENETİMİ İLKELERİ

EVRENDE DEVİNİM VE ENERJİNİN HIZININ (ŞİDDETİNİN) ARTTIRILABİLİRLİĞİ İLKESİ VE HIZLANDIRILAN DUYGULARIN DENETİM İLKELERİ





Canlı ve cansız maddede varolan potansiyel devinim ve enerji çevresindeki diğer canlı ve cansız maddelerdeki devinim ve enerjilerle sınırsız olarak etkileşerek artar ve azalır.



DEVİNİM VE ENERJİNİN GÜCÜNÜN ARTTIRILABİLİRLİĞİ:

Canlı ve cansız bir varlıkta potansiyel olarak varolan enerjiyi değişik yöntem ve araçlarla dışarıdan etkileyerek sınırsız olarak arttırabilir ve yavaşlatabiliriz. Toprak, su, iklim koşulları daha uygun duruma getirilen tohumların büyümeleri hızlanır; değişik mineral ve bitki özlerinin bileşiminden oluşan kremler dokuların iyileşmesini hızlandırır; değişik çap ve akış kanalı modelli su türbinleri ile suyun basınç gücü arttırılır; araçların motorlarında ilk devinimi sağlayan dinamo, aküden gelen 12 Voltluk elektrik akımı, ateşleme bobininde onbin kat arttırılarak çalıştırılır..vb.



Elektronik araçların,  ışıma özelliğine sahip elementlerin yaymış oldukları elektromanyetik dalgalar ve ışınlar üzerine yapılan deneyler, gözlemler bize canlı organ ve dokularda hızlandırıcı yönde etki yaptıklarını gösterir. Sonuçta hızlandırıcı etkilerde bulunarak:



a)    Dokularda dengesiz büyümelere( kansere),

b)    Dokularda dengeli büyüme ve gelişmelere neden olurlar. Dengeli hızlandırıcı etkilerinde yaralı doku iyileşmelerinin hızlanmasına, doku yenilenme ve doku gençleşmelerine neden olurlar.



Evrende varolan belirli potansiyele sahip bir devinimin ve enerji türünün şiddetini (hızını), varolan değişik devinim ve enerji türleri ile etkileşerek arttırması ve azaltmasını genel bir ilke ve yasa olarak kabul etmek gerekir.



Akü ve pillerdeki elektron akışının miktarı (hızı) kullanılan kurşun, çinko..vb metallerin sayısı ve asitli ortam oranına bağlı olarak arttırılırken her türlü bobinlerde, elektrik kablolarının sarım sayısına bağlı olarak, bobinin kutupları arasında elektron akışının miktarı (hızı)  arttırılır. Nikola Tesla’nın elektron dalgalarının etkilerine bağlı buluşlarının çalışma ilkesi de bu elektron dalgalarının gücünün arttırılmasına ve azaltılmasına dayanır.



“NikolaTesla ilk büyütücü vericisini (bu adın verilmesinin nedeni onun gerçekten giriş voltajını büyük ölçüde büyüttüğü içindir) 1899 yılında Colorado Springs'te yapmıştı. Çoğu modern vericiler bugün düşük güçlü bir Osilator devresinin çıkış akımını büyütmek için transistörler kullanırlar. Onun büyütücü vericisi daha radyo lambaları (tüpleri) bulunmadan önce yapılmıştı, nerede kaldı transistör ve onun tam güçle çalışan ayarlı bobinlerinin osilatör devresi. İlk ve ikinci (primer ve sekonder) bobinler düşey olarak 17 metre çapında yuvarlak kutuplar üzerine sarılmış ve başka bir bobin de, çapı 2,5 metre, büyük bobinin içine yerleştirilmişti. Tam güce getirildiği zaman -yaklaşık 50.000 watt- bobinlerin çıkış akımı 12,5 milyon volt civarında oluyordu. Çok sakin ve sessiz çalışan modern transmitter (verici) lere karşın bu büyütücü transmitterin çalışması görülecek bir şeydi, içinde bulunduğu koca çadırın dört bir tarafına şerarelere sıçrıyor ve çevresindeki hava da ozon ile doluyordu.

Bir taraftan da metrelerce uzunlukta yapay yıldırımlar görülüyor, bazen de top şeklinde yıldırımlar oluşuyordu. Bina görevini yapan çadırın üstünde yüksekte bir direğin üzerinde bakırdan dev bir top vardı ve bunun üzerinde daha çok şimşekler çakıyordu. Laboratuvarın etrafını saran alan elektriklenmişti.” (
BİLİM ve TEKNİK, Nisan 1979 sayı 137)



İNSANDAKİ BİYOLOJİK VE DUYGUSAL POTANSİYEL ENERJİNİN ARTTIRILABİLİRLİĞİ:

Tüm enerji türlerinde olduğu gibi, insanda varolan potansiyel enerji ve bu enerjinin bir görünümü olan potansiyel duygulanım enerjisi de, insanın içyapısına bağlı etkenlerle ve dış ortamda varolan etkenlerle etkileşerek şiddetini arttırır veya yavaşlatır. Duyguların ortaya çıkmasına ve artmasına neden olan bu iç ve dış etkenler aynı zamanda birbirleri ile de etkileşir durumdadır. Düşünceler ve algılamalardan oluşan iç etkenler, dış ortamdaki varlıkların devinim ve enerjilerinden etkilenerek hızlanır ve yavaşlarlar. Dış ortamdaki bu varlıklar ve etkileri insanda istekleri, gereksinimleri ortaya çıkarır, hızlandırır veya yavaşlatırlar. İç etkiler olarak da (algılar ve düşünceler)  varlık ve etkilerini sürdürürler. Aşırı istek, tutku, bağımlılık, öfke, gurur, kin, korku, yılgınlık… vb olarak ortaya çıkarlar.

İsteklerin karşılanması ve varlığın korunması güdüsüne bağlı oluşan duygulanımlar, düşüncenin ussal incelemesinden, bilinçten geçirilmediğinde şiddetli olarak ortaya çıkarak insanları istenç dışı eylemlere yöneltirler; insan anlağını ve davranışlarını yönlendirirler. Tüm varlıklarda olduğu gibi, enerjinin artan şiddeti insanın dizgesel yapısında, organlarda parçalanmalara yol açar; insan ve toplumların varlığında yıkımlara, onarımı olanaksız zararlara neden olur.


Bu büyük sorun tüm çağlar boyunca insan ve toplumların anlığını meşgul etmiş, büyük filozof ve bilge kişilerce insanın duygu ve düşüncelerini denetleyebilmesi için büyük öğretiler ortaya konulmuştur.



Ancak çağımızda İnsanın duygusal- düşün yapısının ortaya çıkardığı duygusal enerjinin şiddeti dış etkenler tarafından salt isteklerin türselleşmesi somut etkilerine bağlı olarak artmamaktadır. İki önemli dış etken tüm zamanlardan daha fazla olarak duygulanımların şiddetini arttırmaktadır.

