1 Haziran 2012 Cuma

STRESTEN KURTULMAK İÇİN ANLIĞIN YÖNETİMİ DAVRANIŞLARI






KENDİLİĞİNDEN OLUŞAN OLUMSUZ ANLIKSAL ETKİNLİKLERİN AZALTILMASINDA BEDENSEL ETKİNLİKLERİN ETKİLERİ-STRES YÖNETİMİ

 



 



“ …sürekli bir şeylerle oyalanmak çok iyi….Bu hastalığının doğasında vardır; kendini oyaladığın sürece kriz geçirme riski azalır. Böylece eskileri hatırlamak yerine, düşünecek yeni şeyler bulunur.” (s.172, Charles DİCKENS, İki Şehrin Hikâyesi )


“Zavallının durumunu aklından geçenleri anlamak hiç kolay değil. Belki önceleri onu kapattıkları yerde, demircilik işini yapmasına izin verilmiştir. O da buna çok sevinmiş, uğraşmaya başlamıştır; çünkü ellerinin meşgul olması kafasındaki düşüncelerden biraz da olsa, sıyrılmasına yardım eder.” (s.173, Charles DİCKENS, İki Şehrin Hikâyesi)

Charles Dickens’in İki Şehrin Hikayesi adlı romanında yazmış olduğu yukarıda olay, günlük yaşamımızda çok karşılaştığımız gerçekliktir. Ancak insanın salt doğrudan bir bedensel etkinlikte bulunması stresten kurtulmakta etkili olmayabilir.

Olumsuz veya olumlu yoğunlaşan anlıksal etkinlik, kendiliğindenlik kazanır. Özellikle olumsuz olaylarla yoğunlaşan anlıksal etkinlik (ölümler, hastalıklar, aşk ayrıkları, uğranılan haksızlıklar, adaletsizlikler, doğal afetle gelen zararlar… vb) istenç dışı etkinliğini zihinde süreklileştirerek insanın fizyolojik ve tinsel yapısında olumsuz etkiler yapar.

 
Bu anlıksal durumlarda, bedensel olarak yapılan uğraşlar, anlığın etkinliklerinde odaklanma ve yoğunlaşmasının yönünü değiştirerek, olumsuz etkilerinin ortaya çıkması engellenebilir. Bu yöntemin ilkesi anlığın, bedensel bazı eylemlerle, çalışmalarla yeni düşüncelerle meşgul olmasını sağlayarak olumsuz eski düşüncelerden kendini kurtarmasına dayanır. Zihni olumsuz düşüncelerden kurtarmak, doğrudan istençli olarak olumlu düşünmekle gerçekleştirilememektedir. İnsan zihninin başka düşüncelerle uğraşabilir duruma gelmesi somut olarak insanın değişik düşünceleri ortaya çıkaracak eylemlerde bulunmasını gerektirir.

 
Süreklileşen olumsuz zihinsel düşüncenin kısa sürede etkili olarak değiştirilmesi ise seçilen davranışın doğrudan zihinsel etkinliği etkileme yakınlığına göre değişir. Hatta bazı alışkanlık durumuna gelerek zihni devreden çıkaran işler bu yöntemi boşa çıkarır, etkisini zayıflatır. Bu anlıksal ve bedensel ilişki nedeniyle, yeni anlıksal etkinlikler ortaya çıkaracak bedensel eylemlerde bulunmalıdır.

 
Düşünsel ağırlıklı, etkili olaylarla örgülü kitaplar okumak, bilim ve felsefeyle ilgilenmek, yeni gözlemlere insanları götüren gezilere çıkmak….vb, zihni doğrudan etkileyerek düşüncelerin değiştirirler. Bilimsel ve felsefi eylemler insan iradesini daha güçlendirirler. Günlük streslerden ve kronikleşen streslerden kurtulmak için gerekli davranışları seçerek yaşamı olumlulaştırmak insanın istençli eylemidir.








İsmail İNCİ, 31/05/2012
www.iinci.blogspot.com
bgi.inci@mynet.com
bgi.inci@hotmail.com










24 Nisan 2012 Salı

UYGULAMALI SİYASET VE PLATON'UN BİLİMSEL YÖNETİM ÜZERİNE DÜŞÜNCELERİNİN AÇIMLAMASI





UYGULAMALI SİYASET VE PLATON’UN DEVLET ADAMI DİYALOGUNDA DEVLET BİLİMİ ANLAYIŞI






Çok partili demokratik yönetim biçimi ile yönetilen toplumlarda bireylerin yönetimde daha etkili olabilmeleri siyasal partilere üye olmalarına, bir siyasi partide etkin çalışmalarına bağlıdır. Bir siyasi partiye üye olarak, devlet yönetiminde etkili olmayı, böylelikle toplumun daha iyi yönetimini sağlamayı amaçlamayı dinsel veya dindışı topluluklara( cemaat), gizli ve açık tarikatlara, yasal veya yasa dışı örgütlenmelere, bu örgütlere üye olmaya yeğlemek gerekir. Sağlıklı, başarılı bir yönetim biçimi için bu ön ve zorunlu koşuldur.


TOPLUMLARDA GİZLİ ÖRGÜTLENMELERİN YASALLIĞI:


Toplum yaşamındaki uyumun, bireylerin ve genel olarak toplumun geniş bölümünün baskı altında kalarak, şiddet görerek veya toplumun dışardan bir toplum tarafından baskı ve şiddet altında kalarak bozulduğu dönemlerde, demokratik düzenin doğal işleyişi beklenemez. Bu şiddet ve baskı dönemlerinde, toplumun yönetim ve yaşayış olarak düzen ve uyumunun sağlanabilmesi için kurulacak örgütlenmelerin, kendi özel kuralları ile birlikte gizli olması doğal bir zorunluluk olarak ortaya çıkar. Bu gizli ve özel birliğe dayanan örgütlenmeler topluma karşı değildir. Bu örgütler bireylerin hak ve özgürlüklerini düzenleyen yasaların uygulanmadığı, hukukun ortadan kalktığı toplumlarda, yasaların yeniden yürütülmesini sağlamak, toplumsal düzen ve uyumu yeniden kurmak için zorunlu olarak ortaya çıkan topluluklardır. 1789 Fransız İhtilali ve diğer benzer tüm ihtilaller, büyük halk ayaklanmaları, günümüzde” Arap Baharı” olarak adlandırılan toplumsal eylemler birden ortaya çıkmamışlardır. Gizli olarak varlıklaşan örgütlenmenin giderek büyümesi, güçlenmesi ve uygun koşullarda ortaya çıkması ile gerçekleşen olaylardır.


Her ihtilal kendi hazırlığını, gizli örgütlenerek, şifreli iletişimini kurarak, yeni toplum düzeni yasalarını önceden tasarlayarak yapar. İhtilali hazırlayan örgütleri ve örgüt bireylerini gizli, şifreli iletişim nedeniyle, diğer bireylerden ayırt etmek çok zordur. İhtilalin başlangıcını, zamanını önceden oranlamak da çok güçtür. Uygun koşullar içinde ortaya çıkan bir olay, uygun zaman ihtilali her an başlatabilir.


İhtilalin başlaması ile örgütler, şifreler, gizli eylemler, çalışmalar çözülür. İhtilal mekanizması, kurulan yönde, eski kurumları, düşman kişileri, önüne çıkan karşı güçleri yok eder, tasarlanan yeni düzeni, sistemi kurma yönünde çalışır.
Charles Dickens,” İki Şehrin Hikâyesi” adlı romanında 1789 Fransız ihtilalinin gizli örgütsel çalışmasını, ihtilalin adım adım yaklaşmasını anlatır:

“ Diğer üç Jacques aralarında bu durumu tartışıyorlardı. ‘Ne dersin, Jacques?’, dedi. ‘Kaydedilsin mi?’
Defarge kızgındı, ‘Evet, kaydedilsin..’dedi. ‘Mahvedilmesi için’.
III. Jacques hala parmaklarını yiyordu. ‘Bravo ‘ dedi.
I. Jacques ‘Hem şato, hem de aile mi?’ diye ekledi.
Sonra III. Jacques tekrarladı. ’Evet! Hepsi yok edilsin!’ diye ekledi
II. Jacques Defarge’a bakarak ‘Kayıt şeklimiz ya ilerde karışıklığa neden olursa? Tamam, güvende olduğunu kabul ediyorum. Bizden başka kimsenin bundan haberi yok, ama demek istediğim şu ki, daha sonraları kolaylıkla okuyabilecek miyiz? Yani Bayan Defarge bunları kolaylıkla anlayabilecek mi?’


Defarge yine kızmıştı.’ Eğer karım tüm bunları kafasında tutmak isteseydi, bir tek ismi dahi unutmazdı. O kayıtları kendine özgü rumuzlarla örüyor, o yüzden herhangi bir tehlike söz konusu değil. O bir bakışta bunu okuyabilir. İsmi oraya geçen birinin ismi dünyadan silinebilir, ama o örgüden asla silinemez.’ (s.146)
Toplumların olağandışı dönemlerinde, toplumsal düzenin adaletsizlikler, hukuka aykırı devlet yönetimi uygulamaları ile bozulduğu, mal ve yaşama güven ve huzurunun kalmadığı çağlarında örgütlerin gizli olarak, kendi özel kuralları ile kurulmaları, faaliyete geçmeleri topluma aykırı eylemler değildir.


YASA DIŞI ÖRGÜTLENMELER VE SİYASAL PARTİLERİN BİR ÖRGÜTLENME TÜRÜ OLARAK DİĞER ÖRGÜT TÜRLERİNDEN AYRIMLILIĞI


Bu olumsuz koşulların varlığının dışında, özellikle de demokratik kuralların işlediği; yasaların, hukukun tam olarak uygulanarak adaletin gereklerini yerine getirdiği toplumlarda, gizli örgüt ve tarikatların, toplulukların kurulması, bu örgüt ve topluluklara üye olunması toplumsal yaşama karşı duruşlar olarak ortaya çıkar. Bu örgütler ve doğrudan suç işlemek amacı ile topluma karşı kurulan çete, mafya gibi suç örgütleri toplumsal yaşamın ve toplumun bireylerinin her birinin düşmanı olan birer topluluk olarak kendilerini gösterirler. Bu topluluk ve örgütlenmelerin siyasal parti örgütlenmeleri ile benzerliği örgütlülük ortak niteliğine sahip olmalarıdır.


Gizli örgüt ve tarikatlar, topluluklar, dernek, vakıf, siyasi parti olarak kurulan toplulukların tümü ve çete, mafya gibi doğrudan topluma karşı suç işlemek amacı ile kurulan suç örgütleri aynı küme olan örgüt kümesi içinde yer alırlar. Aralarında küçük nitelik ayrımları bu örgütlerin varlıklarını belirler ve özlerini ortaya çıkarır. Küçük nitelik ayrımlarındaki nitelik değişimleri, bu toplulukların birbirlerine dönüşmesine neden olur. Bu temel nitelik değişimi, yasalara aykırı eylemlere katılmadır. Toplumun yasalarına, genel çıkarına aykırı olarak, örgüt çıkarına göre hareket etmek bir partiyi de suç örgütünün özüne dönüştürür. Bu eylem nedeniyle bir parti, yasalara karşı, toplumsal yarara aykırı kendi üyelerinden birini bir devlet görevine atarsa bu örgütlü bir suç oluşturur. Atanan üyenin bu görevi yerine getirecek niteliklerde olması onu suç örgütünde ayırır.


Toplumdaki bireylerin zayıflıklarından yararlanarak çıkar sağlama amacında olan ve bu çıkar sağlamayı örgütlenmelerle kolaylıkla gerçekleştirildiğini gören; birkaç kişi biraraya gelince dünyaya kafa tutabileceğini, dünyayı istediği yönde kullanacağını, değiştireceğini sanan, örgütlenme ile toplumda her isteklerini elde edeceklerine, topluma her isteklerini kabul ettirebileceklerine inanan gruplar, topluluklar çağımızda aşırı ölçüde arttığından örgütlü suç niteliğindeki suçlar da artmıştır. Salt bireylerin ve her birinin kendilerine özgü farklı görevleri olan toplum kurumlarının çalışmaları ile örgütlü suçlarla mücadele edilmesi, bu suçların önlenmesi olanaklı değildir. Ortaya çıkan örgütlü suçların önlenmesi apayrı bir çalışma alanını, uzmanlaşmayı gerektirmektedir. Bu gereklilik ile örgütlü suçların önlenmesi, ortadan kaldırılması için yargının ticaret mahkemeleri, çocuk mahkemeleri örneklerinde olduğu gibi ayrı uzmanlık alanı olarak, Ceza Mahkemeleri içinde görev bölümü yapması zorunluluğu vardır.


Toplumsal olarak yaşama sistemini en iyi biçimde yürütmek için gizli örgüt ve tarikatlar kurmak ve üye olmak yerine siyasi parti örgütlerine üye olmak gerekir.




