4 Mart 2013 Pazartesi

SOLON'UN KARŞILAŞTIRMALI ZİNA YASASI, PLATON'UN İDEAL DEVLETİNDE AİLE



SOLON’UN AĞIR ZİNA YASASININ NEDENLERİ, ROMA VE SPARTA YASALARI İLE KARŞILAŞTIRILMASI VE LİKURGUS’UN ISPARTA DEVLET YÖNETİM MODELİ (1)


 


Petrark’ın çok saçma bir yasa olarak gördüğü Solon’un zina ile ilgili olan yasası gerçekte Solon’un yasaları içinde tutarlı ve mantıklı bir yasadır.
“Ama genel olarak Solon’un kadınlar üzerine yasaları çok saçma görünür. Örneğin zinada yakalanan birinin öldürülmesine izin verdi; ama eğer bir erkek özgür bir kadının ırzına geçmişse, yalnızca yüz drahmalık para cezası ile cezalandırılacaktı ve eğer amacına ikna yoluyla ulaşmışsa ve eğer bu kendini açıkça satan biri ile, eşdeyişle bir fahişe ile olmamışsa, yirmi drahma ödeyecekti. “ (s.36, Petrark, Yaşamlar: Solon-Poplıcola)

Solon’un yasalarını çıkarırken izlediği temel ilke, her yasanın toplum ve aile düzenini sağlayacak yönde etkili olabilmesi ereğidir. Atinalılar ona toplumsal düzeni sağlama yönünde güvenmiş ve her türlü yetkiyi de vermişlerdir. Solon’un Toplumsal Düzeni Yasalarla Sağlama ilkesini, zina suçunu ölüm cezası ile cezalandırılması, ırza geçme suçunu ise para cezası ile cezalandırılması yasasında da açık olarak görmek gerekir. Zina, aile, bağlı olarak toplum düzenini bozan bir davranış bozukluğu-suçudur; ırza geçme ise bireysel bir suçtur ve aile yapısını bozmaz, kişilerin içgüdüsel irade zayıflıklarına bağlı, kişilik bozukluklarıdır, toplumsal nitelik taşımaz ve para cezaları ile bu bozukluklar düzeltilebilir. Ancak ırza geçme davranış bozuklukları toplumsal nitelik alma eğilimi gösterirse cezasının da arttırılması gerekir.
Solon’nun zina yasalarının ölüm ile cezalandıran yargısının etkileri tek tanrılı dinlerin yasalarında da etkili olarak kabul edildiği görülür.
 
 
Toplumsal düzeni korumak için varolan bazı yasaların yaptırım güçleri toplumsal koşullara bağlı olarak değişmektedir. Aile içinde kadın erkek arasında şiddet artmışsa, Hindistan’da olduğu gibi ırza geçme suçları toplumsal düzeni bozma eğilimi gösteriyorsa cezalarının arttırılması gerekir.
Toplumsal koşulları farklı olan Roma’nın kurucusu Romulus zamanında zina suçu Solon’un yasaları kadar ağır değildir. Çünkü kadınların ailede özel bir yeri ve önemi bulunmaktadır.

Romulus, büyük bir olasılıkla, tutsak, kaçak, suçlu ayaktakımından oluşan ve kadınsız olan yurttaşlarına eş bulmak için Sabinlerden kimilerine göre altı yüz bakire kızı kaçırarak tutsak alır. Ancak Sabinler ile savaşın ortaya çıkmasını ne kaçırılan kızlar ne de Romulus ister. Bu nedenle Sabinlere kızlarına bir tutsak gibi değil, hanım efendi gibi davranacaklarına, ağır işlerde çalıştırmayacaklarına söz verirler. Romalılarda kadına önem vererek ve saygı göstererek aile kurma geleneği buradan gelir. Romalılara ait olan bu geleneklerin diğer toplumlara da geçerek zamanımıza kadar geldiği görülür.