Birinci etken, dış ortamda yayılan elektromanyetik dalgalar (sınırlandırılamayacak kadar artan müzik sesi dalgaları ile birlikte), çok sarımlı bir bobinin oluşturduğu etkide görüldüğü gibi, duyguların katlanarak artmasına neden olmaktadır. Bu ortam modern yaşamın getirdiği radyo, televizyon yayın istasyonlarının antenlerinin yaydığı elektromanyetik dalgalar, cep telefon baz istasyon antenlerinin… vb yaydığı elektromanyetik dalgalardan ve kimyasal elementlerin yaydığı enerjilerden oluşur.



İkinci dış etken, insanları kendi istekleri yönünde denetleyerek egemen olmak için, uzaktan anlık denetimine ilişkin ortaya konan dış etkilerdir. Bu etkiler yine, elektromanyetik dalgalarla anlık üzerine yapılan ses, görüntü ve yayılan duygulanım enerjisini arttırıcı etkilerden oluşur



Gerek dış etkenlerin baskısı, gerekse iç etkenlerin etkileri ile bizi istenç dışı eylemlere yönelten duygulanımlarımızın denetimi zamanımızda daha büyük önem taşımaktadır. İnsan, varlığında bulunan potansiyel enerjiyi, kendi istenci ile arttırarak en alt düzeyde azaltabilecek istence sahiptir. Bu istenç bazı ilkelerle, disiplinli olarak duygularımızı denetim altına almamızla gerçekleşir. İnsan kendi varlığını yabancı bilinçlerin etkisi altından kurtararak, kendi istencine bağlı davranışlara sahip olabilir. Bu ilkeler duyguların, ataraksiya durumuna getirilmesine benzer ve duyguların bilinç düzeyinde kavranarak gözlem altında tutulmasına bağlı, etkilerinin sıfırlanması yönünde azaltılmasına dayanır,                                                                     



DUYGULARIN DENETİMİ İLKELERİ:

Kin, öç, öfke, acıma,  duyguları yok. Kendi varlığımızı savunma durumunda değilsek, öfkeye gerek yok. Ancak varlığın korunması durumu ile karşı karşıya kalınınca, gerekli potansiyel enerjiyi açığa çıkarmak için öfke duymamız gerekir. Böyle bir ortamın varlığı yoksa öfke, kin duyulması, bedenin bütün organlarını olumsuz etkiler, gereksiz güç harcamaya neden olur, genel sağlık sistemi gerçek durumlara aykırı olarak bozulmuş olur.



Kin, öç, öfke duygulanımlarını uzun süre sürdürmemelidir. Bu yönde anlığa etkide bulunmak için duygusal tepkide bulunulacak”  zaman süresi” bilincini uygulamak gerekir: Kin ve öç duyuyorsam düşmanım yaşıyor demektir, kin ve öç duymuyorsam düşmanım gerçekte yok edilmiş demektir. Buna göre kin, öç ve öfke duyguları gereksizdir; duyumların etki alanı dışında kalmak, ussal istenç ile potansiyel erk açığa çıkarılmayarak sağlanır. Acıma duygulanımı da aynı yöntemle denetlenir.



Korku, yılgınlık, bıkkınlık, isteksizlik yok. Korku duyumu, korkuyu oluşturan neden deneyimlerle elde edildiği kadarı ile benliğe zarar verecek nitelikte varlığı olmadığı anlaşılmış ve denetimimiz altına alınmışsa, niçin benliğimizi etki altına alabilsin? Yılgınlık, bıkkınlık, isteksizlik; gerçekten azimli, etkin benleri etkileyemez ve başarı bu duyguları aşabilmeye bağlıdır.



Üzüntü, tasa, kaygı ağlamaklılık duyguları yok. Bu duygular bene zarar veren etkilerin varlığında ortaya çıkar. Bu etkiler yoksa veya varlıkları belirsizse bu olumsuz duyguları taşımak saçmalıktır. Varlıkları varsa da, varlığımıza zarar veren etkilerinden ussal çözümler bularak kurtulabiliriz. O halde bu duygulara gerek yoktur.



Tutku, aşırı istek, aşırı yönelmek duygusuna kapılmamalıdır. Salt istekleri yeri ve zamanı gelince aşama aşama gerçekleştirmek duygusal-düşüncesine sahip olmalıdır. Tutku bedene ve çevreye en çok zarar veren duygulardandır. Ussal düşünme gücünü engeller.



Aşağılık duygusu ve yücelme duygusu, gurur yok. Aşağılık duygusu gereksiz bir duygudur ki bütün insanlar temel yaşama çizgilerinde eşittirler. Diğer insanlardan kendi benliğini küçük görmek anlamsızdır ki gerekli erkin ortaya çıkarılmasını ve gerekli edimleri yerine getirme işlevlerini engeller, başarıyı düşürür. Gurur ise gerekli atılım ve işleri yerine getirme edimlerini engeller. Us dışı davranışlara neden olur. Her türlü aşağı ve bayağı yaşantılarla karşı karşıya kalabilecek olan insan için gurur ve yücelme duygusu duymak komiktir. Ussal gerekli edimler belirlenerek yerine getirilmelidir. Bu duygular gerekli edimlerin açığa çıkmasını engelleyememelidirler.     



Bu olumsuz duyguların etkilerinin istenç dışı olarak bedenimizde oluşmasını istemiyorsak, düzenli, disiplinli denetim mekanizması kurmamız gerekir. Günün belirli evresinde benlik üçüncü kişi olarak algılama ile değerlendirilerek hangi ilkelere uyulmamış olduğu denetlenir. Uyulmayan ilkeler ve nedenleri incelenerek yenilenmemesi için gerekli çözümler ortaya konur, yanılgılar belirlenir, yenilenmemesi istenç altına alınır.







İsmail İNCİ, 30//12/2011




















15 Aralık 2011 Perşembe

ANLIĞIN UZAKTAN YÖNETİMİ VE BİR AŞURE GÜNÜ VAHŞETİ

UZAKTAN ZİHİN DENETİMİ, EL KAİDE ÖRGÜTÜ VE AFGANİSTAN’DA BİR AŞURE GÜNÜ DÜZENLENEN TERÖR EYLEMİ










“Afganistan’da Aşure Günü etkinliklerine katılan Şiileri hedef alan iki bombalı saldırıda, aralarında kadın ve çocuklarında bulunduğu en az 58 kişi öldü…



Taliban, Afganistan’da hüküm sürdüğü 2001 yılına kadar Aşure Günü etkinlikleri düzenlenmesini yasaklamıştı…


Afganistan Devlet Başkanı Hamid Karzai, Kabil ve Mezar-ı Şerif'te düzenlenen saldırıları kınayarak, ülkesinin ilk kez önemli bir dini günde bu kadar korkunç terör eylemlerine sahne olduğunu söyledi.”