DEVLET YÖNETİMİNİN ÖNEMİ VE BİLİM ALANININ GENİŞLİĞİ NEDENİYLE ZORLUĞU


Platon’un Anlatısına Göre İnsanlığın İki Çağı:


Platon insanların yönetimini iki çağa ayırıyor. A) Kronos Çağı, b) Zeus Çağı
Kronos Çağı’nda insanların tüm gereksinmeleri Tanrı Kronos tarafından karşılanıyor. Tüm bitki ve meyveler kendiliğinden yetişiyor. Doğa yaşamaya elverişli. Tüm gereksinmeler karşılandığı için insanların tüm zamanları boş. Bu nedenle insanlar arasında kavgalar ve savaşlar yok. İnsanlar bilgi ve tartışma sevgisiyle zamanlarını dolduruyorlar.


Tanrı Zeus Çağında ise insanlar gereksinmelerini kendileri karşılamak zorundadır çünkü doğada yiyecekler kendiliğinden yetişmemekte ve yetmemektedir. Vahşi, yırtıcı ve güçlü hayvanların kendilerini parçalamaması için de yaşam savaşı vermek zorundadır. İnsanların gereksinmeleri çok olduğu için boş zamanı yoktur. ““ İnsanlar, onlara bakan tanrının bakımından yoksun olunca, aciz ve savunmasız kaldılar. Doğuştan sert doğalı olan, gittikçe de yabanıllaşan hayvanlar onları parçaladı. İnsanlar bu ilkçağlarda beceriden, araç ve gereçten yoksundular. Bir zamanlar kendiliğinden yetişen yiyecek şeyler artık yetişmiyordu; insanlar da o zamana kadar zorda kalmadıkları için nasıl yetiştireceklerini bilmiyorlardı. Bütün bu nedenlerden dolayı büyük bir darlık içindeydiler. Derken tanrılar eski söylencede anlatılan armağanları, gerekli olan öğretim ve eğitimle birlikte, insanlara verdiler. Prometheus, ateşi; Hephaistos ile birlikte çalıştığı Athene, sanatları; öbürleri de tohumları ve bitkileri verdiler. İnsan hayatının gelişmesine yarayan her şey bunlardan çıktı. Dediğim gibi, tanrıların ilgisi ve yardımı insanlardan esirgenince, hayatlarının gidişini kendileri düzenlemek zorunda kaldılar; tıpkı uydukları ve öykündükleri evrensel varlık gibi insanlar da kendi kendilerinin yöneticisi oldular; o değiştiği gibi onlar da durmadan değiştiler; bazen bir biçimde, bazen bir başka biçimde durmadan yaşadılar, büyüdüler.” (s.14, Devlet Adamı, Platon)
Kronos Çağını doğal olarak Zeus Çağına herkes yeğler.


Bugünkü yaşam zinciri Zeus’un yönetiminin, önceki yaşam zinciri ise Kronos’un yönetiminin yaşam zinciri olarak düşünülüyor. Kronos yaşam zincirinde değişim, başkalaşım yoktur. Tüm değişmeler, dönüşmeler bu günkü yaşam zincirinde vardır. Doğal olarak anlaşılacağı gibi Tanrı Kronos’un hükmünü sürdüğü bir çağ olmamıştır, insanoğlu sürekli bir yaşam savaşı içinde gereksinmelerini sonsuz karşılama çabası içindedir. Bireylerin gereksinmeleri gibi, toplumların da gereksinimleri sınırsız sayı ve çeşittedir.

 
Bireylerin Gereksinmeleri ile Devletlerin Gereksinmelerinin Hiyerarşisi:


Bireylerin gereksinmeleri çok çeşitlidir ve Maslov’un kuramına göre hiyerarşik bir düzeni vardır:


.a) fizyolojik gereksinmeler, b)güvenlik gereksinmesi, c)ait olma ve sevgi gereksinmesi, d) saygınlık gereksinmesi, e)Kendini gerçekleştirme gereksinmesi,


Bireylerin gereksinmeleri gibi, toplumların ve bağlı olarak toplumların yönetiminin( devletlerin) de gereksinmeleri vardır. Toplumların gereksinmeleri, toplum bireyler toplamından oluşmasına rağmen bireylerin gereksinmeleri ile eşit değildir. Çünkü bilineceği gibi bütünü oluşturan parçaların özü ile parçaların oluşturduğu bütünlerin özleri özdeş değildir. Bütünsel özlerin nitelikleri kendi aralarında ortamsal ilişkilerinde ortaya çıkar. Bu nitelik ayrımı nedeniyle, toplumları oluşturan tüm bireyler barışı savunarak silahlanmaya karşı olmasına karşın, toplumlar savunma gereksinimi duyarak silahlanmaya büyük önem verirler. Bu birey toplum gereksinim çelişkisinin ortaya çıkışı toplumun özünün bireylerden ayrı olarak, çevrelendiği diğer toplum özleri ile etkileşimleri ile ortaya çıkmasındandır. Toplumsal öz ile bireysel özün nitelikleri birbirinden ayrıdır. Toplumların gereksinmelerinin değişmesi toplumsal özü oluşturan çevresinde etkileşimde olduğu özlerle ilişkilerinin değişimine bağlıdır. Bu önemli ayrım nedeni ile savunma gereksinimi toplumsal gereksinmelerdendir.


Toplumların ve toplumların yönetim örgütü olan devletin gereksinmelerini yurt ve eğitim dışında hiyerarşik olarak değil de yanyana sıralayabiliriz. Birinci gereksinim toplumların yaşayacakları bir toprak parçası olan yurttur. Yaşanacak yurttan sonra gelen gereksinmeleri sıralayacak olursak: a) Ekonomik gereksinmeler, b) Sağlık gereksinmeleri, c) Savunma (askeri) gereksinmeleri, d) Adalet (yasalar) gereksinmeleri, e) Tüm bu gereksinmeleri karşılayacak insanın yetiştirilmesi için eğitim gereksinmesi vardır. Toplumu yönetmek için kurulan örgüt olan devletin, siyaset örgütünün de tüm bu gereksinmelerin bilimlerinde kendisini eğitip yetiştirmiş olması gerekmektedir.


Devletin görevlerini yerine getirmek için siyasetin birbirinden çok ayrı alanlardaki bilimlere sahip olması, ilgilenmesi, eğitim-öğretim görmesi gerekmektedir. Siyaset bilimi birçok bilimi içermek zorundadır. Birçok bilime sahip olmak ve bu bilimlere sahip olarak uygulayacak çalışanları örgütlemek kolay bir iş değildir. Devleti yönetmek çok büyük zorluklarla başetmek demek olduğundan olsa gerek Araplar devlet yönetimini seyislik, vahşi at eğitimi anlamında Siyaset sözcüğü ile kavramlaştırmayı uygun görmüşler. (Siyaset; Arapça, 1. seyislik, at idare etme, at işleriyle uğraşma.)


Birbirinden bağımsız, birçok bilim alanında bilgi ve eğitimi gerektirdiğinden, tüm bu bilgi ve eğitimi yeteneği içinde barındıracak bir siyasal örgüt-parti işidir. Çünkü bir kişinin tüm alanlarda eğitilmesi ve uzmanlaşması olanaksızdır. Ancak gerçek lider, örgütün başı olan kişi tüm bilimlerde daha kapsamlı olarak kendini eğitmiş olması ve yöneticilik alanında uzmanlaşmış olması beklenir.


Çok çetin ve çok yönlü bir uğraş olan siyasette, hedeflenen toplumsal amaçlara ulaşmak için her alanda iyi eğitilmiş, yetişmiş üyelerin görev almasını gerektirir. En iyi, yetenekli kadroların en alt delege seçimlerinden başlayarak görevlere getirilmesi zorunluluğu vardır. Tersi durumda hem siyasal örgüt hüsrana uğrar, hem de toplum kaosa sürüklenir.


PARTİ İÇİ SEÇİMLER: MAHALLE DELEGELERİ, KONGRE DELEGELERİ, İL, İLÇE… VB BAŞKAN VE YÖNETİM KURULLARI SEÇİMLERİ:


Mahalle Delege ve Kongre Delege seçimleri bir siyasi partinin niteliğinin düzeyini belirlemek için atılan ilk adımdır. Seçimden önce oy kullanacak üyeleri belirlemek için bir ay önceden üye listeleri güncellenmesi amacıyla asılır. Adres kayıt sistemine göre hazırlanan üye listeleri bir hafta süre ile askıda kalır. Bir haftalık itiraz süresi içinde listede adı olmayan, adresi değişen vb..nedenlerle üyeler itirazlarını yaparlar. Mahallelere ayılan üye listelerinde her üye adres kayıtlarına göre listelerde kimlik bilgilerini denetler.


Mahallelerdeki üye sayısı ile seçilecek delege sayısı arasında çok az bir fark oluşu örneğin 15 üyeye karşılık 8 delege seçilecek olması) delege seçimlerinde, yönetime gelmek isteyenlerin hilelere başvurmalarını kolaylaştırmaktadır. Yapay parti üyelikleri oluşturarak yönetimi ele geçirmek isteyen kişi ve gruplar ortaya çıkabilmektedir. Gerçek partililerin gerçek yönetimleri oluşturabilmesi, mahallelerde parti üyelerinin artması ve oy kullanan üyelerin delegeleri seçerken çok bilinçli olmalarına bağlıdır.


Siyasal partilere katılımın az olduğu bir demokraside, halkın seçim için önüne konulan adaylardan devlet yönetiminde en yeteneklileri seçme olasılığı düşmektedir. Halkın önüne konulan kişileri seçmek zorunluluğu ile karşı karşıya kalmaması için siyasal partilere daha çok katılım gerekir. Bir partinin: “ babamı koysam seçtiririm”, sözünü gerçek kılan uygulamalarının ortaya çıkmaması için, daha çok sayıda siyasal yaşama katılmak, etkin görevler almak gerekir.


Seçimlerde Uygulanan Blok Liste ve Ortak Liste (Çarşaf Liste) Yöntemleri:


Mahalle delege ve kongre delege seçimleri blok liste ile yapılacaksa delege adaylarının belirlenmesi gerekir.


Blok liste delege adaylarının belirlenmesi örgütlü çalışma, ekip çalışması mantığına göre yürütülür. Ekip çalışması düşüncesi, delegelerin belirlenmesinde, her seçim bölgesinde ekiplerin, grupların oluşturulmasını ve bu ekip, grup içinde hazırlanacak listelere girilmesini gerektirir. Bu ekip çalışması içinde olmak için, üyeler arasında görüşme, ilişki kurma, bağlantı durumunda bulunulur


Ekip çalışmasının mahalle temsilcisi ile bağlantıya geçilerek delege olmak isteği bildirilir. Delege adaylarının listesi oy verme gününden birkaç gün önce belirlenir. Delege listelerinin seçimden birgün önce belirlenmesi, gizlenmesi asık demokratik yöntemler değildir.


Seçim günü, ortaya çıkan ekip listelerine göre her ekip, liste durumunda oy pusulasını oy kullanacak üyelere sunar. Bu liste durumunda delege adaylarının tek tek adlarını gösterir oy kâğıtlarının (en küçüğü A4 büyüklüğünde) rengi ekiplere göre değişir. Seçimde her ekibin rengini gösteren listeli oy pusulaları kullanılır ve oylama bittikten sonra bu oy pusulaları sayılarak seçim sonuçlandırılır.. Sayısı çok olan renkli listeli oy kâğıdının sahibi olan ekip seçimi kazanmış olur. Bu ekipte bulunan tüm adaylar da delege ilan edilir.


Tek ve ortak liste(çarşaf liste) ile oylama yöntemi, her parti üyesinin seçimlerde aday olarak partide görev alabilmesinin önünü açtığı ve yetenekli üyelerin partide görev almasını sağladığı için daha demokratik ve daha uygun bir yöntemdir. Bu iki önemli niteliğin yanında, aşırı gruplaşmaların, partide ayrışma ve çatışmaların ortaya çıkmasına neden olmayan bir yöntemdir. Çünkü blok liste ile seçim yönteminde aşırı örgüt, takım, kadro çalışmasına bilincini kaptıran gruplar, partinin diğer üyelerini dışlayabilmekte, diğer üyelere yabancılaşabilmektedir. Bu bilinçsiz, içgüdüsel tepkiler parti içinde bölünmelere, kırgınlıklara, küskünlüklere neden olmaktadır. Bir parti içinde yaşanan bu olumsuz tutumlar seçmenleri partiden de uzaklaştırır


Bu önemli nedenler gereği CHP’nin yeni tüzüğünde seçim yöntemi olarak ortak liste (çarşaf liste) yönteminin uygulanması ilke olarak alınmıştır. Ancak bu olumlu özelliklerine karşın ortak liste ile seçim yönteminin seçimlerde tercih edilmesini engelleyen uygulamadan doğan teknik zorluklar vardır. Yönetim kurullarında görev alacak üye sayılarının ve seçimlerde oy kullanma görevini yerine getirecek delegelerin sayılarının çok olduğu büyük seçim çevrelerinde delegelerin, seçmek istedikleri adayları belirleyerek oylarını kullanmada, oyların sayımında, oy verme aşamasında zamanın yeterliliğinde ortaya çıkan zorluklar, seçimlerin yapılmasını olanaksızlaştırmaktadır.