“…Sabinler, Romalılara karşı savaştan sonra anlaşmayı kabul edince, kadınlarını ilgilendiren koşullar saptandı ve buna göre kocalarına eğirme ile ilgili olanlar dışında hiçbir kölelik hizmetinde bulunmayacaklarına karar verildi…Yine, gelinin yeni eve girerken eşikten kendisinin geçmemesi ama kocası tarafından kucaklanıp üzerinden atlatılması bugün bile töre olarak sürer. Bu kendi istençleri ile gitmeyip zorla kaçırılan Sabin bakirelerinin anısınadır.” (s.68, Petrark, Yaşamlar: Theseus-Romulus )
Roma toplumunun içinde bulunduğu aile koşulları, kadın erkek ilişkileri Romulus’un yasamasına da yansır ve aile yaşamını düzenleyen yasasını kadını kocasına, ailesine bağlı kalacak, ailesini terk etmeyecek şekilde çıkarır.
“Romulus ayrıca belli yasalar da getirdi ve bunlardan bir kadının kocasını bırakmasına izin vermeyen, ama çocuklarını zehirlemesi ya da anahtarların çalması ya da zina üzerine kocanın karısından uzaklaşmasını kabul eden biri oldukça ağırdı. Ama eğer erkek başka herhangi bir nedenle karısını bırakacak olursa, mülkünün yarısını karısına, öteki yarıyı ise tanrıça Serez’e verecekti.” (s.79, Petrark, Yaşamlar: Theseus-Romulus )
 Roma Hukukunu ve Yunan hukukunu oluşturan aileye ilişkin yasaların etkileri ilerleyen çağlarda değişik toplumlar üzerinde değişik etkilerde görüldüğü gibi günümüzdeki toplumlarda da görülür. Şeriat yasaları zinayı ölümle cezalandırırken, çağdaş yurttaşlık hukuku boşanma nedeni sayar.
Ancak Isparta kralı Likurgus’un devlet yönetiminde aile hukuku çok farklıdır. Likurgus’un yasalarında zina diye bir suç yoktur, çünkü Sparta ülkesinde zina yoktur.
 

LİKURGUS’UN SPARTA DEVLETİNDE AİLE HUKUKU VE PLATON’UN İDEAL DEVLETİNDE YERİ:


Likurgus’un Isparta Devletinin yönetim biçimi, Platon’un Devlet adlı diyaloglarında ele aldığı ideal devlet yönetimi ile savunulan devlet yönetimi biçimi benzer özellikler taşır. Platon’un ideal devletini tasarlarken Likurgus’un yasalarından esinlendiği söylenebilir. Eflatun savaşçıların, bekçilerin eğitiminde kadın erkek ayrımının bulunmadığını, bir kadının da aynı ussal yeteneklere sahip olduğunu söylüyor. Doğru yönetilen bir devlette bekçilerin kadın ve erkekleri ortak olmalıdır. Çünkü hangi çocuğun kimin babası ve annesi olduğu bilinmeyeceğinden herkes birbirine anne, baba, çocuk, kardeş sevgisi bağı ile bağlanacak, böyle bir toplumun tümü tek bir beden gibi olacaktır. Yurttaşların arasında kıskançlıktan, kadınlardan doğan namus duygularından dolayı çatışma, kavga olmayacaktır. Truva savaşları örneğinde olduğu gibi toplumlar birbirleri ile savaşmayacaklardır.
 

 Kocaların çocukları başka erkekten olmuş olsa dahi devletin ortak mülkiyeti olarak görmesi düşüncesini Likurgus ailelere benimsetir ve kadınlardan dolayı doğan kıskançlıklar ve zina olayı Sparta ‘da ortadan kalkar.
“Likurgus kadınların durumunda da tüm olanaklı özeni gösterir. Genç kızlara koşu, güreş, disk atma ve mızrak fırlatma gibi alıştırmalar yapma kuralını getirdi.  Bu yolla taşıdıkları çocuklar güçlü ve sağlıklı büyüyebileceklerdi…Aşırı narinliklerini ve yumuşaklıklarını giderebilmek için, genç kadınların da geçit törenlerine genç erkekler gibi çıplak katılmalarını ve belli şenliklerde de yine çıplak dans etmelerini…bir kurala bağladı.” (s.28, Petrark, Yaşamlar: Likurgus-Numa Pompilius)
 