06 Aralık 2011 Salı. http://www.gazete5.com/haber/kabilde-asure-gunu-katliami-34-olu-son-dakika-haberleri-169220.htm


Yukarıdaki fotoğrafta görünen, günlük yaşam mücadelesinde olan, küçük olaylarda mutluluklar arayan zayıf, savunmasız kadın ve çocuklara yapılan vahşet, insanlığın erişmiş olduğu uygarlığa, bilime, akıl ve mantığa hiç uymamaktadır. Böyle bir uygarlık, bilim, akıl insanlığın en ilkel dönemindeki uygarlık, akıl, bilim ve mantığından daha ilkeldir. Hiçbir öğreti, siyasal düşünce, inanç, düşünce bu vahşetin bahanesi, nedeni olamaz. Bu düşünceler, öğretiler, inançlar, siyasal anlayışlar ancak uzaktan programlanan, zihinleri uzaktan denetlenen makinelerde olabilir.


El Kaide’nin Afganistan’daki iktidar gücü olan Taliban’ın, bu vahşeti halkına karşı gerçekleştirmesi insanlığın ilkelliğinin en aşağı örneklerinden biridir. Ancak, onların anlık yapısını uzaktan denetimleyen güçler, bütün ulaşmış oldukları bilime, ussal güce, uygarlığa karşı Taliban’dan, El Kaide’den daha ilkel yaratıklardır.


EL KAİDE VE ZİHNİN UZAKTAN DENETİMİ:

Ünlü elektrofizikçi biliminsanı Nikola Tesla 1898 yılında, radyo dalgalarının varlığını ve radyo alanındaki çalışmalarını göstermek için ilk kez uzaktan denetimle yönlendirme deneyini gerçekleştirir. Dünyanın ilk radyo dalgaları ile uzaktan kumanda edilen kontrollü cihazı olan bir botu, New York’un merkezinde kurduğu yapay bir havuzda yüzdürmeyi başarır. Tesla radyo dalgaları ile uzaktan yönlendirme, komuta etme teknolojisini birçok araçta dener ve kablosuz uzaktan kumanda tekniğinin patentini alır. Nikola Tesla’nın asıl hedefi uzaktan kumanda edilen mekanik insanlar oluşturmaktır.
 İnternette rakmanenuff adlı bir blogçu, “ Zihin Kontrolü ve Silahların Geleceği,” adlı bloğunda Nikola Tesla’nın buluşlarının günümüzde insan beynini etkileyerek insanları birer makine gibi uzaktan yönlendirebilme uygulamalarının gizli sonuçlarını bilimsel dayanaklarıyla açıklamaya çalışmıştır. Bu açıklamaların ve bilimsel sonuçlarının tümü Nikola Tesla’nın elektron dalgalarının görünmeyen, kablosuz iletimi ve bu elektron dalgalarının dalga boyları farklılığı, titreşimlerinin sayı ve biçim yönünden farklılıklarını ve bu farklılıkların doğada canlılar ve cisimler üzerine etkilerinin sonuçlarını ortaya koyan deneylerini kapsar.


“gözlerinizle gördüklerinizi bilgisayar ekranına yansıtmanız mümkündür. Bu işlem, talamusdaki, gözle görülenlerin yönetildiği ve yorumlandığı LGNleri (Lateral Geniculate Nucleus) bölgesini hafifçe uyarılmasıyla gerçekleştirilir. Bunun yanında retina nakli ve kör birine tekrar görme yeteneği verebilen nakiller yapılmaktadır.” Bu insan beyninde oluşan bir tasarım, düşünce, imge görünümünün, diğer insan ve canlıların beynine de özdeş olarak elektron dalgaları ile aktarılarak oluşturulabildiğini bize anlatır.


“Yapay (takma) organlara sahip insanlar, beyinlerine yerleştirilen BrainGate[3] çipleri sayesinde robot kolları ve bacakları hareket ettirebilmektedir. Sibernetik[4] nöroteknolojik, iki beyin yarıküresi arasında bağlantı ve bilgi akışı, tele kayıt (uzaktan kayıt), telestimülasyon (uzaktan uyarım), elektronik beyin haritası, telemetri (uzaktan ölçüm), nörogörüntüleme, kablosuz beyin uyarımları bu uygulama sonrası gerçekleştirilebilmektedir. Bir tuz tanesi büyüklüğündeki mikroçip, insan beynine yerleştirilebilir ve bu, o kişiyi uzaktan yönetmek için yeterlidir.”


“Elektromanyetik enerji ile bir kişiyi uzaktan telkin altına alabilir, sakatlayabilir ya da öldürebilirsiniz.”
 "Elektromanyetik enerji ile bir kişiyi uzaktan telkin altına alabilir, sakatlayabilir ya da öldürebilirsiniz.
 “. Elektronik zihin kontrolü ile bir kişiyi mutlu, üzgün, yorgun, uyanık, intihara meyilli, yürüyen bir ölü, ölümcül hasta, etkisiz, nefret dolu yapabilirsiniz. Bu listeye her türlü zihinsel ve duygusal durumu ekleyerek uzatabilirsiniz.

Belirli bir hareketin frekans dalgasını yönlendirerek bir kişiyi dışarıdan yönetebilirsiniz. Bu şekilde düşünce, fikir, hipnotik tetiklemeler ve beyin programlamalarını insan aklına sokmanız mümkündür. Timothy McVeigh[11 in uzaktan idare edildiği ve suikaste programlandığı iddia edilir. Buttons ve Svoboda isimli pilotların kullandığı uçağın 1997de bir dağa çakılması ya da Kaptan Hessin birden oturup kendini 26 defa bıçaklaması da diğer gizemli vakalar arasındadır”.


Frekans silahları 6.6 hz ile depresyona yol açabilir. 7.83 Hz (Schumann Rezonansı[12] , yeryüzünün doğal titreşimi) kendini iyi hissettirir. 10.80 Hz panik hali oluşturur. 16-25 Hzlik ölümcül ELF ise hayata kasteder. (ELF: Fazladan Düşük Frekans, ULF: Aşırı Düşük Frekans). Titreşimi hafifletilmiş mikrodalgalar doğal beyin frekanslarını taklit eder. Mesela frekans dalga boylarına maruz bırakarak uyuşturucu kullanmayan bir kişiye ketamin[13] kullanmış etkisi verilebilir.

 
İbadet eden kişilerin beyinlerinin ilahi bölümünün salgıladığı kendini iyi hissetme kimyasalları salgılatılarak bir keyif hali yaşadıkları kanıtlanmıştır. Bir insanı bu frekans dalga boyuna maruz bırakırsanız o kişide yapay bir dindarlık ve derin bir mutluluk hissi uyandırabilirsiniz.”


Tüm bu açıklamaların bilimsel dayanakları vardır. Bu açık, somut bilimsel bilgilere erişmek ve açıklığa çıkarmak belirli düzeyde bilimsel bilgi ve deneyime, kültüre sahip olmayı gerektirir.