Yönetim kuruluna seçilecek üye sayısının ve yedeklerinin 18-20, delege sayısının 9-10 gibi az olduğu seçim çevrelerinde delegelerin oylarını kullanmalarında bir zorluk yoktur, Ancak yönetim kurulu üye sayısının yedeklerle birlikte 32-40 olduğu, delegelerin sayısının 100’leri aştığı bir seçim çevresine, oy verilecek partilileri belirleyerek seçmek, seçme görevini yerine getirecekler için olanaksız duruma gelmektedir. Seçilecek partililerin sayısını, seçimlerde aday olan her grup için katladığımızda, seçilecek partili üye listelerinin içinden çıkılması daha da olanaksız durum almaktadır.


Bu yöntemin genel milletvekili seçimlerinde kullanıldığını varsayarsak, büyük bir ilde 32 milletvekili seçileceği düşünüldüğünde, seçime katılan parti sayısı on kabul edildiğinde, seçilecek aday milletvekili aday sayısı 320 olduğundan, tek tek milletvekillerine oy vererek seçim yapılmasının olanaksızlığı ortaya çıkar.


Tek ve ortak liste (çarşaf liste) ile seçim yöntemi, seçimlerin bilgisayar ortamında yapılabilmesi için gerekli ortamın oluşturulması ile uygulanabilir duruma gelebilir. Bu seçim yöntemi bu günkü koşullarda ancak delege ve seçilecek aday sayısının az olduğu küçük seçim çevrelerinde uygulanabilir.


Ulusal seçimlerde de her partiye oy verilerek oy kullanma ve oylama sonuçları alındığından, blok liste ile seçim yöntemine benzer bir yöntem uygulanmaktadır. Partiler milletvekili adaylarını blok liste ile belirleyerek seçimlere katılmaktadırlar. Seçime katılan her adaya ayrı ayrı oy kullanılmamaktadır.


Blok liste ile seçim yönteminin, uygulamada kolaylıkları yanında olumlu bir yönü daha vardır: Partileri örgüt-kadro çalışmasına teşvik eder, partilere örgütlü çalışma yeteneğini kazandırır. Yönetimde başarılı olabilmek için en iyi niteliklere sahip üyeleri seçme ve görevlendirme bilincini geliştirir. Siyaset bir ekip, takım, bilinçli örgüt çalışmasıdır; Tek bir bireyin çalışması ile siyaset yapmak düşünülemez,


Blok liste yönteminde her aday kendi kadrosunu, takımını gösteren listeyi hazırlayarak bir oy pusula olarak hazırlar. Bu listelerde her aday çalışabileceği ekiplere yer verdiği için, diğer parti üyelerini dışarıda bırakmış olur. Bu yöntemle seçim yapılmasının parti için yararlı olabilmesi, her ekip ve grubun bu çalışmanın bir kadro çalışması olduğunun bilincinde olmasına bağlıdır. Bu takım çalışması bilinci gereği her grup ve ekibin birbirleri ile de sürekli bağlantı, görüşme içinde olması, parti birliğini bozacak davranışlardan uzak durulması gerekir. Grupların birbirine toplantılarda sırt çevirmeleri, konuşmamaları, selam bile vermemeleri çok yadırganacak durumlardır. Birbirlerini görünce hal hatır sormayan, birbirlerine selam vermeyen, birbirlerine sırt çeviren, soğuk duran grup üyeleri vardır. Bu davranışlar Blok liste ile seçim yöntemini, seçim çalışmalarını parti için bütünü ile zararlı duruma getirmektedir. Her partili, ayrı bir grubun, ekibin üyesi olsa da birbirleri ile sıcak ilişkiler durumunda olması, sırt çevirmemesi, hal hatır sorması, selam vermesi gerçek örgütlü çalışmanın gereğidir.


En alt tabandan başlayarak gelen seçimlerle, partilerde yönetim kadrolarının belirlenmesi çok aşamalı ve yorucu bir çalışmadır. Burada amaç, yönetim kadrolarının en iyi biçimde oluşturulmasıdır. Temsil yeteneği, organizasyon yeteneği, yönetme ve yönlendirme, doğru karar alarak doğru işler yapma yeteneği en çok olan yöneticilerin seçilebilmesi çabasıdır. Bu çabanın iyi biçimde sonuçlanması sık olarak yapılan seçimlerle en iyilerin seçilebilmesi yönünde kurulan sistem çalıştırılmak istenmektedir. Ancak sistemin iyi çalıştırılması temelde insan öğesine dayanır. Bu temelin kurulması da bireylerin siyasi partilere üye olarak siyasi çalışmalara katılmasına bağlıdır. Genel olarak, siyasette uzmanlaşma aşamasında olan üyeler sanıldığı kadar çok değildir. Değişik parti görevlerinde yer alabilecek ve ileri de devlet görevinde bulunacak alanında uzman üye bulmak kolay değildir.


Siyaseti makam ve maddi çıkar olarak düşünenlerin oluşturduğu bir partinin devlet yönetimini ele geçirmesi, toplumda yönetimde zorbalığa, diktatörlüğe gidilmesine yol açar. Demokrasi için kurulan bir siyasal parti örgütünü büyük bir suç örgütüne dönüştürür. Bu koşulların bulunduğu bir toplumda gizli örgütlenmeler, kendi kurallarına göre kurulan topluluklar ortaya çıkar.


Devlet yönetimi ve siyasal eylem, toplumsal etkisi büyük önem taşıyan bir eylem olduğundan toplumun en seçkin yeteneklerinin katılımını, örgütlenmesini gerektirir.


Devlet bir suç örgütüne dönüşen parti ile değil, yönetim bilimine sahip gerçek bir siyasal örgütle yönetilmelidir. Bu görüş bizi, siyasal yönetimleri binlerce yıl etkilemiş olan Platon’un Devlet Adamı Diyalogundaki görüşlerine götürür.






PLATON’UN DEVLET BİLİMİ İLE YÖNETİM ANLAYIŞI


Her meslek (sanat) sahibi, mesleğini en iyi yapabilmesi için o mesleğin tüm bilgilerine( bilimine) sahip olmalıdır. Devleti yönetecekler de İnsanları yönetme bilimine sahip olmalıdır. İnsanları yönetme bilimi, devlet bilimi (siyaset) birçok bilimi öğrenmeyi gerektirdiğinden elde edilmesi en güç olan bilimlerdendir.
Günümüzde siyasal liderlik anlayışı, bir kişinin tüm bilimlerde uzmanlaşmış bilgi sahibi olmasının zorluğu nedeniyle, devletin yönetimi için gerekli bilimlerde uzmanlaşmış kadroları örgütleme yeteneğine sahip olmayı öncelikli görmektedir. Ancak Platon’a göre ideal devlet adamının, tüm toplum içinde tek bir kişi olsa da yönetime gelme olasılığı vardır. Herkesin insanları yönetme bilimine sahip olması olanaksızdır.
“YABANCI - On bin kişilik bir devlette, yüz ya da elli kişinin bu bilimi edinebileceğini sanıyor musun?


GENÇ SOKRATES - Öyle olsaydı, devlet sanatı sanatların en kolayı olurdu. Pekiyi biliyoruz ki bütün Helenler arasında on bin kişi içinde bu ölçüde bir kral bulmak şöyle dursun, satranç ustası bile bulmak güçtür.” (s.27-28, Devlet Adamı, Platon)


” Kim olursa olsun, büyük bir insan kitlesi, devleti akılla yönetebilmek için hiçbir zaman böyle bir bilime tamamıyla sahip olamayacaktır. Tam tersine, bu biricik doğru hükümeti ufak bir zümreden, birkaç kişiden, dahası tek bir kişiden beklemek gerekir; öteki hükümetlere de doğru hükümetin bazen iyi, bazen kötü taklitleri demeli.” (s.31, Devlet Adamı, Platon)

 
Demokrasilerde Başkanlık ve Yarı Başkanlık Sisteminin Mantığı üzerine Platon’un Etkisi:


Bilimsel yönetim bilgisine tüm insanların sahip olması olanaksız olduğu için ve büyük bir toplum içinde bu özelliklere sahip olan tek bir kişi ile birkaç kişinin çıkma olasılığı olduğu için, yönetim sisteminde tek bir kişinin yönetime geçmesine, bir grubun yönetimde bulunmasına gerekli koşulların sağlanması gerekir. Bazı yönetim sistemlerinin başkanlık ve yarı başkanlık sistemini uygulama mantığı, Platon’un bu siyasal gerçeklik ile ilgili görüşlerinden ileri gelir. (Aristoteles’in, tüm nitelikleri içine alan, büyük bir nitelik sınıfının olduğu görüşü de, bu siyasi görüş etkilemiştir) Bir kişinin tüm yönetim bilgilerine sahip olarak, uzmanlaşarak tüm yönetimi üstlenmesine siyasal ortam sağlanmalıdır. Gerekli niteliklere sahip siyasal liderlerin devlet yönetimine getirilmesi bilimsel devlet yönetiminin gerçekleşmesi için gereklidir.

Yönetim Türleri:
 Temelde üç yönetim türü vardır. Birin yönetimi olan Monarklık(Krallık veya tyrannosluk), birkaçın yönetimi olan oligarklık, birçok kişinin yani tüm toplum bireylerinin katıldığı yönetim olan demokrasi. Monarklığın devlet yönetimini elinde bulunduran birin niteliklerine bağlı olarak tiranlık ve krallık olarak iki türü,
oligarklığın da yönetimde bulunan birkaç kişinin iyi ve kötü niteliklerine göre oligarşi ve aristokrasi olarak iki türü vardır.
Oligarklık yönetimlerini devlet bilgisi nitelikleri yanında sahip oldukları sanat kollarının niteliklerine göre de türlerine ayırabiliriz. Mali oligarklık, bürokratik oligarklık, teknokratik oligarklık… vb
Bunun yanında, demokratik yönetimler, birçokların yönetimi olmasına rağmen, gizli veya açık olarak oligarkların demokratik yönetimi ele geçirmiş bulunmalarına bağlı olarak mali oligarklık etkisinde demokrasi, bürokratik oligarşi demokrasisi..vb türlerinin ortaya çıktığı görülür. Saf bir demokrasinin bulunması, uygulamada çok zor görülür.
İdeal yönetim biçimi, yönetim bilimine göre devleti yöneten yönetimdir. Çağımızın ideal yönetim biçimi olarak görülen demokrasi (çokların yönetimi), eğer bir bilimsel yönetim olarak uygulanmıyorsa, uygulayan kadrolar bulunmuyorsa bir tiranlık, monarklık, oligarklık yönetiminden ayrımı azdır.


Gerekli bilimsel yönetim yeteneğine sahip olmayan bir demokrasinin siyasileri, iktidarı bürokratlarla, teknokratlarla, zenginlerle paylaşmak zorunda kalırlar. Bu durum demokrasilerin oligarşi yönetimlerine teslim edilmesidir.


Bilimsel yönetim, anlık, geçici, kısa süreli ve belirli, sınırlı olaylara ve kişilere uygulanan (her kişiye ayrı ayrı uyan) yasalarla değil, tüm bireyler için geçerli olan, “ her kişiye yapması gerekeni noktasına noktasına göstermek için, hayatının her anında her bir kişinin” uyması gereken yasaları bularak uygulayan bir yönetimdir. Herkes için geçerli olan bu yasaları, yasayı koyan veya yasa yapma bilgisine sahip başka bir yönetici, değişen koşullar içinde daha iyi, doğru yasalarla değiştirebilir, düzeltmeler yapabilir.


“Ataların yasalarından daha iyi yasalar biliyorsak, onları kendi yurdumuzda yurttaşlardan her birini ayrı ayrı inandırdıktan sonra koymaya hakkımız vardır”.(s.30, Devlet Adamı, Platon)


Burada önemli olan, daha güzel davranışlara götürecek olan yasaları yurttaşlara zorlama, baskı ile değil bilgili bir yöneticinin inandırarak kabul ettirmesidir. Yöneticiler hükmetme-hükümet etme sanatlarına doğru, ussal yasalarla güç kazandırırlar. Ancak bu bilgiye bir veya birkaç kişi sahip olabilmektedir.