“…Erkekten kadına iyelik konusunda boş ve kadınsı kıskançlığı uzaklaştırmak için de eşit ölçüde özen gösterdi. Bu amaçla, evlilik ilişkilerinin tüm ahlaksız davranışlardan özgür tutulmasına karşın, karılarının onlardan çocukları olsun diye uygun buldukları kişilerle paylaşmanın erkekler için onurlu görülmesini sağladı. Böyle ortak ayrıcalıkları dayanılmaz kılan ve bunları kabul etmektense kavgaya ve kan dökmeye başvuran ve bu uğurda savaşmayı göze alan kişileri alay konusu yaptı… Yine,  evli bir kadını kocasına doğurduğu güzel çocuklar ve bir eş olarak davranışındaki alçakgönüllülük nedeniyle seven dürüst ve değerli bir erkek, eğer koca onayını verecek olursa, bir bakıma bu iyi toprak parçasından kendisi için değerli ve soylu çocuklar yetiştirebilmek amacıyla kadınla birlikte olmayı isteyebilirdi. Ve gerçektende Likurgus çocukların kendi anne ve babalarının olmaktan çok bütün devletin mülkiyeti oldukları kanısındaydı ve buna göre yurttaşlarının rastgele anne ve babalar tarafından değil, ama bulunabilecek en iyi insanlar tarafından doğurulmasını istedi. Başka ulusların yasaları ona çok saçma ve tutarsız görünüyordu, çünkü onlarda erkekler köpeklerine ve atlarına onlardan güzel soylar üretebilmek için büyük paralar harcayacak denli kaygı gösterirken, karılarını aptal, zayıf ya da hastalıklı bile olsalar yalnızca kendilerinden çocuklar doğurmaları için kilit altında tutuyorlardı…Doğal ve politik nedenler göz önünde tutularak saptanan bu tür özgürlükler daha sonra Sparta kadınlarına yüklenen o utanç verici serbestliklerden öylesine uzaktı ki, zinanın ne olduğunu bile bilmezlerdi.” (s.31, Petrark, Yaşamlar: Likurgus-Numa Pompilius )
Likurgus ve Eflatun çocukların devletin ortak malı görülerek en iyi ırkların yetiştirilmesi için kadın ve erkeklerin seçiminde özel evliliklere değil de kadın erkek ortaklığına dayanan düşünceleri genetik yapıdaki yakınlaşmaların türlerin soylarının bozulmasına neden olduğu gerçeğini görmediklerinden olumlu sonuçlanmayacaktır. Devleti bedensel olarak en sağlam bekçilere bırakmayı tasarlarken, en zayıflara ve sakatlara terk etme durumu ile karşı karşıya kaldıklarında da sakat bedenlerle doğanları ölüme terk ederek ortadan kaldırmayı çare olarak görmüşlerdir. İkinci büyük yanılgıları da insan doğasında, içgüdüsel (altbilinçsel) olarak varolan, kendi varlığını özdeşleştirdiği bir kadını ve çocuğu başka bir insan ile paylaşma düşünce ve isteğindenken vazgeçirebileceklerini tasarlamalarıdır. Gerçekçi olarak düşünüldüğünde yüzde yüz insanın bu yöndeki doğasını ortadan kaldırmak tasarısı gerçekleştirilemeyecek bir düştür. İnsanlar arasında kadın ve çocuk sevgisi, bu sevginin çalınması çatışma ve savaşların temel nedenlerindendir.
Platon’un ve Likurgus’un oldukça yüksek oranda olan zayıf ve sakat doğan çocuklarla ilgili düşünceleri hiç insani değerler taşımaz.
“...ve eğer onu sağlam ve iyi yapılı bulmuşlarsa babaya onu yetiştirmesini bildirir ve yukarıda sözü edilen dokuz bin toprak payından birini verirlerdi. Ama eğer zayıf ve çelimsiz bulmuşlarsa, Taygetus dağının eteğinde bir tür toprak yarığı olan Apothetas’a götürülmesi buyruğunu çıkarırlardı,… yetiştirilmesini ne çocuğun kendisi için ne de kamu çıkarına uygun görürlerdi.”(s.32, Petrark, Yaşamlar: Likurgus-Numa Pompilius )
Platon’a göre de zayıf ve sakat doğanlar ölüme terk edilmelidir. İbn-i Rüşt Platon’un Devlet açımlamasında da Platon’un ideal devletinde aynı tasarıda bulunduğunu söyler ancak aynı görüşte değildir. .”Kendisi için var olduğu amaca uygunluğunu kaybeden herhangi bir varlığın, var olması ile yok olması arasında ayırım yoktur”…”Yani, herhangi bir işi yaparak orada (kentte) varlığını sürdürmesi amacı ile yaratıldığı içindir ki bu yararlılığını yitirdiği zaman onun ölümü yaşamasından daha üstün bir hale gelir”.(s.72, İbn Rüşt, Siyasete Dair Temel Bilgiler) Bu durumda tembel olarak varlığını sürdürmeyi düşünmeyenlerin, varlığına son vermeleri beklenir. Ancak Tedavi olmadan yaşamını sürdürebilenlerin halka bir zararı yoktur. Hatta tabibin varlığının gerekliliğini gösterdiği ve tıp ile ilgili araştırmalarda denendiği için yararlıdırlar.