Rakmanenuff adlı kişi, Google’da arandığında karşılığında http://rakmebnenuff.blogspot.com, Tamsir’in internet sitesi karşımıza çıkar. Bu kişinin gerçek kimliği ise Agus Santoso Tamsir’dir. A.S.Tamsir’in blogları incelendiğinde, zihin denetimini ve sonuçlarını çok iyi araştırmış olan, sonuçlarını çok iyi bilen biri olduğu görülür. Batı dünyası içinde kurulmuş olan gizli örgütleri (İlluminati, Satanizm..vb) Yahudilerin Mason örgütlenmelerini çok yakın araştırarak, uzaktan zihin denetimi ile insanları istedikleri biçimde köleleştirdikleri, yeni bir Firavunlar Çağı oluşturdukları düşüncesindedir. Batı dünyasının bilimsel-teknolojik alanda ve toplumsal örgütlenme biçeminde ulaştığı son durumu konusunda bu düşüncelere sahip olan A.S. Tamsir, kendisi aşırı İslamcıdır; şeriatı bir yönetim modeli olarak benimseyenlerdendir. Batının uzaktan zihin denetimine karşı mücadele ancak islam dini ile insanları kumanda ederek, uzaktan zihinlerini bu ideoloji ile denetleyerek gerçekleştirilebilir. Agus Santoso Tamsir’in görüşlerini, dünyaya bakış açısını bazı bloglarından anlamaklayız: Şeyh Ahmed Yasin (Filistin Hamas) Anısına, Hizbullah Niçin Kazanmalıdır, Filistin Lübnan Hizbullah, HAARP Projesi, HAARP Teknolojisi, Masonlar, Satanizm-5 Yüksek Benlik Reptilianlar 1 , İlluminati ve Yeni Dünya Düzen, Firavun:Din Ve Devlet-Şeyh Hamza Yusuf; Yusuf İslam-Sevgili…


Rakmanenuff,un Hizbullah ve benzer aşırı İslamcı örgütler olan Taliban’ın, El Kaide’nin ilkelerini benimsediğine kuşku yoktur. Taliban topluluğunun, Afganistan’ın 1979 yılında Sovyet ordusu tarafından işgali sonrasında, işgale karşı direnişi, ABD, İran, Suudi Arabistan tarafından her türlü ideolojik savaş ile her türlü askeri yardımlarla ve parasal kaynaklarla desteklenmiştir. İdeolojik bir ayrışma oluşturularak Sovyet Rusya’ya karşı savaşta Tüm İslam dünyası tarafından güç birliği sağlanarak, her türlü askeri ve maddi yönden taraf kazanılmıştır. Bu büyük gücün direnişi karşısında Sovyetler Birliği l988-9 yılları içerisinde Afganistan’ın işgaline son verir. İşgalin sona ermesinden sonra başlayan iktidar kavgasını Taliban kazanır. Taliban yönetiminin katı şeriata dayalı yönetim anlayışı kadınlara burka giyme zorunluluğu getirir, iş yaşamını yasaklar, kız okulları kapatılır. Erkeklere sakal bırakma zorunluluğu getirilir, uzun saç yasaklanır. Böyle katı din anlayışına dayalı bir yönetim, 11 Eylül 2001 yılına kadar, Batılıların çıkarlarına, yönlendirmelerine uygun olduğundan desteklenir. Ancak Taliban’ın ideolojisi, salt Batılılar tarafından yönetilmeye, denetlenmeye, kullanılmaya elverişli bir düşünce sistemi değildir. Bu çağdaş döşünce anlayışından uzak düşünce yapısı Ruslar tarafından da etkin olarak düşmanlarına karşı kullanılmaya elverişlidir. Anlığın uzaktan yönetilmesi teknolojisine, salt ABD sahip değildir; Rus bilim insanları, yönetim kadroları, ABD’nin bilim ve teknolojisinden ileri düzeyde sahiptir. Taliban ile aynı düşünce yapısına sahip, Afganistan’da iktidarı paylaşan, birbirlerine destekleyen El Kaide örgütünün 11 Eylül 2001 saldırıları, bu anlık denetiminin, yönlendirmesinin sonucudur. Anlığın uzaktan Yönetim teknolojisinin Taliban ve El Kaide kadrolarının anlıklarını, islam ideolojisinin etkisi altında en yetkin kullanarak eylemlerini denetim altında istenilen hedeflerde yönlendirmesidir.

“El Kaide, 1988 yılında, Sovyet birlikleri ile savaşmak amacıyla, soğuk savaş döneminde SSCB'nin Afganistan'ı işgal edebileceği öngörüsü üzerine kurulmuştur. SSCB’nin Afganistan'ı işgali sırasında Afgan topraklarını korumuştur. Fakat Soğuk Savaş sonrasında yüksek gücüyle denetimsiz kalan El-Kaide Terörist faaliyetlere girişerek kendisine ana felsefe olarak İsrail'in yok olması ve Müslüman ülkelerde halifelik inancı altında büyük bir devlet kurma inancını benimsemiştir. El-Kaide Dünya üzerinde birçok terörist eylemden dolaylı veya direkt sorumlu tutulan köktendinci bir silahlı örgüttür. Liderliğini Usame Bin Ladin'in yürüttüğü düşünülen bu örgüt dünyanın birçok ülkelerine yayılmış çok sayıda hücrelerden oluşmaktadır.” http://tr.wikipedia.org/wiki/El_Kaide


El Kaide terör örgütü bugün de, dünyanın her ülkesinde, insanların beyni denetim altına alınarak taraftar bulmaktadır. Bu üyeleri her tür meslekten pilot, bankacı, esnaf, memur..vb olabilmekte ve bu üyeler her türlü şiddet eylemine yöneltilmektedir. TBMM’ne saldırı düzenlemek üzere yakalanan taraftarları da olabilmektedir, banka soyma hazırlığında, kalabalık meydanlarda halka ateş açarak saldıranları da.