Tek tek her varlık ve olgu için yasa koymak olanaksızdır, çünkü tek tek varlıklar, bu varlıklarla ilişkili olaylar sürekli devinim, değişim içindedir. Bu zorunluluk nedeniyle, tüm varlık ve olguları içinde barındıran yasalara, bunun için de soyutlama yapan, tümelin bilgisine ulaşan devlet adamlarına gereksinim vardır.


Her yönetici doğru yasalar yapamaz, doğru yasa yapma bilimine ancak bir veya birkaç kişi sahip olabilir. Yönetim bilimine çoğunluğun sahip olması olanaksızdır. Ancak iyi yönetimleri, bilime dayanan yönetimlerin yasalarını taklit ederek iyi yönetimler kurulabilir. Toplumların bilimsel yönetiminde eksiklik, varolan iyi yasaları taklit ederek veya “ birçok denemeden doğan ve her maddesi iyi niyetli akıl öğreticilerin öğüdü ve yüreklendirmesiyle halk tarafından kabul olunan yasalara” bağlı kalarak, koruyarak, bu yasaları doğru olarak uygulayarak giderilir.
Taklit ile iyi yasalarla yönetilen bilimsel yönetimler, çoğunluğun yönetim bilimine sahip olamama sorununu çözümlemiş olurlar.
…” YABANCI - Bununla birlikte, tek bir baş İşbilen başı taklit ederek yasaya göre hükümeti yönettiği zaman kendisine kral adını veriyoruz. Yasaları sayan bu hükümdarın önderi bilim ya da kanı olmasına göre de ayrı adlar kullanmıyoruz. “ (s.33, Devlet Adamı, Platon)
“ İnsanlar yasaların egemeni değil, yasalar insanın egemeni, buyuranı olmalıdır.”


Devletler yasalara bağlı kalırlarsa, yasalara göre toplumu yönetirlerse en iyi yönetimlerden ilki de demokrasidir.


Devlet yöneticileri kendi istekleri, hevesleri, çıkarları yönünde değil yasalara bağlı olarak yönetmek zorundadır. Yönetim dönemleri sona erdiğinde her devlet adamı, yasalara göre yönetimleri denetlenerek hesap vermelidirler.


“Yurttaşları mahkemeye vermek yetkisinde olanlardan rasgele biri de onu mahkemeye verecektir; mahkeme de, gençlere ya da yaşlılara yasalarda yazılanı aşağı görerek öğreticilik yaptığı kanısına varınca onu en ağır işkencelerle cezalandıracaktır. Çünkü kimsenin yasalardan daha bilgili olmaya asla hakkı yoktur.” (s.32, Devlet Adamı, Platon)






İsmail İNCİ, 23/04/2012
www.iinci.blogspot.com
bgi.inci@mynet.com
bgi.inci@hotmail.com





6 Nisan 2012 Cuma

BENZER OLAN ÖZLERİN BİLEŞİMLERİNİN EŞİTSİZLİĞİ VE YARGILAMANIN YANILGISI



12 EYLÜL 1980 ASKERİ DARBESİ






“Ama insanlar nesneleri incelemek için türlere ayırmaya alışkın değildir; bunun için, bu türlü ölçüler ne kadar farklı olurlarsa olsunlar onların benzediklerine hükmederek aynı olduklarını söylerler; bölümlerine ayırmadıkları başka şeylerde de tam tersini yaparlar. Oysa doğrusu, birtakım şeyler arasında bir ortaklık görünce bu ortaklık içinde türleri oluşturan bütün ayrımları ayırt etmedikçe bu şeyleri elden bırakmamak gerektiği gibi; bir çoklukta bir sürü benzemezlikler görünce de, saklı bulunan bütün akrabalık çizgilerini biricik bir benzerlik içine kapatıp bir türün özünde toplamadan önce, ondan yüz çevirmemek ve vazgeçmemek gereklidir.” Platon, Devlet Adamı.


İnsanın yargılarında yanılmasının, gerçekdışı düşüncelerin ortaya çıkışının nedeni, bileşik olan varlık ve olguların tüm bileşenlerinin ve her bileşenin niteliklerinin tam olarak bilinmeden, genel benzer bileşenlerden devinerek karar vermektir. Yargılarımızda bizi en çok yanlış yargılara götüren uslamlamalardan birisi benzer olan varlık ve olguların özlerinin aynı olduğu düşüncesidir. Gerçekte ise tüm bileşenleri birebir birbirine eşit olmadığı sürece benzer olan varlıkların özlerinin eşitliğinden hareket ederek aynı vargılara varmak büyük yanlış düşüncelere bizi götürür. Bu mantıksal gerçeklikle 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat Askeri darbelerini ayrı özleri ile değerlendirmek gerekir. 12 Mart 1971 ile 28 Şubat 1997 darbelerinin bileşenleri birbirine daha yakındır ve zorunlayıcılığı daha azdır; 27 Mayıs 1960 ile 12 Eylül 1980 Askeri darbelerinin bileşenleri de birbirine daha yakındır ve toplumsal zorunlayıcılıkları daha fazladır. Askeri oligarşinin demokrasinin yerini alması; askeri darbe anlayışını beslemesi, kurumlaştırması, örgütlü olarak varlığının sürdürmesini cesaretlendirmesi, askeri oligarşinin demokratik yönetimlerle iktidarı gerektiğinde paylaşması gerektiği düşüncesini yasallaştırması nedeniyle tüm darbeler demokrasinin doğru işleyişi için zararlıdır.


12 Eylül 1980 Askeri Darbesi, Soğuk Savaşın etkisinde olan tüm dünya ülkelerinde ortaya çıktığı görülen ideolojik çatışmalarla birlikte gelen sokak çatışmalarını, şehir merkezlerine yayılan, tüm ülkeyi kapsayan kardeş kavgasını, bir tür iç savaşı ve ülkenin ideolojik bölünme ile birlikte coğrafi bölünmesini önlemek için zorunlu olarak yapılmış bir Askeri Harekettir. Bu Askeri Harekât yapılmasaydı ve Soğuk Savaşın ideolojisinde değişimler olmasaydı ülkenin, Almanya'nın Doğu-Batı Almanya, Kore'nin Kuzey-Güney Kore, Vietnam'ın Kuzey-Güney Vietnam olarak bölünmesi gibi bölünme olasılığı çok büyüktü. 12 Eylül Darbesinin Yargılanma duruşmasında ortaya çıkan görünüm tipik bir 12 Eylül öncesi görünümdür. Bu dönemin saplantı olarak kalan ideolojik anlık yapısı, soğuk savaşla birlikte dünyada ortadan kalkarken ne yazık ki bizde, her an yeniden canlanacak biçimde varlığını sürdürüyor.


İnsanların ve toplumların belleğinin genel bir ilkesidir ki zaman geçtikçe, eski olaylar beynin alt hücrelerinde kalarak bellekteki canlılıklarını yitirirler, silinirler. Güncel ve yakın zamanlardaki olgular beynin üst hücrelerine yerleştiklerinden canlılıklarını korur ve anımsanırlar. Belleğin bu genel yapısı nedeniyle, geçmişte gerçekleşen düzeni, birliği sağlayan eylemler, düşünceler unutulur. Bu unutma veya yarım, eksik anımsamalar nedeniyle, düzen, birlik yeniden bozulma eğilimine girer; kargaşa ortaya çıkar.


İnsanın ve toplumların bu zayıf niteliğinin getirdiği sorunları engellemek için, belleğin zaman zaman geçmiş olguları anımsaması sağlanmalıdır.


Kenan Evren'in, ülkenin içinde bulunduğu durumu resimleyen 12 Eylül 1980 tarihli Radyo- Televizyon konuşması:


“Yüce Türk Milleti,


30 Ağustos Zafer Bayramı dolayısıyla sizlere radyo ve televizyondan hitap etmek imkânını bulmuş ve ayrılan kısıtlı süre içerisinde mümkün olduğu kadar, yurdumuzun içinde bulunduğu siyasi ve ekonomik durumu ile anarşik ve bölücü eylemleri; alınması gereken tedbirleri çok kısa olarak izah etmeye çalışmıştım. Yine çok iyi hatırlayacaksınız ki, iki yıldır her fırsattan istifade ile muhtelif defalar verdiğim beyanat ve radyo-televizyon konuşmalarımda da bu hayati önemi olan konuları dile getirmiştim. Kalbi bu vatan ve millet için atan sağduyu sahibi vatandaşlarım kabul edeceklerdir ki; ülkemizin halen içinde bulunduğu hayati önemi haiz siyasi, ekonomik ve sosyal sorunlar, devlet ve milletimizin bekasını tehdit eder boyutlara ulaşmış ve bu hal devletimizi, Cumhuriyet tarihinin en ağır buhranına sürüklemiştir. Yine hepinizin bildiği gibi; anarşi, terör ve bölücülük, her gün 20 civarında vatandaşımızın hayatını söndürmektedir. Aynı dini ve milli değerleri paylaşan Türk Vatandaşları siyasi çıkarlar uğruna, çeşitli suni ayrılıklar yaratılmak suretiyle muhtelif kamplara bölünmüş ve birbirlerinin kanlarını çekinmeden akıtacak kadar gözleri döndürülerek, adeta birbirlerine düşman edilmişlerdir. Atatürk ilkelerini esas alarak kurulan Cumhuriyetimizin bu duruma düşürülebileceğini, bundan 10 sene evvel tasavvur dahi etmek mümkün değildi Bugüne kadar iktidara gelen çeşitli hükümetlerin, her yıl artan bir hız ile yaygınlaşan ve dünya tarihinde sayısız örnekleri görülen özel harbin sızma ve çökertme harekâtına karşı iç güvenliği sağlayacak kararları ve tedbirleri birinci öncelikle alacaklarını vadetmelerine rağmen; sonuç alacak teşebbüsleri, siyasi çıkar çatışmaları ve basit parti hesapları, kaprisler, hayaller, gerçek dışı talepler ve Türk Devleti'nin niteliklerine ters düşen gizli ve açık emeller arasında kaybolup gitmiştir. Düşmanın amaç ve yöntemleri, anarşi, terör ve bölücülüğün ulaştığı düzey; özel hukuki tedbirlere, idari düzenlemelere, sosyal koşulların geliştirilmesine milli eğitim ve iş hayatının düzenlenmesine ihtiyaç göstermekteyken; milletin vekaletini taşıyan milletvekilleri ve senatörler Meclislerde aylardan beri, hiçbir sorumluluk duymadan yalnız parti menfaat ve disiplini uğruna bu olaylara seyirci kalabilmişlerdir. İktidarların başarı ümit ederek aldıkları her tedbir, muhalefetler tarafından kınanarak ve hatta memleket yararına da olsa baltalanmıştır. Milli birlik ve beraberliğe en fazla muhtaç olduğumuz dönemlerde bile kutuplaşmalar ve bölünmeler adeta teşvik edilmiş; yangını beraberce söndürmek yerine, üzerine benzin dökülerek memleket bilerek veya siyasi çıkarlar uğruna, sırf iktidara gelebilmek pahasına bir yangın yerine çevrilmek istenmiştir. Ağızlarından düşürmedikleri hukuk devleti kavramı, bir kısım anayasal kuruluşlarca, devletin parçalanması pahasına da olsa yalnız kişilerin müdafaası olarak yorumlanmış, devletin ve milletin savunulması ise sahipsiz kalmıştır. Anayasanın kuvvetler ayrılığı ilkesinin birlikte getirdiği sorumluluk, uygulamada kuvvetler çatışmasına dönüştürülmüştür. Düşüncelerimiz, dinimiz üzerinde ve akla gelebilen her konuda dış ve iç kaynaklı bölücü ve yıkıcı faaliyetler bütün şiddetiyle sürdürülürken ne hazindir ki; bir kısım gerçeğe uymayan özerklik, dar görüşlü, sahibinden başkasının inanmadığı devletin enkazı altında kalacaklarının, yok olup gideceklerinin idraki içinde olamadıkları görünümünü vermişlerdir. Bu acı hakikatleri görüp çare arayanların veya Türk Ulusunu uyaran ve milleti bütünleşmeye davet edenlerin ise seslerini duymak mümkün olamamıştır. (Bir kısım kıymetli Türk basınının bu konuda zaman zaman yaptıkları uyarıları burada şükranla belirtmek isterim.) Siyasi partiler, bu kritik dönemde milletin özlemle beklediği önlemleri almak yerine; iç gerilimi devamlı olarak arttırarak, yıkıcı ve bölücü mihrakları büsbütün kışkırtarak, onlara cüret ve cesaret verecek beyan ve eylemleri ile adeta yarışırcasına seçim yatırımları için zemin yaratma yollarını tercih etmişlerdir. İktidara gelen siyasi partiler, devlet teşkilatının bütün kademelerini kendi görüşleri doğrultusundaki kişilerle doldurarak, kamu görevlilerinin ve vatandaşlarımızın bir tarafa girerek kamplara bölünmesini zorunlu hale getirmişler, giderek anarşi ve bölücülüğü destekleyen kaynakların şekillenmesine ve kamu kuruluşlarında çalışanlarla, polis ve öğretmenlerin dahi birbirine düşman kamplara ayrılmalarına neden olan partizan tutum ve davranışlardan vazgeçmemişlerdir. Böylece tarafsız halkımız, devletten beklediklerini parti kapılarında aramaya mecbur bırakılarak devlet otoritesi yok olmaya, vatandaşların hak ve hukukunu korumak ve ona tarafsız hizmet götürmek yerine, devletin saygınlığı yavaş yavaş erimeğe mahkûm olmuş ve dolayısıyla ülkemizde tam otorite boşluğu teşekkül etmiştir. Bir kısım bedbahtlar Türk Milletinin bağımsızlığını, birlik ve beraberliğini temsil eden İstiklal Marşımıza, koyu taassup veya sapık ideolojik amaçlarla protesto maksadıyla oturarak veya İstiklal Marşı yerine Enternasyonali söyleyerek açıkça saygısızlık gösterebilmişler ve buna doğrudan sorumlu kişiler tevil yoluna sapmak suretiyle savunmalarını yapabilmişlerdir. Uzun zamandan beri bu fevkalade üzücü olayları yakından takip eden Türk Silahlı Kuvvetleri hatırlayacağınız gibi; milletin kendisine verdiği yetkileri kullanamayan ve bu korkunç gidişi acz içinde seyreden anayasal kuruluşların tümünü Cumhurbaşkanımız aracılığıyla uyararak, alınması gereken tedbirlere de yer vermek suretiyle büyük Türk Milletine karşı yüklendiği sorumluluğu dile getirmiştir. Aradan geçen 8 aylık süre içerisinde yaptığımız sayısız uyarmalara rağmen hemen hemen bu tedbirlerin hiç birine yasama ve yürütme organları ile diğer anayasal kuruluşlardan yeterli bir cevap alınamamış ve bu konuda müspet faaliyetleri de izlenememiştir. Bu uyarı mektubundan sonra bir kısım yasaları etkisiz hale getirerek çıkaran Meclislerimiz22 Mart 1980 tarihinden beri siyasi çıkar hesapları ile çıkmaza sürüklenen Cumhurbaşkanlığı seçiminden dolayı içinde bulunduğumuz buhran ile mücadelede en kıymetli unsur olan zamanı fütursuzca harcamışlardır. Dünyanın hiçbir ülkesinde Cumhurbaşkanlığı makamı ve seçimi bu kadar hafife alınmamış ve bu kadar zaman boşa harcanmamıştır. Asayiş ve ekonomik bunalıma çareler getirmesi ve kanunlar yapması beklenen yasama organlarımız, memleket üzerine çöken bu kâbusa karşı kayıtsız kalmışlardır. Anayasamız, Türk Vatandaşlarının dini inançlarından ötürü kınanamayacağını, açıkça belirtmiş olmasına rağmen, tek bir oyun peşinde koşan siyasi partilerimiz, yüce Atatürk’ün Cumhuriyeti Döneminde unutulmuş mezhep ayrılıklarını kışkırtmakta faydalar görerek Erzincan, Sivas, Kahramanmaraş, Tunceli ve Çorum illerinde siyasi çıkarlar uğruna vatandaşlarımızın birbirini katletmelerine neden olmuşlardır. Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde yaşayan ve kendini Türk Vatandaşı kabul eden herkesin tek bir vücut halinde Türk Milleti'ni oluşturduğu unutulmuş ve değişik mezheplere bağlı vatandaşlarımızın tam bir kardeşlik bağı ile kaynaşmalarını engellemek isteyen kışkırtıcılar siyasi destek görmüşlerdir. Bir kısım anayasal kuruluşlar muhtelif etkiler altında anarşi, terör ve bölücülük karşısında tarafsız, adil ve ortak bir yol izlemek yerine, bizzat Anayasanın ihlali karşısında dahi sesiz kalmayı tercih etmişlerdir. Bütün bu şartlara rağmen; hukuk devletinin temel ilkelerini savunmakla görevli anayasal kuruluşlarımız, devletin en üst kademesindeki anarşizmin yarattığı tehlikenin büyüklüğünü idrak edemediklerinden veya terör odaklarının tehdidinden çekindiklerinden, devletin temellerine konan dinamitle her an parçalanma tehlikesi karşısında olduğunu gözlerden kaçırmaya çalışmışlardır. Devlet çökertildiği zaman Anayasanın kanatları altına sığınan tüm hukuk kurumları ile özerk, bilim ve müessese ve derneklerinin bu enkaz altında yok olacağı unutulmuştur. Son iki yıllık süre içinde terör 5.241 can almış, 14.152 kişinin yaralanmasına veya sakat kalmasına sebep olmuştur. İstiklal Harbinde, Sakarya Savaşındaki şehit miktarı 5.713, yaralı miktarımız 18.480Ddir. Bu basit mukayese dahi Türkiye’de hiçbir insanlık duygusuna değer vermeyen bir örtülü harbin uygulandığını açıkça ortaya koymaktadır…..”