Likurgus cinselliğin, kadın ve erkeğin birbirine olan sevgi ve hazzın azalmaması, üremenin canlılığının yitirilmemesi için eşlerin birbirleriyle mümkün olduğunca az ilişkide bulunmalarını tasarlar.
“Görüşmeleri böyle güç ve seyrek olunca, bu yalnızca öz denetimlerini sürekli diri tutmalarını sağlamakla kalmaz, ama bu yolla bedenlerini de dinç ve sağlıklı tutarlardı. Duyguları yenilik ve diriliğini korur kolay buluşma ve sürekli birliktelik tarafından doyurulmamış ve köreltilmemiş kalırdı. Ayrılmaları her zaman arkada her birinde birbirlerine duydukları özlemden ve karşılıklı haz ateşinden sönmemiş bir parça bırakacak denli erken olurdu.” (s.30, , Petrark, Yaşamlar: Likurgus-Numa Pompilius )
 
Likurgus, cinsellik ateşinin sönmemesi için eşleri birbirinden ayrı yaşamaya tutuyor. Daha sonraki düşünür ve siyasetçiler özellikle tek tanrılı dinlerin devlet yöneticileri insandaki bu niteliği kadınların örtü altına alınması ile çözümlemeye tercih etmiş gibi görünüyor. Ancak bu çözüm erkeklerin egemen olduğu bir toplum düzenini gerektirir. Anaerkin bir düzende bu tersi bir çözüm düşündürür. Kadın nüfusunun oran olarak erkek nüfusa göre çok fazla olduğu çağlarda anaerkil bir toplum yapısını zorunlu kılar. Erkek nüfus oranının fazla ve iki oranın eşite yakın olduğu çağlarda ataerkil bir toplum yapısının kurulması, kadının biyolojik yapısı gereği zorunlu olarak görünüyor. İki türün toplum içinde erk çatışması, birbirinin nüfusunu azaltıcı yönde olabiliyor. Arap yarımadasında bir dönem kız çocuklarının doğar doğmaz gömülmesi toplumda varolan erki elinde tutma kaygısını taşır. Bu düşüncelerin doğruluğunun yapılacak araştırmalarla ortaya konulması gerekir. Bu gerçeklerin ortaya çıkarılması, önümüzdeki zaman dilimlerinde aile içinde ortaya çıkan şiddet olaylarının, iki türün çatışmasının azaltılmasına katkıda bulunabilir.

 
 
 

İsmail İNCİ,  03/03//2013


 

29 Ocak 2013 Salı

SOLON'UN EKONOMİK TOPLUMSAL DÜZENİ SAĞLAMA YASASI




ÜRÜNLERİN TÜRLEŞMESİNİN NEDENLERİ, TOPLUMSAL DÜZEN ÜZERİNE ETKİLERİ VE SOLON’UN BOZULAN TOPLUM DÜZENİNİ DÜZENLEYİCİ YASASI


 

 
 

“ Daha büyük yaşama güvenliği sunduğu için kentin her yanından sürekli Attika’ya akan insanlarla dolduğunu, toprağın çoğunun çorak ve verimsiz olduğunu ve denizcilerin onlara karşılık olarak verecek hiçbir şeyleri olmayan kişiler için mallar getirmeye isteksiz olduğunu görerek, yurttaşların dikkatini üretim sanatlarına çevirdi ve kendisine bir meslek öğretilmemiş hiçbir oğlun babasına bakmaya zorlanmamasını sağlayan bir yasa çıkardı.”(s.35, Petrark, Yaşamlar-Solon)
 