UZAKTAN ANLIK DENETİMİNİN ETKİLERİNDEN BAĞIMSIZ OLABİLMEK:

Zihin denetiminin etkilerinden bağımsız, özgür; insanların kendi istençleri ile devinim ve davranış sahibi olabilmesi için, her şeyden önce tüm bireysel ve toplumsal duygulanımların etkilerinden sıyrılmış, ideolojilere göre eylemde bulunmaktan kurtulmuş olmak gerekir. Özellikle dinsel ideolojiler, zihin denetimi teknolojisine sahip olan güçlerin kullanabileceği en elverişli düşünsel-duygusal yapılardır. Duygu içeriği yoğun düşünsel dizgeler, eyleme yönelmeye daha hazır, istek dolu yapılardır. Bu istenç ve bilinç elde edilemediği sürece, zihnin elektronik dalgaların etkisinden kurtulması olanaklı değildir. Tersi durumda, fizyolojik ve biyolojik, kimyasal ve toplumsal ne kadar elektronik dalgaların etkisi altında kalınsa da, zihnin denetiminin, yönetiminin ele geçirilmesi olanaksızdır. Biyolojik ve fizyolojik olarak varlık üzerine etkide bulunabilirler ancak sağlam uslamlama yapısına sahip, karşıtlık mantığının kaosundan arındırılmış mantık ilkelerine ve bilimsel ilkelere sahip, nesnel olarak düşünen bir anlığı ele geçirerek yönlendiremezler. Böyle bir anlık, eylemlerini sıkı disipline ederek, belirli gün ve saatlerde denetleyerek doğru ve yanlışlarını ortaya koyar. Yanlışlar davranışlarını ortaya çıkarır ve hemen geçer, doğru davranışlarını, karşısında olduğu kişilerin beklentileri doğrusunda olsa da, kendi ve toplumunun yararı yönünde olduğunu belirlediğinden sürdürür. (Bknz, Gizli Örgütler, Tarikatlar ve UFO Olgusu; Bireysel ve Toplumsal Duygulanımların Nedenleri ve Sonuçları (2), www.iinci.blogspot.com.)


06/12/2011 tarihinde, bir aşure günü anmasında, masum, korunmasız çocukları, kadınları hedef alan bombalama vahşetinde bu dinsel- ideolojik nitelikli, uzaktan anlığın yönetilmesini görmekteyiz. Bu vahşeti yapan anlayış, düşünce ve siyasal bakış açıları tüm insanlığın düşmanıdır. Böyle bir bilim, uygarlık, düşünce insanlığa ait değildir ve böyle bilime bilim, bilim insanına bilim insanı uygarlığa uygarlık, denemez. Tüm bilim insanlarının, aydınların, uygar toplumların bu vahşetlere yol açan güçleri karşı durması, kararlılıkla mücadele etmesi, yılmaması gerekir.  "Dizgeselcinin” de yapmaya çalıştığı budur.









İsmail İNCİ, 15//12/2011
www.iinci.blogspot.com
bgi.inci@mynet.com
bgi.inci@hotmail.com



8 Aralık 2011 Perşembe

AVRUPA BİRLİĞİNİN EKONOMİK, SİYASAL VE TOPLUMSAL DURUMUNUN ÇÖZÜMLEMESİ (2)

AVRUPA BİRLİĞİNİN ORTAK PARA BİRİMİNE GEÇİŞ AŞAMASI SONUCUNDA EKONOMİK VE SİYASAL DURUMU, DÜNYA SİYASET VE EKONOMİSİNİN GELECEĞİ ÜZERİNE ETKİLERİ [2]






Avrupa Birliğinin üye ülkeler arasında, Euro’ya geçiş aşaması ile tam uyumu sağlayarak bütünleşmiş birleşmiş bir Birlik oluşturma hedefini, uyumun tam sağlanması amacıyla üye ülkelerin para ve maliye politikalarının Avrupa Merkez Bankasının ekonomik kararlarına bağlanması, ancak bu kararlara rağmen üyelerin ulusal ekonomilerini bağımsız olarak sürdürmesi, olumsuz olarak etkileşmiştir.

Avrupa Merkez Bankasının daraltıcı para politikaları üye ekonomilerin performanslarının, yeteneklerinin geliştirilmesinin önünü açamamış, üretimin artmasını sağlayamamış; üye ülkeler arasında bulunan ekonomik farklılıkların ortadan kaldırılarak uyumun sağlanmasında destek olamamıştır.

Avrupa Birliğinin ekonomik sorunlarının büyümesinin, üye ülkeler arasında uyum ve bütünlüğünün bozulmasının nedenleri salt para politikaları ve üye ülkeler arasındaki ekonomik farklılıklar değildir. Sorunların temelinde iki önemli neden daha vardır. Bu nedenler: a) Avrupa Birliği ülkelerinin yapısında bulunan politik-etik, kültürel, toplumsal sorunlar, b) Genel olarak birlik ülkelerinin, dünyanın gelişen ülke ekonomileri karşısında rekabet gücünün azalmış olmasıdır.


AVRUPA BİRLİĞİ ÜYE ÜLKELERİNİN TOPLUMSAL, KÜLTÜREL, POLİTİK-ETİK YAPISININ OLUMSUZLUĞU:

Avrupa birliğinin özellikle Almanya, İngiltere, Fransa dışında kalan üye ülkelerinin ekonomileri yeni ürünlere, teknolojilere açık, esnek üretim yapan, uluslararası rekabet edebilir yapısal özelliklere sahip değildir. Ekonomik ve toplumsal ortam yeni özel girişimcileri, üretim organizasyonlarını ortaya çıkaramamaktadır. Yeni işletmelerin kurulması için gerekli parasal destek mekanizmaları yetersizdir.

“ Kurumsal yapının önemli olduğunu düşünen bir diğer kişi ise Edmund Phelps’tir. Phelps’e göre AB’nin yaşadığı ekonomik sorunların gerisinde temel olarak Avrupa' daki korporist yapı bulunaktadır… Korporist yapı verimsiz çalışan üreticileri korurken, piyasaya yeni girişleri engellemekte ve ekonomiye dinamizm kazandıran yaratıcı yıkım sekteye uğratmaktadır…” (s.53, Avrupa Birliğinin Sosyo-Ekonomik Geleceği: Lizbon Stratejisi ve Küreselleşme, Latif Yılmaz, AB Uzman Yardımcısı.)

Birçok üye ülke, işletmelerinin esnek üretim yapılanmasına giderek yeni istihdam oluşturma ve rekabet avantajı sağlamanın; özel girişimciliğin desteklenerek yeni üretim organizasyonlarının kurulmasının önemini kavramış durumda değildir. Hatta toplumların ekonomik bakış açılarında toplumsal ve ekonomik adaletin sağlanabilmesini kamusal girişimciliği bağlayan, özel girişimciliğe ikinci derecede önem veren siyasal anlayışlar, çeşitli ideolojik bakış açıları vardır. Bu anlayış piyasalarda tam rekabet ortamının sağlanmasını; yeni girişimcilerin, yeni üretim organizasyonlarıyla, eski girişimcilerin ise yeni yatırımlarla ortaya çıkmasını desteklemez. Yeni iş alanları oluşturulamaması sonucu yaygınlaşan işsizlik, bağlı olarak sosyal güvenlik primlerinin yetersizliği sosyal güvenlikte dengelerin sağlanması için yeterli olamamaktadır. Bu durum, yaşlanarak emekli sayısının gün geçtikçe arttığı toplumsal ortamda Sosyal güvenlik sisteminde büyük açıkların ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Sosyal güvenlik sistemindeki açıklar ise kamu maliyesi açıklarının da en büyük nedenlerinden biridir.