İsmail İNCİ, 06/04/2012

http://www.iinci.blogspot.com/

bgi.inci@mynet.com

bgi.inci@hotmail.com





    

13 Mart 2012 Salı

4+4+4 AŞAMALI EĞİTİMİN 6+3+3 AŞAMALI OLARAK YASALAŞMASI DOĞAL ÖĞRENME YASALARIYLA DAHA UYUMLUDUR

YENİ EĞİTİM YASASININ DOĞAL ÖĞRENİM SÜRECİ İLE UYUMLULUK SINIRLARI VE PARTİLER ARASINDA UZLAŞMAZLIK NEDENLERİ






“Bir varlığın bilgisini elde etmek isteyenler için bilinmesi gereken üç şey vardır. Bilim dördüncü şeydir. Beşinci olarak da, tanınanı, gerçekte var olanı saymamız gerekir. Birincisi ad, ikincisi kavram, üçüncüsü imge, dördüncüsü de bilimdir. Bu söylediğimi anlamak için bir örnek verelim, her şeyi bu örnekle karşılaştıralım. Daire denen bir şey vardır; adı da şimdi söylediğim sözcüktür. Sonra, dairenin, ad ve eylemlerden kurulmuş bir kavramı vardır; bütün uçlarının odağa eşit uzaklıkta olduğu şey; işte yuvarlak, çember, daire denen şeyin kavramı. Bundan sonra resmi çizilen, sonra silinen; tornayla yapılan, sonra bozulan nesne gelir; oysa bütün bunlarla ilgili olan dairenin kendisi bu değişmelerin dışındadır; çünkü o, ayrı bir şeydir. Dördüncü şey, bu nesnelerin bilimi, akılla kavranması ve onlar konusundaki doğru kanıdır. Bunlar aynı türdendir ve sözde ya da madde biçimlerinde değil, ruhta bulunurlar. Onun için bunların daireden ve demin sözünü ettiğim o üç şeyden başka bir özde oldukları açıkça görünür. Bunların yakınlık ve benzerlik bakımından beşinciye en çok yaklaşanı, akılla kavramadır; ötekiler daha uzaktır.” (PLATON, Mektuplar)

Platon’un varlığın bilgisini elde etme, eşdeyişle öğrenme sürecinin beş aşaması vardır. Ancak Bu aşamaya gelme süreci eşdeyişle öğrenme sürecinin başlamasından önce varlığı “tanıma” süreci, eşdeyişle” yaşam bilgisi” süreci bulunmaktadır. Bu süreç, insan yaşamının bebeklik çağından başlar, çocukluk çağının son yıllarına değin sürer. Ergenlik çağında yaşam bilgisinde olgunlaşarak, varlıkları tanıma sürecini genelde bitirmiş olarak salt kavramlarla öğrenme sürecine, Platon’un varlığın bilgisine beş aşamalı olarak ulaşma sürecinin en son aşaması olan beşinci aşamaya gelir.
Varlıkların imgelerinin (Platon’a göre üçüncü aşama), imgelerinin sözcüklerle iletişiminin sağlandığı adlarının(Platon’a göre birinci aşama), bu adların tanımlarının (Platon’a göre ikinci-kavram aşaması) tanınması çağının sonunda dördüncü aşama olarak bilim aşaması, bilme aşaması başlar, Bilim aşamasında insan ancak öğrenime başlayabilir. Bundan önceki aşamaları varlıkları “tanıma aşaması” olarak adlandırabiliriz. Dördüncü aşama ile bilme öğrenme aşamasına gelmek için belirli bir bilgi birikimine sahip olma zorunluluğu vardır. Bilim aşamasından sonra gelen en son aşama, bilinenlerden bilinmeyenleri bilme aşaması olan salt us ile kavramadır. Bu son aşama, teorik bilimlerin öğrenilmesi, aşamasıdır. Mantık, felsefe, ilahiyat, hukuk, edebiyat, matematik, siyasal bilimler, kuramsal fizik..vb. bilimlerin alanı bu öğrenme yeteneği alanına girer. Ancak her bilimsel disiplin bu öğrenme yeteneğinden de pay alır.

Bilim aşamasına gelen öğrencilerin eğitimlerinin alanlarının belirlenmesi, bu aşamadaki yeteneklerine, eğilimlerine, yatkınlıklarına bağlı olarak gerçekleştirilir ve ortaya çıkan bu niteliklerle uyumlu olarak gerekli yönlendirmeler yapılır.

En son eğitimin yasa ile düzenlenmesi sonucu, beş ve altı yaşlar anaokulu aşaması sayılarak, bilim aşaması 4 yılın sonunda başlatılması yasalaştırılmak istenmektedir. Dördüncü yılın sonunda veya ikinci dört yılın içinde, yetenek ve ilgi alanlarının belirlenerek bilme, öğrenme aşamasının başlaması yasal düzenlemesinde doğal öğrenme yasalarının insan yasaları ile bir zorlanması vardır. Bu doğal öğrenme süreçlerinin zorlanarak bilim yaşının ilk dört yıla indirme amacının arkasında, muhalefetinde belirttiği gibi 28 Şubat 1997’de eğitim sisteminin zorunlu sekiz yıla çıkarılmasının değiştirilmesi isteği vardır. Oysa eğitim sisteminin 28 Şubat tarihinde zorunlu sekiz yıla çıkarılması, eğitime verilen büyük önem ve değerdendir. Postmodern Darbeci örgütlerin kasıtlı eylemi olarak görme düşüncesinin bırakılması gerekir. Eğitimde yapılan bu yasal düzenleme, çağın doğal öğrenme sürecinin getirdiği bir yasal gerekliliktir; eğitim sisteminde önemli bir ilerlemedir.


Eğitimdeki bu gelişmenin, ilerlemenin dinsel eğitimin ortadan kaldırılması, önünün kesilmesi olarak görülmesi; bu görüş sonucu bugün zorlama ile bilim yaşının(alan seçiminin) ana okul sonrası ilk dört yılın sonuna indirilmesi, muhalefet partilerinin şiddetli karşı gelişlerine neden olmaktadır. Bu doğal öğrenme süreci yasalarına karşı bir tutum ve eğitimde, gerileme olarak görülmektedir. İktidarın yasaları değiştirerek dinsel eğitim verecek okulları erken eğitime başlatma ereği, muhalefet partilerini uzlaşmaz karşı eylemlere götürmüştür. İktidarın bu yasal düzenlemesi ile henüz kavramsal öğrenme aşamasına gelmemiş; yatkınlıkları, eğilim ve yetenekleri ortaya çıkmamış çocuklardan, dinsel öğrenim alanlarının doğru seçimi de beklenmemelidir.


Milli Eğitim Bakanlığının yapmış olduğu araştırma sonucunda, %60 oranında görüldüğü gibi, bilim aşamasına gelme çağını ana okuldan sonra (yedi yaştan sonra), 6+3+3 olarak belirlemek doğal öğrenme süreci yasalarıyla daha uyumludur. Yasal düzenlemeyi de bu gerçeklikle uygun olarak yapmak, aynı zamanda muhalefetle uzlaşmayı da getirir.








İsmail İNCİ, 13/03/2012
http://www.iinci.blogspot.com/
bgi.inci@mynet.com
bgi.inci@hotmail.com



25 Şubat 2012 Cumartesi

DUYUSAL ALGILAMALARA VE KAVRAMSAL ALGILAMALARA BAĞLI EĞİTİMİN NİTELİKLERİ

EĞİTİM ÜZERİNE



“Eğitimin İki Ana Yönü ve Temel eğitim:


Öğrenerek edindiğimiz bütün bilgilerimizin kaynağını iki bölümde inceleyebiliriz: Birincisi, doğrudan doğruya duyularımızın nesnelerle ilişkisi sonucu edindiğimiz bilgiler; ikincisi, dolaylı olarak nesnelerin tanımlanması ile edindiğimiz bilgiler.