Avrupa birliğinin sosyal güvenlik sisteminin insan kaynağını etkinsizleştirdiği yakınmaları bir gerçektir. Bu gerçeğin ortaya çıkışında sosyal güvenlik sistemiyle birlikte, bireylerin yaşama bakış açısının büyük etkisinin olduğunu kabul etmek gerekir. Bireylerde yaşam standartlarını daha yükseklerde sürdürme anlayış ve azmi geliştirilmelidir. Bu anlayışın oluşması için gerekli iş bulma ve çalışma yaşamının kolaylaştırılması, elverişli koşulların sağlanması önem taşır.

Avrupa Birliğini oluşturan üye ülkelerin kültürel anlayışlarında ve dünyaya bakış açılarında aşırı bireysellik, eşdeyişle bencillik düzeyinde Benlik duygusu vardır. Bu duygu ve düşünsel yapı bireylerin toplumsallaşmasının üstüne çıkmış, bireyin asıl varlığının gerçekleştiği toplumsal değerler, aile ve çalışma yaşamı değerleri, bozulma aşamasına gelmiştir. Toplumsal özveri duygusu, alt bilinci zayıflamıştır. ABD’de siyasi liderler aile birliğinin devamlılığı ve aile bağlarının güçlü olması yönünde topluma iyi örnekler olmak zorunda kalırken AB’de aile kavramı, birliğin en güçlü ülkelerinde bile, siyasi liderler tarafından, kişisel benlikler yönünde ezilmesi gereken öğeler olarak toplumda apaçık ortaya konulmaktadır.

Avrupa birliğinin siyasi liderleri ve kadrolarının bireysel çıkarlarını toplumsal çıkarların üstünde tutan, kötü modeller oluşturan tutumları toplumda ahlaksızlıkları, yolsuzlukları, istismarları, hırsızlıkları artırmaktadır. Kamusal açıkların önemli nedenlerinden birisi siyasiler tarafından oluşturulan yolsuzluk ekonomisinin toplumda varlığını sürdürüyor olmasıdır. Yolsuzluk ekonomisi ve bencillik duygusu üretmeden yaşama anlayışının toplumlarda yerleşmesine neden olmaktadır.

 
Mortgage krizi, üretmeden tüketerek (sömürerek) yaşamın sürdürülmesi anlayışının toplumsal yapılarda yerleşmeye başlamış olan bir görünümüdür. ABD’ de ortaya çıkan Mortgage krizi, İrlanda’da emlak krizi ile çıkan ekonomik krizi ile aynı özellikleri taşır. Mortgage krizinin temel niteliği bir birim üreticiye karşılık on birim tüketicinin bu üretimden pay almak üzere piyasanın yapılanmış olmasıdır. Kaçınılmaz olarak üreticilerin yetersiz, tüketicilerin,( üstelik aşırı tüketiciler olarak) çok olduğu bir toplumsal yapıda, üretim yetersizliği sonucu ekonomik krizlerin ortaya çıkması kaçınılmazdır.
“Ekonomik aktivitedeki daralma neticesinde bütçenin gelir kalemleri azalırken, krizle mücadele amacıyla alınan tedbirler ve kamu yatırımlarının artırılması bütçenin giderlerini yükseltmiş ve bunun neticesinde bütçe açıklarının GSYH’ye oranı hemen hemen tüm AB ülkelerinde artmıştır. Artan bütçe açıkları ve faiz oranlarındaki bu artış borçlanma ihtiyacının ve borç miktarını yükselmesine neden olmuş… AB üyesi ülkelerin kamu maliyesinde oluşan sorunların giderilmesi ve kamu maliyesinde sağlam ve sürdürülebilir bir pozisyonun tesisi öncelikli bir hal almıştır.”(s.3, Küresel Krizin AB ve Aday Ülke Ekonomilerine Etkileri ve Gelecek Döneme İlişkin Beklentiler, Avrupa Birliği Genel Sekreterliği Ekonomik ve Mali Politikalar Başkanlığı, Haziran 2010)


Avrupa Birliğini oluşturan üye ülkeler Mortgage krizinin etkilerinden kurtulmak için, ekonomik-kültürel yapılarının farklılığına göre değişik ölçülerde tasarruf önlemleri almış ve birtakım maliye politikalarını uygulamaya koymuştur. Alınan önlemler sonucu ülkelerin kamu maliyelerinde ortaya çıkan açıklar, sahip oldukları ekonomik kültürel yapılarına, sorunlara ekonomik bakış açılarına bağlı olarak her ülkede değişik düzeyde ortaya çıkmıştır.

Kamu açıkları, zayıf ekonomilerin sorunlarını arttırarak tüm açıklıkları ile ortaya koymuştur. Ekonomileri gelişmemiş olan üye ülkelerde krizle ortaya çıkan kamu maliyelerindeki açıklar, ekonomik yapılarındaki sorunların derinleşmesi, Yunanistan gibi ülke ekonomilerinin çökmesiyle sonuçlanmıştır. Ekonomik - kültürel yapıları zengin, ekonomileri gelişmiş olan Almanya gibi ülkeler ise krizden en az etkilenen ülkeler olmuştur.

Almanya, Belçika, Fransa gibi ekonomik yapıları sağlam, gelişmiş; ekonomik sorunların çözümüne yeni üretim teknikleri ile aldıkları önlemlerle yaklaşan ülkeler, yurt içi tüketim ve üretim dengesini koruyarak krizden en az etkilenen ülkeler olmuşlardır. İç talep yetersizliklerini hurda araç indirimleri, eski beyaz ve elektronik eşya indirimleri uygulayarak; kamu yatırımlarını arttırarak, şirketlere özel teşvikler vererek, esnek çalışma saatleri uygulayarak, tüketici kredi faizlerini düşürerek önleme yoluna gitmişler, sonuçta üretimin sürdürülmesinde, ekonomik dengelerin sağlanmasında başarılı olmuşlardır. Kamu maliyesinin bazı işletmelerin kurtarılması için yaptığı harcamalarından ve işletmelerin düşen gelir vergilerinden dolayı ortaya çıkan açıkları, uygulanan genişletici para ve maliye politikaları ile üretimin sürekliliğinin sağlanması, çalışanların üretime katılımının başarılması sonucu, elde edilen gelirlerle dengelenmesine çalışılmıştır. Dış alım ve dışsatım dengelerini de esnek üretim yöntemini uygulayarak yüksek-gelişmiş-farklı ürünlerin üretimi, teknoloji transferi ve transfer hakları ile koruyabilmektedirler. Bu ülkelerin sağlam finans ve şirket yapıları kamu maliyesine yük oluşturmamıştır. Gelir vergilerindeki düşüş alınan ekonomik dengeleri koruma yönündeki önlemlerle diğer ülkelerden çok azdır.
Ekonomik yapısı zayıf, ekonomisi gelişmemiş ve yeni ekonomik üretim teknikleri ile sorunlara bakış açısına sahip olmayan üye ülkeler, iç talep canlanmasını kamusal açıklarla sağlama yoluna gitmişlerdir. Ancak bu tüketim üretimi canlandıran, destekleyen, yatırıma yol açan bir talep (tüketim) olmamıştır. Üretmeden alınan krediler, yararlanılan fonlarla varlığını sürdüren bir iç talep, ekonomileri geri ödemesi yapılamayan kamu açıkları ile karşı karşıya bırakmıştır. Bu ülkeler dış talep yaratacak ekonomik yeteneğe de sahip olamamışlardır. Bu durum kamu açıklarının karşılanamaz duruma gelmesine yol açmıştır..