Her iki öğrenim biçiminde de öğrenimin gerçekleşebilmesi için temel bir eğitim ve öğretim süreci gerekir. Bu süreç, dış dünyanın temel niteliklerinin tanınmasını ve öğrenilmesini içerdiğinden daha çok dış algılamaya dayanır. Temel eğitimde ve öğretimde bu ayırıcı nitelik nedeniyle görgü ve kılgı ağırlıklı eğitim zorunluluğu vardır.

Temel eğitim ve öğretim sürecinde, toplumun üretim gereksinmelerinin karşılanmasının koşulları hazırlanırken, iyi bir toplumun oluşma ve sürmesinin koşulları da dikkate alınır.



Eğitimin İki Ana Amacı:


Eğitimin iki genel amacı ve hedefi vardır. Bu amaçlar da birbirinden eğitim yöntemleri ile ayrılır. Birincisi halkın toplumsal eğitimidir. Bu eğitim ile amaçlanan özet olarak bireylerin yasalara bağlı, iyiliksever, dürüst, çalışkan, birbirine saygılı kişiliklerde birer yurttaş olmalarıdır. İkinci amacı, yurttaşların işbölümlerine uygun mesleki eğitim görmeleri ve bu yönde eğitilmeleridir.






Toplumsal Amaçlı Eğitim (İdeal Toplumların Oluşturulması ve Korunmasında Eğitimin Rolü):


Toplumsallaştırma amaçlı eğitimde iyi davranışlar, dünyaya gelişten itibaren model (örnek) davranış ve alışkanlıklarla kazandırılır. Çocukluk çağından başlayarak bu eğitimin verilmesi amacı, çocuklukta henüz hiçbir bilgi girişi bulunmayan belleklere bilgilerin yerleştirilmesinin kolay ve aynı zamanda kalıcı nitelikte olmasıdır, çünkü; verilen bilgilerin, varolan bilgilerle karşılaşma ve çatışma, durumu yoktur. Toplumsal amaçlı eğitimle, ilk girilen bilgilerin iyi yurttaşlar oluşturulması yönünde verilmesiyle, çatışmasız olarak veriler alınıp belleklendiğinden, kalıcı davranış biçimlerinin ortaya çıkarılması kolaylaşır. İleriki çağlarda girilmeye çalışılacak bilgiler, yerleşmiş olan bilgilerin çatışmasıyla reddedileceğinden davranışların değiştirilmesi (bozulması) da zor olacaktır. Toplumsallaşma amaçlı eğitimin bozulmaması, niteliklerini koruması için ise iyi ve olumlu örnek ve modellerin etkilerinin sürüyor olması gerekir. Bu somut etkilerin yanında toplumsal yaşama ilkesinin mantığına aykırı kuramsal bilgiler, oluşan toplumsal eğitimin niteliklerini bozacak yönde etkili olmamalıdır. Kötü örnek ve modellerin sonraki toplumsal gelişmelerle iyi modeller olarak ortaya çıkarılması, toplumsal değer verilerek yüceltilmesi toplumsal amaçlı eğitimin en büyük yıkıcı öğeleridir. Bu tip toplumsal çelişkiler, ideal toplumların oluşumunu ortadan kaldırır. İyi modellerin evrensel niteliklerinin korunması gerekir.

Toplumsal Amaçlı Eğitim, tüm mesleklerin eğitiminde önceden alınmış olması gereken “ortak eğitim”dir.
Her iş alanı (sanat), toplumda gereksinmelerin karşılanması ile ilgili işinin niteliklerini yerine getirirken, bu davranış nitelikleri, aynı zamanda üzerine düşen ahlaki görev niteliklerini de içermesi gerekir. Çünkü, toplum yaşamı karşılıklı dayanışmayı, birbirinin çıkarlarını korumayı, birbirine en iyi hizmeti vermeyi gerektirir. Yani iyilik ve yardımlaşma, aldatmama, çalmama, çalışkan olma, büyüklere saygı olma, küçükleri koruyup kollama gibi ahlaki erdemin temel ilkeleri öğrenmeyi gerektirir. Bu erdemler ise, toplum içinde birey doğduğu andan itibaren usa pratik yaşam içinde, beş altı yıl gibi kısa zaman dilimi içinde, diğer sanatları ve sanatlarla ilişkisini öğrenmeden yerleştirilir. Bireyin istençli olarak öğrenmeye başladığı yaşlarda, diğer sanatların eğitimini alma aşamasına geldiğinde, ahlaklı mesleki davranış biçimlerinin bilgileri (ahlaki erdemler sanatı) usta içselleşmiş (alışkanlıkla altbilgince yerleşmiş) olarak bulunur.
İyi örnek ve modeller gösterilerek ve göz önünde olunarak erdemli toplum bireyleri toplumda yetiştirilir. Toplum bireylerinin bir işkolunda kendi işlerini yapmaları, işlerini benimsemeleri, başka işkollarının gelirlerine kıskanarak uzanmamaları; hırsızlık ve sahtekârlık, yalancılık yapmamaları, bireylerin bir meslek sahip olacak gerekli eğitimi almaları; bireylerin aralarında iyi ilişkiler kurulmasının ve bu ilişkilerin sürmesinin öğretilmesi… vb bu temel eğitimin toplumsal yönüdür. Bu eğitimin sağlanması ise toplumu yöneten lider ve iktidarların görevidir. Bu temel eğitim sürecinde toplumda adalet inancı ve duygusu yerleştirilirken, toplumun üretimle gereksinmelerinin karşılanmasının temelleri de atılmış olur.” (Bk. www.iinci.blogspot.com, KURAMSAL(BİLİMSEL) MESLEKLERİN EĞİTİMİNİN NİTELİKLERİ, 30/04/2011)


Ahlaki kuralların, dinsel temelli bilgilerin toplum tarafından, bireyin doğumundan başlayarak yaşamın içinde öğretilmesi ve öğrenim çağına girince okul yaşamı içinde, bilgilerin öğrenilmesi sürecinde ahlaki erdemlerin öğreniminin sürmesi nedeniyle bireylerin tüm öğrenim süreçlerini ‘İmam Hatip’ okulları ile tek tipleştirerek ahlaki ve dinsel kuralları vermeyi hedeflemek yanlıştır. Bu tip bir eğitim-öğretim modeli öğrenimi baskı altına almak demektir. Özgür nitelikte olan öğrenme ve eğitimin, toplumda başarılı olması, istenen gelişmeyi sağlaması bu tip eğitimlerde beklenmemelidir. Bir toplumda bu tür eğitimi isteyenler, o toplumun gelişmesini istemeyen düşman toplum ve topluluklar olabilir.


Öğrencilerin belirli yeteneklerinin, eğilimlerinin; dış algılama (pratik sanatlar öğrenimi- duyusal algılarla öğrenme) ve iç algılama (kavramsal algılama-kuramsal öğrenme) yetenekleri ve yatkınlıkları, temel kavram ve duyusal algı öğrenim sonucunda ortaya çıkar. Bu sürecin, genel deneyim ve gözlemler sonucunda öğrenimin beşinci yılından sonra gerçekleşebildiği görülmektedir.

 
Üçüncü Eğitim ve Öğretim Biçimi: Dış Algılama ve İç Algılama Yeteneğinin Ortak Gelişmesi:


Bazı mesleklerin kılgısal ağırlıklı ve dış algılamaya bağlı olmalarına rağmen, kuramsal bilgileri, diğer mesleklerle bağıntıları ve deneyimsel algılama sayıları çoktur. Terzilik, Motor makinistliği, elektrikli araçlar onarımı..vb
Bu kılgısal ağırlıklı olan mesleklerin tıp, makine mühendisliği, ziraat mühendisliği, elektronik mühendisliği gibi daha ileri eğitim gerektiren mesleklerle ayrımları çok değildir. Bir meslek tümel olarak birçok bilgiyi içerirse, birçok bilimlerle bağlantılarında eğitimi ve öğretimi verilirse o meslek kuramsal (bilimsel) meslekler alanına girebilir. Tıp bilimi eğitimi gören öğrenciler de dahil olmak üzere birçok yüksek öğrenimi gerektiren iş alanları, gerekli tümel olma niteliklerini sağlamadıkları taktirde birer el sanatından öteye gidemezler. İş görme aşamalarında doğru yol ve uygulamaları bulmada başarılı olamazlar.” Tıp sanatı ile… Kavrananlar yalnızca pratik için ortaya konulmuş olan şeylerdir( bilgilerdir). İstenilen amaç (tümel kavrama amacı) gerçekleştiğinde ise, bu bilgiler ilintisel duruma düşerler. Ama eğer eşyanın tümünü tanıma isteği, pratik sanatlardan bir sanatın amacı durumuna gelirse o zaman bu sanat başka tür bir sanat olur….”(s.158, , Siyasete Dair Temel Bilgiler, İbni Rüşt)


Dış Algılama ve İç Algılama Yeteneğinin Ortak Olarak Bulunduğu Mesleklerin Temel Eğitimlerinin Seçimi:


Kuramsal(bilimsel) meslekleri kılgısal(pratik-sanatsal) mesleklerden ayırıcı nitelik, kuramsal, tanımsal bilgileri ve diğer mesleklerle bağıntılı kuramsal bilgilerinin çok daha fazla ve çok daha çeşitli alanlarda olmasıdır. Bu nitelikleri gereği özellikle teknik alanlardaki bilimsel mesleklerin temel eğitimleri; kılgısal, görgüsel olan mesleklerin eğitimlerinden gelmesi, bilimsel uygulamalarının başarısını arttırır.
Bu noktada tüm pratik sanatlardan, özellikle bazı ana sanatlardan kuramsal us ve yeteneğe sahip bilimsel mesleklere geçme olanağı vardır. Bir sanatı diğer sanatların ilişkileri, bağlantıları, varolan bilgileri ile birlikte tümel kavrayarak edimsel olarak o sanatı gerçekleştirmek, teorik usun yeteneklerini ortaya çıkarır. Marangozluk, kaynakçılık, motor makinistliği… vb değil ama makine mühendisliği, gıda mühendisliği, bilgisayar mühendisliği veya toplumsal alanda toplumbilim, iktisat, işletme… vb eğer salt kendi alanları ile sınırlı bilgilerle yapılan bir sanat düzeyinde ise bu bilimsel bir sanat yani teorik usun yetenekleri alanına giren bir eğitim alanı değildir, bir alt sanat gibi ( her alanda yerine getirilen işçilik meslekleri) bir sanattır. Ancak bir iktisat sanatı, diğer sanatların bilgisi ile kavranarak yapılırsa tümellik niteliği ve teorik usun niteliklerini taşır. Bu iktisat biliminin bilgilerinin bağlantılarında varlığın diğer tüm bilgilerinin bağlantısı, ortaklıkları, ilişkilerinde tümel gerçekliğin bilgisine ulaşma amacı taşınır. Felsefe, fizik, kimya, toplumbilim, ruhbilim, tıp… vb ile bağlantıları, ortak gerçeklikleri araştırılarak tümel gerçekliğe varılır.
Meslek liselerinde alınan pratik sanatların temel bilgileri, üniversitelerde teorik usun gerektirdiği aynı sanatın tümel eğitimi ile pekiştirilerek daha iyi eğitim sağlanmış olur.” ( (Bk. www.iinci.blogspot.com, KURAMSAL(BİLİMSEL) MESLEKLERİN EĞİTİMİNİN NİTELİKLERİ, 30/04/2011)


 
Doğal olarak bu aşamaya (kuramsal-bilimsel mesleklerin eğitimine) girecek olan uslar, doğalarında teorik usun niteliklerini taşıyan uslar olacaktır. Diğer bireyler, zorunluluktan kaynaklanan, gereksinimleri dolaysız karşılama ediminde bulunacak olan iş alanlarında çalışmak üzere eğitimlenecek ve çalışma yaşamına gireceklerdir. Teorik usun ise eğitimi ve öğretimi ileri aşamalarla sürdürülecektir. Eğitimde yapılacak bir reform bu yönde olmalıdır, eğitimin toplumsal gerçeklikle uyumlu olarak izlemesi gerektiği yol da budur.