“ Dunford’a göre ise AB’deki sorunların kaynağı, Avrupa Merkez Bankasının (AMK) para politikası uygulamasıdır, Maastricht Kriterleri’nden dolayı uygulanan katı maliye politikası…”dır. (s.55, , Avrupa Birliğinin Sosyo-Ekonomik Geleceği: Lizbon Stratejisi ve Küreselleşme, Latif Yılmaz, AB Uzman Yardımcısı.)

Krize karşı Birlik içinde ortak kararlarla, tam uyum sağlanarak gerekli ekonomik önlemler alınmadığından, Avrupa Merkez Bankasının ortak uygun para ve maliye politikaları yürütmesi uygulamaya konulamadığından üye ülkelerin, özellikle de ekonomik yapıları zayıf ülkelerin kamu açıklarının karşılanamaz duruma gelmesine engel olunamamıştır.

Bu krizde en akıllı para politikasını yürüten ülkelerden birisi Türkiye olmuş, sonuçta krizden en az etkilenen ülkeler arasında yer almıştır. Uygulanan genişletici para ve maliye politikaları ile üretim, tüketim dengeleri en iyi biçimde korunarak, istihdamın ve üretimin sürdürülmesinde başarılı olunmuştur.

Kriz sonunda ortaya çıkan ekonomilerdeki iflaslar, Avrupa Birliği kurumlarının yetersizliğini, Avrupa Merkez Bankasının politikalarını tartışmaya açmıştır.



DÜNYA ÜLKELERİNİN EKONOMİK GELİŞME AŞAMALARINDAKİ PERFORMANSLARININ BİRLİK ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ:

Avrupa Birliğini oluşturan üye ülkeler, diğer ülkelerle de büyük ticari ilişkilerde bulunmak zorundadırlar. Özellikle üye ülkelerin çoğu enerji kaynakları açısından dışa bağımlı durumdadır. Birlik dışında ülkelerle rekabet edebilir ekonomilere sahip olmak, dış ticarette dengelerin korunabilmesi için zorunludur.

Avrupa Birliğinde ticaretin önemli bir kısmının üye ülkeler arasında yapılıyor olması, ekonomik sorunları azaltmamış tersine arttırmıştır. Almanya gibi üye ülkeler dış ticaret fazlasını daha çok (%80’nini), Euro bölgesindeki diğer ülkelerle ticaretinden elde ederken, Yunanistan gibi üye ülkelerde, bu ticaret dış ticaret açıklarına neden olmuştur

Dünyada sanayi ve ticarette dünya piyasalarında ağırlık kazanan ülkelerin sayısı hızla artmaktadır. Bu ülkelerin başlıcaları Çin, Hindistan, Türkiye, Rusya’dır. Avrupa Birliğinin sanayileşmede gelişme aşamasında bulunan ancak, sanayi ürünlerinin dışsatımında ve uluslararası rekabetin çok keskin olduğu tarım ürünlerinin dış pazarlarda satışında kur değerleri arasındaki farklılıklardan dolayı rekabet avantajı az olan, bazı üye ülkelerinin, bağımsız mali politikalar yürütememeleri nedeniyle cari açıkları gün geçtikçe artmıştır. Çin gibi gelişmekte olan ülkeler, Avrupa ülkelerinde ekonomiler yavaşlarken, hızlı büyüme performansları göstermektedir. Bu ülkeler para birimlerinin değerini düşük tutarak, rekabette üstünlükler sağlayabilmektedirler. İthalatları sınırlayıcı, yerli üretimi tüketicileri yönünde destekleyen ekonomik politikalarla, ekonomik gelişmelerini kolaylıkla gerçekleştirebiliyorlar.


“Bu dönemin önemli özelliklerinden bir tanesi de yükselen piyasalar olarak adlandırılan Doğu Asya ekonomilerinin hızla dünya ekonomisine entegre olarak önemli kalkınma hamleleri gerçekleştirmiş olmalarıdır. Bu dönemde, Çin ve Hindistan’la beraber dünya ekonomisinde ağırlıklarını hissettirmeye başlayan diğer gelişmekte olan ülkeler bu değişimin ortaya çıkmasına katkıda, küresel ekonomik işbölümünü büyük oranda değiştirmişlerdir.” (s.25, Avrupa Birliğinin Sosyo-Ekonomik Geleceği: Lizbon Stratejisi ve Küreselleşme, Latif Yılmaz, AB Uzman Yardımcısı.)

“…Gelişmekte olan ülkelerdeki teknolojik gelişme sadece mevcut malların daha fazla üretilmesine değil, aynı zamanda farklı malların da üretilmesine neden olacaktır. Önceden AB’nin elinde bulunan pazarlar gelişmekte olan ülkelere geçecektir. Bu da beraberinde, yatırımların gelişmekte olan ülkelere kaymasına neden olup AB’deki sermaye derinleşmesini olumsuz etkileyecektir. Yatırımların azalması beraberinde işgücüne talebi azaltarak, işgücü talebini azaltarak, işgücü gelirinin azalmasına neden olup tüketimin azalmasını beraberinde getirecektir.” ” (s.38, Avrupa Birliğinin Sosyo-Ekonomik Geleceği: Lizbon Stratejisi ve Küreselleşme, Latif Yılmaz, AB Uzman Yardımcısı.)

“Bugün artık mevcut teknolojilerin kullanımına, bu teknolojilerin yeni malların üretimi için asimile edilmesine, ölçek ekonomileri yaratan kitle üretimine, uzun dönemli istihdama, istikrarlı piyasalara ve büyük firmalara dayanan ekonomik yapı yeterinde büyüme sağlamamaktadır… Rapora göre bugün Avrupa çapında ihtiyaç duyulan şey daha az dikey olarak entegre olmuş firmalara, firmalar içinde ve arasında daha fazla hareketlilik, işgücünün ve genel olarak vatandaşların daha fazla eğitimi, daha fazla işgücü piyasaları esnekliği, daha fazla dış mali kaynak yaratılması, daha fazla ARGE yatırımıdır”. (s.85, , Avrupa Birliğinin Sosyo-Ekonomik Geleceği: Lizbon Stratejisi ve Küreselleşme, Latif Yılmaz, AB Uzman Yardımcısı.)