İsmail İNCİ, 25/02/2012

http://www.iinci.blogspot.com/
bgi.inci@mynet.com
bgi.inci@hotmail.com







 






23 Ocak 2012 Pazartesi

ÖZEL YETKİLİ MAHKEMELERİN KURULUŞ FELSEFESİ VE ADLİ KOLLUK GÜÇLERİNİN BAĞIMSIZLIĞI, YARGININ BAĞIMSIZLIĞININ ZORUNLAYICI KOŞULLARI

ÖZEL YETKİLİ MAHKEMELERİN KURULUŞ FELSEFESİ VE YARGI BAĞIMSIZLIĞININ GERÇEKLEŞTİRİLMESİNİN ZORUNLU KOŞULLARI




Ülkelerin olağanüstü dönemlerinde yargının da olağandışılaştığı görülür. Toplumun önemli işlevlerinden birini yerine getiren bir organı olarak yargının niteliğinin değişimi, toplumların nitelik değişimlerine bağlıdır. Toplumun yönetim niteliklerindeki değişime bağlı olarak yargının niteliklerinde değişim davranışı göstermesi doğal bir süreçtir. Bu niteliklerin uyumluluğu gereği olarak, ülkelerin bağımsızlık savaşlarında, ülke bağımsızlığının gerçekleştirilmesi niteliği değişimi yargı işlevini de kapsayarak İstiklal Mahkemelerinin kurulmasını gerektirmiştir. Terörün arttığı, toplumda yoğun olarak güvenliğin ortadan kalktığı, korkunun egemen olmaya başladığı dönemlerde toplumun güvenliğin sağlanması niteliği, yargı öğesinin niteliğini de etkileyerek olağandışı güvenlik mahkemelerinin (Devlet Güvenlik Mahkemelerinin) kurulmasını gerektirmiştir. Devlete karşı isyan ve darbelerin arttığı dönemlerde ise Sıkı Yönetim Mahkemeleri kurulmuştur. Yargı sistemlerindeki tüm bu nitelik değişimleri, toplumlardaki nitelik değimlerinin yargı organlarını içeriyor olmasının mantıksal sonuçlarıdır. 11 Eylül 2001 tarihinde ABD’de yapılan terör eylemi sonucu kişilerin özgürlükleri kısıtlanmış, cezalar arttırılmıştır.


Zaman zaman güvenliği bozan olaylar karşısında bireylerin hak ve özgürlüklerinde bazı kısıtlamalar olmasına rağmen, toplumların güvenli yaşama anlayışlarında insan hak ve özgürlüklerine verilen önemin artması sonucu, hak ve özgürlüklerin arttırıldığı bir nitelik değişimi ortaya çıkmıştır. Toplumsal anlayışımızdaki bu nitelik değişimi ve Avrupa Birliğine uyum süreci çalışmalarına bağlı olarak Mayıs 2004 yılında anayasada yapılan değişiklikle Devlet Güvenlik Mahkemeleri kaldırılarak, Özel Ağır Ceza Mahkemelerinin kurulduğu görülür.


Özel Ağır Ceza Mahkemeleri (Özel Yetkili Mahkemeler, Özel Yargı Mahkemeleri) yapıları askeri hakim ve savcılardan arındırılarak insan hakları ve özgürlüklerine daha önem verilen mahkemeler durumuna getirilmiş olmasına rağmen tanınan özel yetkileri ile Devlet Güvenlik Mahkemelerinin niteliklerinden uzaklaşamamıştır. Devlet Güvenlik Mahkemelerinin yetkisinde olan ilke olarak organize suçlar, uyuşturucu kaçakçılığı ve terör suçları ile ilgili yargı yetkisi yeni oluşturulan Ceza Mahkemesi Kanunu’nun 250. Maddesi ile Özel ağır Ceza Mahkemelerine verilmiştir. Bu mahkemelerin diğer ağır Ceza Mahkemelerinden farklı nitelikleri vardır. Duruşmaların kısa sürede bitirilerek örgütlü suçlarla etkin olarak mücadele etmek bu yöntemle toplumun güvenliğinin sağlanabilmesi için yasalarla bazı ayrıcalıklı yetkiler verilmiştir. Diğer Ağır Ceza Mahkemelerine göre gözaltılılık süreleri bu mahkemelerde iki katıdır. Soruşturmalar gizli olarak, gizli tanıklar, gizli telefon görüşmeleri, gizli izleme, görüntü almalarla yürütülür. Kanıtlar sanık şüpheli ve avukatından gizlenir..vb. İnsan hak ve özgürlükleri kısıtlayan özel yetkileri ile bu mahkemeler doğal olarak kabul edilen diğer mahkemelerden ve doğal yargıçlık ilkelerinden ayrılır. İnsan hak ve özgürlükleri kısıtlayan özel yetkileri ile Özel Yargı mahkemeleri olarak da adlandırılan bu mahkemelerin Devlet Güvenlik Mahkemelerinden farklılığı olmamasına rağmen, örgütlü suçlara karşı daha kısa sürede, daha etkili olarak sonuç alabilmek, yargının örgütlü suçlarla mücadelesinde etkin olmasını sağlamak felsefesi ile kurulmuştur.


Toplumlarda bireylerin hak ve özgürlüklerini örgütlü suç işleyen büyük güçlere karşı korumak için toplumun örgütlü büyük güçlerinin bulunması zorunludur. 250. Madde kapsamına giren bu suçlara(“Devletin güvenliğine karşı suçlar, devletin birliğini ve ülke bütünlüğünü bozmak, Anayasal düzene ve bu düzenin işleyişine karşı suçlar, Anayasayı ihlâl, Cumhurbaşkanına suikast ve fiili saldırı, yasama organına karşı suç, hükûmete karşı suç, hükümete karşı silahlı isyan, silahlı örgüt, örgüte silah sağlama, suç için anlaşma, devletin güvenliğine ilişkin bilgileri temin etme, casusluk, devletin güvenliğine ve siyasal yararlarına ilişkin bilgileri açıklama, gizli kalması gereken bilgileri açıklama, uluslararası casusluk, devlet sırlarından yararlanma, devlet hizmetlerinde sadakatsizlik, yasaklanan bilgileri temin, yasaklanan bilgilerin casusluk maksadıyla temini, yasaklanan bilgileri açıklama, yasaklanan bilgileri siyasal veya askerî casusluk maksadıyla açıklama, devlet güvenliği ile ilgili belgeleri elinde bulundurma.”) bakmak için örgütlenen kolluk ve yargı sistemi toplumu bu suç örgütlerine karşı korumayı amaçlar.


Ceza Muhakemesi Kanunun 250/3. Maddesinde yapılan değişikle askeri kişilerin 250. Madde kapsamına giren suçlardan sivil savcılar tarafından sorgulanması ve sivil ağır Ceza Mahkemeleri tarafından yargılanmasının getirilmesi, toplumun bireylerinin büyük suç örgütlerine karşı güvenliğini arttırmayı amaçlar. Aynı zamanda ortaya çıkabilecek bir cunta veya darbe girişimini de sivil savcıların sorgulayabilecek olması, bireylerin özgürlüklerini, haklarını koruma, güvenliklerini sağlama yönünde önemli bir gelişmedir.


250. madde ye göre örgütlü suçlarla mücadele felsefesine göre kurulan Ceza Mahkemeleri hırsızlık, yolsuzluk, baskı ve terör, şike gibi birçok alanda örgütlenen suçlara karşı toplumu ve bireyi korumayı amaçlamanın yanında, devletin kendi içinde devleti ele geçirmeye yönelik, devletin olanaklarını sömürmeye yönelik suçlar için kurulan örgütlerle daha etkin mücadele görevini de üstlenirler.


Özel yetkili Mahkemeler, insan hak ve özgürlükleri kısıtlayan yetkileri ile toplumun güvenini, düzen ve huzurunu örgütlere karşı koruma düşüncesine dayanarak kurulmalarına rağmen çağdaş demokrasilerde benimsenmemektedir. Olağan yargı sistemi içinde kalarak yargının, bu nitelikte işbölümüne ayrılması; özel olarak, eşdeyişle çocuk mahkemelerinde olduğu bir ‘ihtisas mahkemesi’ olarak görevlendirilerek örgütlü suçlara odaklı çalışması yargıda, önemli bir gelişme sayılmalıdır. Toplumdaki açık ve gizli her türlü örgütlü suçlarla etkin bir mücadele yargının yapısında oluşturulan ve desteklenen bağımsız adli kolluk güçleri, bağımsız savcı ve hâkimlerle sağlanabilir.


Sayın Cesim PARLAK ( 28 Şubat 2011 Pazartesi, Kaynak : http://www.internethaber.com/dgm-hukuksuzlugu-11261y.htm#ixzz1j4SsZLTj) makalesinde cumhuriyet savcılarının adli kolluk güçleri ile çalışmasını yadırgamaktadır:


“ Kanun zorunlu olarak “soruşturmayı Cumhuriyet Savcısı yapar” demesine rağmen savcı, bütün soruşturmaları polis eliyle yaptırmakta, polis ise suçla ilgisi olsun olmasın soruşturma sürecinde telefon dinlemelerinde ismi geçen herkesi soruşturmanın içine dâhil ederek dosyaları içinden çıkılmaz bir hale getirmektedir… Savcı, onlarca klasör olan dosyayı anlamış gibi şüphelilerin ifadelerini özet olarak alır, ifadelerden sonra soruşturmayı yürüten polis amiri ile beraber dosya üzerinde değerlendirme yaparak amirin yönlendirmesiyle şüpheliler hakkında işlem yapar


. .. şüpheliye isnat edilen suçun adı söylenir, savcılıkta ve poliste ifade verdiği belirtilir, bunlara ekleyeceği bir şeyin olup olmadığını kısaca söylemesi istenir. Şüpheli her ne kadar isnat edilen suçlamanın yerinde olmadığını, gerçeğin farklı olduğunu söylese de, mahkeme, dosyaya tam vakıf olmadığı için ve o kadar klasörü okumadığı için polisin dosyaya ilişkin fezlekesinin etkisinde kalarak karar verir.


… Sorgu sırasında avukat, isnat edilen suçun dosya içerisindeki verilerle örtüşmediğini, aslında polisin getirdiği delilin yanlış olduğunu, gerçeğin başka olduğunu ne kadar anlatsa da mahkeme, o savunmalara hiçbir şekilde itibar etmez.


Soruşturma aşamasında, savcılıkça yaptırılan gözaltı operasyonundan sonra tutuklamalar olmuşsa artık burada meşakkatli bir süreç başlıyor demektir. Her ne kadar tutuklama kararının altına yedi gün içerisinde verilecek bir dilekçe ile itiraz edilebileceği kanun yolu olarak yazılsa da bu kez yapılan itirazlar, itiraz merciince dikkate alınmaz. Bazen o itirazları mahkemeye havale ettirirsiniz, mahkemenin kalemi tarafından matbu gerekçelerle reddedildiğini ve dosyanızın mahkeme huzuruna çıkmadan karara bağlandığını görürsünüz. “


Yukarıda anlatılanların bazıları Olağan Yargının çalışma sistemi dışına çıkmış olabilir ancak örgütlü suçlarla görevli yargı adli kolluk güçleri ile çalışmak zorundadır. Çağdaş ülkeler örgütlü suçlarla mücadelede adli kolluk güçlerine büyük önem ve yetkiler vermiştir. Örgütlü suçların adaletli olarak, yasalara bağlı önlenmesinde savcı, adli kolluk güçlerinin eşgüdümlü çalışması gerekliliği vardır. Savcı, hâkim ve adli kolluk güç ilişkisinde yetkilerin kullanılırlığı ülkelerin yasalarına bağlı olarak değişmesine rağmen, yargının bağımsızlığı içinde adli kolluk güçlerine bağımsız soruşma yapabilmesi için her ülkenin geniş yetkiler verdiği görülür.


Sayın Feyzullah ARSLAN (Emniyet genel Müdür Yardımcısı, 1.sınıf Emniyet Müdürü) TÜRKİYE’DE VE AVRUPA’DA KOLLUK ADALET İLİŞKİSİ makalesinde adli kolluk gücünü ve Avrupa ülkelerindeki adalet ile ilişkilerini incelemiştir:


“Adli Kolluk: (Fonksiyonel anlamda) suç soruşturmasına ilişkin iş ve işlemleri yürütmekle görevli kolluk birimi şeklinde ifade edebiliriz. (Emniyet teşkilatı açısından adli kolluk, asgari tam teşekküllü bir polis karakolu bulunan yerlerde, adli işlerle uğraşmak üzere Emniyet Genel Müdürlüğünce kadrodan ayrılan bir kısmı ifade etmektedir.)”


“Ağır ceza mahkemesi ile özel kanunlarla kurulan diğer ceza mahkemelerinin yargı çevresinde yer alan Cumhuriyet Başsavcılıkları, yetki alanları içerisinde yürüttükleri bu mahkemelerin görevine giren suçlarla ilgili soruşturmaları yapar ve ivedi, zorunlu işlerin tamamlanmasından sonra düşünce yazısına soruşturma evrakını ekleyip ağır ceza mahkemesi veya özel kanunlarla kurulan diğer ceza mahkemelerinin Cumhuriyet Başsavcılığına gönderirler. Cumhuriyet savcıları gecikmesinde sakınca bulunan veya olayın özelliğinin gerektirdiği hallerde, yer aldıkları veya görevli oldukları Cumhuriyet Başsavcılıklarının yetki sınırları ile bağlı olmaksızın keşif ve diğer soruşturma işlemlerini yapmaya yetkilidirler.


“İngiltere’de de Adli Polis teşkilatı İçişleri Bakanlığına bağlıdır, ancak geniş bir bağımsız çalışma yetkisi vardır. İngiltere’de adli soruşturma aşamasında en büyük rolü polisin oynadığı ve polisin inisiyatife sahip olduğu görülmektedir.


Adli soruşturmalar hemen hemen hiç bir adli otoritenin talimatı olmadan polis tarafından bizzat gerçekleştirilmektedir. Adli soruşturmalarda özellikle de olay yeri incelemelerinde tüm işlemler polis tarafından yürütülmektedir.”


Almanya’da, “Federal Suç Soruşturma Polisi (Bundeskriminalant) şu üç ana görevi yerine getirir; 2-Uluslararası bağlantılı uyuşturucu madde, kalpazanlık, ateşli silah ve patlayıcı suçları konusunda hiçbir makama bağlı olmaksızın soruşturma yürütmeye yetkilidir.”


İtalya’da “Adli Polis faaliyetlerinin yürütüldüğü özel bölgelerde Güvenlik Kuvvetleri görevlerini yetkili adli makamın direkt denetimi altında yerine getirirler.”


“Adli görevler bakımından kolluk, C. savcısına bağlı olarak çalışacak ve adli işlere ilişkin savcının emir ve talimatlarını yerine getirecektir. Adli görev mevzuatımızda kesin çizgilerle ortaya konmamıştır. Soruşturma işlemlerinin adli görev olarak kabul edilmesinde sıkıntı bulunmamaktadır. Ceza muhakemesi Kanununun 164’üncü maddesinde ise soruşturma işlemlerinin adli görev olarak belirtildiği görülmektedir. Aynı Kanunun 161’inci maddesinin ikinci fıkrasında adli kolluk görevlilerinin C. savcılarınca kendilerinden istenen adliyeye ilişkin işleri yerine getirmekle yükümlü oldukları hükme bağlanmıştır. Diğer bir ifade ile kovuşturma evresinde bile adli görevler söz konusu olabilecektir.”


“Soruşturma işlemlerinin öncelikle adli kolluğa yaptırılacağı Ceza Muhakemesi Kanununun 164’üncü maddesinde, gerektiğinde veya C. savcısının talebi halinde diğer kolluk birimlerinin de adli kolluk görevlerini yerine getirmekle yükümlü oldukları aynı kanunun 165’inci maddesinde düzenlenmiştir. Ceza Muhakemesi Kanununun 166’ncı maddesine göre ise C. Başsavcıları yer yılın sonunda o yerdeki adli kolluğun sorumluları hakkında değerlendirme raporu düzenleyerek mülki idare amirliklerine göndereceklerdir.”


“Adli görevin kesin çizgilerle ortaya konması adli kolluğun tanımlanması bakımından önem taşımaktadır. Emniyet Teşkilatı açısından adli kolluk görevlileri Ceza Muhakemesi Kanununun 164. maddesinde Emniyet Teşkilatı Kanununun 8, 9 ve 12 maddelerinde belirtilen soruşturma işlemlerini yapan güvenlik görevlileri olarak tanımlanmıştır.”


“Soruşturma işlemlerinin öncelikle adli kolluğa yaptırılacağı Ceza Muhakemesi Kanununun 164’üncü maddesinde, gerektiğinde veya C. savcısının talebi halinde diğer kolluk birimlerinin de adli kolluk görevlerini yerine getirmekle yükümlü oldukları aynı kanunun 165’inci maddesinde düzenlenmiştir. Ceza Muhakemesi Kanununun 166’ncı maddesine göre ise C. Başsavcıları yer yılın sonunda o yerdeki adli kolluğun sorumluları hakkında değerlendirme raporu düzenleyerek mülki idare amirliklerine göndereceklerdir.”


Cumhuriyet savcılıklarının ve Adli Polis Örgütlenmesinin bağımsız çalışmasının örgütlü suçların önlenerek ortadan kaldırılmasında, bireylerin örgütlü suçlara karşı kendini koruyarak savunmasında önemi büyüktür. Siyasi iktidarların veya kendi içinde ve dışında oluşacak daha farklı güç odaklarının etkisi altında kalarak yargı görevini yapan bir yargı ve adli kolluk gücü kadar da toplumun güven ve düzenini bozan etken azdır. Örgütlü suçun parçası olan bir adli polis örgütü veya kendisi örgütlü suç topluluğu olan bir polis örgütü, toplumda suç işlemek amacıyla kurulan bir suç örgütünden daha tehlikelidir. Bu tehlikenin oluşmaması için, çok sıkı bir iç denetimin kurulmuş olması; yargının zorunlu olarak taraf tutmadan, bağımsız çalışacağı maddi koşulların hazırlanması gerekir.


CUMHURİYET SAVCILIKLARININ VE ADLİ KOLLUK GÜÇLERİNİN VE GENEL OLARAK YARGININ ZORUNLU OLARAK BAĞIMSIZ, İNSAN HAKLARINA UYGUN TARAFSIZ GÖREV YAPABİLMESİNİN MADDİ KOŞULLARI:


Yargının tam bağımsız olarak görev yapabilmesi için, tam özerk yapıda bir kamu kurumu durumuna gelmesi gerekir. Yasal düzenlemelerle TC. Merkez Bankası gibi özerk yapıya kavuşturularak Adalet Bakanlığının, Adalet Bakanlığı Müsteşarlığının sonuç olarak siyasi otoritenin etkisinden kurtarılmalı, yargının yönetimi, denetimi, personel atamaları Hâkimler ve Savcılar Yüksel Kurulu tarafından gerçekleştirilmelidir. Bu sistemi en iyi gerçekleştiren ülkelerden biri de Japonya’dır.


“Japonya’da, Türkiye’den farklı olarak, yargı birliği ilkesi temel olarak uygulanmakta ve ülkede, temyiz mercii konumunda tek bir yüksek mahkeme bulunmaktadır. Japon Yüksek Mahkemesi, bir başkan ve on dört üyeden oluşmaktadır. Daha somut bir anlatımla, Japon Yüksek Mahkemesi Genel Kurulunu Toplam 15 hâkim oluşturmakta ve her biri beşer üyeden oluşan üç daire şeklinde görev yapmaktadır. Japon Yüksek Mahkemesi, yargısal görevlerinin yanı sıra, kural koyma ve yargı yönetimini en üst düzeyde yürüten tek yetkili organdır. Japon Yüksek Mahkemesi, yasama ve/veya yürütme organlarının herhangi bir etkisi olmaksızın bütün yargı sistemini bağımsız olarak yönetmektedir… “Japonya’da Kamu Savcısı, suç kovuşturması, mahkemelere yasaların uygulanması isteminde bulunma ve suça ilişkin verilen kararların yürütülmesini gözetleme ile donatılmış bir kamu görevlisidir. Kamu savcıları, Adalet Bakanlığının genel gözetimi ve kontrolü altında görev yaparlar. Bununla birlikte, Adalet Bakanı belirli bir dava ile ilgili karar ve soruşturmalarda, sadece Japon Başsavcısı’na talimat verebilmektedir. Bu önlemin alınmasının temel nedeni, suç kovuşturma ve soruşturmalarını her türlü siyasal etki ve baskılardan uzak tutmaktır. Kamu savcısı olabilmek için, hâkim olarak atamada aranılan tüm koşulları taşıma zorunluluğu vardır.”


Dokuzuncu Kalkınma Planı (2007-2013), Adalet Hizmetleri Özel İhtisas Komisyonu Raporu’nda gerçekleştirilmesi hedeflenen Yargı Reformu için Japon Yargı Sistemi model bir örnek olarak anılmaktadır. Komisyon Raporunda Yargı bağımsızlığı ve “tamamen yargıya bağlı ve çağdaş adlî güvenlik hizmeti standartlarında adalet veren bir adli kolluk örgütünün “ kurulabilmesi için öneriler sunulmaktadır.


“Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nu yeniden yapılandırma programı çerçevesinde Adalet Bakanı ile Bakanlık Müsteşarı’nın kurulda yer almamasına ve hâkim-savcı atamalarının siyasî etkiden arındırılması konusunda ek hukuksal düzenlemelere gidilerek; Yüksek Kurul’un daha geniş tabanlı bir temsil esasından hareketle, özgün örgütlenebilmesine yönelik gerekli anayasal ve yasal değişiklikler gerçekleştirilecektir. Bu amaçla, önce, Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının mevcut 159’uncu maddesinin yürürlükten kaldırılması gerekmektedir.. Bunun sonrasında ise, Kurul üyeliklerine atama yetkisi ile ilgili olarak ya yürütme organının başı olan Cumhurbaşkanlığı makamından bu mevcut yetki alınacak ya da Cumhurbaşkanı’na, sadece hâkim ve savcıların seçimle belirlediği adaylar arasından atama yetkisi tanınacaktır.”


“Özellikle, hâkim ve savcı adaylarının seçimi ve mesleğe girişleri sürecinde, Adalet Bakanlığı’nın etkisi kaldırılarak, halen devam etmekte olan uygulamanın yerine, seçme ve mesleğe atama yetkilerinin Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’na aktarılmasına yönelik mevzuatta gerekli değişiklikler yapılmalıdır. Özellikle de, hâkimlerin meslek öncesi ve meslek içi eğitimlerinden bütünüyle Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu ve/veya özerk bir yapıya kavuşturulacak Türkiye Adalet Akademisi Başkanlığı sorumlu olmalıdır.”


“ Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun, Adalet Bakanlığı’nın yönetsel ve finansal desteği altında çalıştırılması uygulamasından vazgeçilmelidir. Bu sayede, Kurul, kendi özerk yapısına uygun olarak Adalet Bakanlığı’ndan tamamen ayrı bir mali, idari ve personel kaynağına kavuşacak ve kendisine ait hizmet binalarında yargısal yönetim hizmetlerini yargı bağımsızlığı ilkesi doğrultusunda sunabilecektir.”


“Avrupa Birliği tarafından, yargı örgütümüzün işleyişine katkı amacıyla, sayıları toplam yirmi beş olan Bölge Adliye Mahkemeleri’nin kurulabilmesi sürecinde finansman desteği sağlanmıştır. Bu yönde, adil yargılanma hakkı ile yargılamada hız ve verimliliğin kısmen de sağlanabilecek olması bakımından çalışmalar zamanında tamamlanacaktır. “


“Avukatların meslekî bağımsızlığını güvence altına almaya yönelik olarak, Baroların iç denetim ve işleyişlerinde, Adalet Bakanlığı’nın avukatlar aleyhindeki disiplin soruşturmaları ile ceza kovuşturmalarında mevcut etkin rolünün ortadan kaldırılmasına yönelik hukuksal düzenleme değişikliklerine gidilmesi gerekmektedir.”


“Adalet hizmetleri alanındaki 2013 vizyonuna ulaşılabilmesinin en somut ve belirgin unsurlarını Anayasa’nın 159’uncu maddesinin ikinci fıkrası değiştirilerek, Adalet Bakanı ve Bakan Müsteşarı’nın Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu üyelikleri kaldırılacak; hâkimlerin geçici yetki ile donatılıp, yürütmeye özgü idarî nitelikli görevlerle tüm kamu kurum ve kuruluşlarında yetkilendirilip görevlendirilmeleri önlenecek; Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu iki ayrı yüksek kurula (Hâkimler Yüksek Kurulu ve Savcılar Yüksek Kurulu biçiminde) dönüştürülmek suretiyle, özellikle, hâkimlerin Adalet Bakanlığı ile mevcut her türlü organik ve fonksiyonel bağımlılığı kesilecek ve meslekî açıdan sadece Hâkimler Yüksek Kurulu’na ilişkilendirilmesi sağlanacaktır. Hâkim ve savcı adaylarının seçimi, staj işlemleri ve atanmaları usulünde Adalet Bakanlığı’nın mevcut yetkileri kaldırılarak bu yetkiler, ya Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu Başkanlığı’na devredilmelidir.”


Cumhuriyetimizin 100. Yılında daha çağdaş ve gelişmiş bir cumhuriyet yönetimine sahip olmanın gurur öğeleri arasında insan haklarına bağlı görev yapan, bağımsız bir yargı sisteminin gerçekleştirilmiş olması da vardır.






İsmail İNCİ, 23/01/2012


www.iinci.blogspot.com


bgi.inci@mynet.com


bgi.inci@hotmail.com




























SAVAŞ EKONOMİSİ VE PANDEMİ EKONOMİSİ-ORTAK NİTELİKLER VE ALINACAK ÖNLEMLER-

  ORTAK VE FARKLI STRATEJİLERİ İLE SAVAŞ EKONOMİSİ VE PANDEMİ EKONOMİSİ (1)        Savaş dönemleri ile Pandemi dönemlerinde ülkelerin iç...