1990’lı yıllardan sonra dünyanın gelişmekte olan bazı ülkeleri de, esnek üretim tekniğinin önemini kavrayarak, ARGE ‘ye; yeni ürün ve teknolojilere dayalı üretime ve bu üretimin yaygınlaştırılıp geliştirilmesine, bağlı olarak çalışanların eğitimine büyük önem vermişlerdir. Bu yeni üretim anlayışı, bu ülkelere uluslararası rekabette büyük güç sağlamış, ülke ekonomilerini zenginleştirmiştir, sanayi ülkesi aşamasına gelmelerini sağlamıştır.

Üretim organizasyonunu (şirketlerini), sonsuz olarak ürününe talebinin bitmeyeceği, bunun sağlanması için gerektiğinde yeni piyasalar (pazarlar) bulunacağı, zorla pazarlar elde edilebileceği veya gerektiğinde piyasalardaki arz ve talebe bağlı olarak üretim yapılacağı düşüncesine dayanan bu üretim yöntemi durağan, refahı arttırmayı engelleyen; üretimde küçülmelere, bağlı olarak işsizliğe, ekonomik çöküşlere neden olan; niteliği gereği barışı bozan bir ekonomik yöntemdir. Bu üretim yöntemi durağan talep yapısı nedeni ile niteliksiz, yeteneksiz, eğitimine gerek olmayan emek istihdam edebilmektedir. Durağan bu yapısı ile birlikte, piyasalar doyuma ulaştığında üretimine ya bütünü ile son vererek ya da çok küçülerek işsizliğe neden olurlar. Esnek üretim yöntemi anlayışına bağlı olarak kurulan işletmeler, nitelikli, eğitimli ve eğitilebilir, yetenekli emek gücüne gereksinim duyarlar. Piyasalar doyuma ulaştığında, yeni mal ve hizmet ürünü geliştirerek piyasalarda aynı organizasyonunda sahip olduğu çalışanlarla üretimini sürdürür. Bu üretim anlayışına bağlı olarak kurulan şirketlerden oluşan bir ekonomi dengeli, sürekli gelişen, zenginleşen, refahı arttıran bir ekonomidir. Böyle bir ekonomiye sahip bir ülke de uygarlıkta ilerleyen bir ülkedir.

Esnek üretim tekniği ve anlayışına sahip olan işletmeler, şirket gelirlerinin belirli bir oranını her yıl yıpranma (amortisman) payı olarak ayırdıkları gibi, belirli bir oranda da “yenilenme payı” ayırırlar. Yenilenme payı, ARGE payı ile birlikte şirketlerin, bazı temel kuruluş giderleri (Bina, emek, bazı üretim araç-gereçleri, hammadde..vb.) sabit kalarak şirketin yeniden kendi yapısı içinde bütünü ile organize olmasını sağlar.

Bu işletmeler talep sıfırlanmasından korkuları bulunmadığından, piyasalardaki talep yapısına göre değil, talebin doyurulması ekonomik politikalarına göre üretim yaparlar. Bu yöntem anlayışı da toplumun tüm bireylerinin üretimden en kısa sürede yararlanmasını, satın alma gücünün arttırılmasını sağlar.


“ESNEK (DEVİNGEN-DİNAMİK) ÜRETİM YÖNTEMİ: Gereksinimleri hesaplamadan üretim yapmak üzere kurulan ve optimum üretim düzeyini aşan bir işletme talep yetersizliği sonucu gelirlerinin azalmaması için, yeni pazarlar bulmak zorunda kalır. Pazarların da optimum bir düzeyi vardır. Bu düzeyden sonra yeniden kar azalması kaçınılmaz olur. Gereksinimlerin doyuma ulaşması ile talebin azalması kaçınılmazdır. Bu ekonomik olgu karşısında, işletmenin ayakta kalması için iki seçenek vardır: a) küçülerek minimum düzeyde üretimi sürdürmek ki bu işsizlik ve yoksulluk demektir. b) Talep miktarını (gereksinimlerin sayısını, büyüklüğünü), süresini planlayarak üretimini yapmak ve bu planlama sonunda, yeni üretime geçmek.

Yeni üretime geçerek üretimi sürdürebilmek: a) Aynı ürün üzerinde yenileştirme, geliştirme oluşturarak, b) yeni bir ürün piyasaya sürerek gerçekleşebilir. Bu ekonomik olgu, sabit üretim tezgâhları ile sınırsız ve plansız üretimden vazgeçmeyi gerektirir. Esnek, devingen bir üretim yerine ve araçlarına sahip olmayı, “sürekli öğrenim ve eğitim” süreçlerini gerçekleştirecek yapılara sahip olmayı zorunlu kılar.”( ÇAĞDAŞ EKONOMİK DÜZEN ÜZERİNE GÖZLEMLER, www.iinci.blogspot.com)


“Bu ekonomik değişim, dönüşüm ve gelişmeler uygarlığın gelişmesi; toplumların zenginliklerinin, refahının artması demektir. Ürünlerin gelişmesi ve türselleşmesi yasası gereği yaratılan talep para hacminde de genişlemeye neden olur. Zenginleşebilmek için, doymuş talepten doğacak krizlerden korkmamak gerekir. Talebe bağlı olarak üretimi azaltıp çoğaltarak üretim yapmak yerine esnek bir üretimle talep yaratarak üretim yapmak doymuş taleple gelecek krizleri önceden önleyecektir. Üretimi azaltıp çoğaltarak gerçekleştirmek gelir kayıplarına, açık istihdama; üretimdeki dengesizlikler sonucu enflasyona neden de olacaktır. Esnek üretim yöntemi ile AR-GE alanındaki yatırımlarla gelişmiş ürünler ve yeni talepler yaratmak zenginleşmeyi ve refahı getirir.

Yeni ürün ve hizmetler üreterek geliştirmek, uluslararası rekabette başarının da ilkesidir. Yaratılan her yeni ürün ve hizmet yeni ve şiddetli talepler oluşturarak, piyasalarda rakipsiz olmayı sağlayarak, çok daha fazla ölçeklerde mal ve hizmet sunmayı gerektirir. Talebe bağlı olarak yapılacak üretim istihdamın yolunu açar, satın alma gücünü arttırır; ekonominin zenginleşmesini, paranın değerlenmesini getirir.”( YÜKSEK ORANLI ENFLASYON DÖNEMLERİNDEN DÜŞÜK ORANLI ENFLANSYON DÖNEMİNE GİRERKEN UYGULANACAK EKONOMİK VE SİYASAL REFORM ÖNCELİKLERİ, .” www.iinci.blogspot.com )




İsmail İNCİ, 08/12/2011

http://www.iinci.blogspot.com/

bgi.inci@mynet.com

bgi.inci@hotmail.com











SAVAŞ EKONOMİSİ VE PANDEMİ EKONOMİSİ-ORTAK NİTELİKLER VE ALINACAK ÖNLEMLER-

  ORTAK VE FARKLI STRATEJİLERİ İLE SAVAŞ EKONOMİSİ VE PANDEMİ EKONOMİSİ (1)        Savaş dönemleri ile Pandemi dönemlerinde ülkelerin iç...