Solon’un çağında (İÖ 600) Atina’da deniz ticaretinin ve zanaatların gelişmesi ile türselleşen ürünlerin ortaya çıkan paranın kullanımı ile hızlanan alışverişi sonucu, gelir düzeyi düşük olan halkın özellikle çiftçilerin büyük borçlanmalarla topraklarını soylu ve ticaret zenginlerine kaptırdıkları, büyük miktarlarda borçlandıkları, bu borçlar sonucu köle olarak çocuk ve kendilerini sattıkları bir dönem oluşmuştur.

GÖÇLERİN NEDENLERİ: Göçler salt işsizlik nedeniyle ortaya çıkmaz. Bu nedenden daha zorlayıcı bir etken olarak insanların,  Petrark’ın  yazmış olduğu gibi yaşamlarını daha güvende olduğu ortamlarda sürdürme isteği ve ancak Petrark’ın belki farkına varmadığı bir etki olarak daha iyi koşullarda, daha fazla ürünün pazarlara sürüldüğü, daha çeşitli ürünleri tüketme isteği ulusal boyutta göç etmelerine neden olur. Göçlerin temel nedeni, Attika’nın askeri savunma güçleri nedeniyle sağlanan güvenli yaşam koşulları olarak görünse de, deniz ticaretinin getirmiş olduğu ürünlerin zenginliği ortamında yaşama isteği de temel bir nedendir.
Çağımızda köylerden kentlere göçlerin temel nedeni, gelişmiş, sanayileşen ülkelerden kentlere gelen ürünlerin sağladığı zenginliklerden yararlanma isteği bu ikinci temel nedenin varlığındandır.
Bu temel nedenlerle ortaya çıkan göçler sonucu, göç edilen kentlerde, zaten kıt olan gıda ürünleri üretimi daha da yetersiz kalır. Ürünlerin yetersizliği sonucu dağılımında eşitsizlikler, varsıllarla yoksullar arasındaki eşitsizlikleri de artıracak, Attika’da toplumsal düzenin bozulmasına neden olacaktır. Toplumsal dengeleri sağlayarak ekonomik yaşamı düzenlemek, ekonomik krizlerin ortaya çıkmasını önlemek kolay bir siyaset değildir. Toplumsal yaşamdaki üretim ve tüketim dengelerinin bütünü ile bozulması, toplumsal adalet ve ekonomik eşitliklerinin yeniden dengelenerek toplumsal düzenin yeniden kurulmasını zorunlu duruma getirir. Attika halkı, bozulan toplumsal sistemin yeniden düzenlenmesi görevini ancak Solon’un başaracağına  güvenerek önerir. Hatta varsıl ve yoksullar arasında açılan eşitsizlik nedeniyle bozulan toplumsal düzeni yasalarla düzeltemeyeceğine inananlar Solon’a tiranlık önerirler. Ancak Solon yasalarla düzeni sağlama yolunu seçerek geri çevirir. Kimseye ödün vermeden yasaları düzenler, iyi olanlara dokunmaz.
 

ÜRÜNLERİN TÜRSELLEŞMESİ: DENİZ TİCARETİ VE ZANAATLARIN (KÜÇÜK SANAYİNİN) GELİŞMESİ:
Attika denizcilerinin denizler arası ticaretle Attika’ya, gittikleri ülkelerden yeterli gıda ürünleri ve diğer çeşitli ürünleri getirerek pazara sunmaları, bu ürünleri satın alacakların yeterli alım gücüne sahip olmasına, eşdeyişle dışsatım yapabilecekleri ürünleri üretmelerine  bağlıdır.  Yeterince tarımsal ürün üretme olanağı olmayan ve dışsatım için talep bulunmayan ürünler yerine zorunlu olarak Attika halkı çeşitli zanaatlarda daha çok ve çeşitli ürünler üretmelidir. Çocukların zanaat öğrenmesi için çıkarılacak eğitim yasası bu dış arz-talep dengesini sağlamak için alternatif, takas yapılabilecek ürünlerin üretiminin tek yoludur.

 Temel gıda ürünlerinin ve diğer ürünlerin dışalımla kente getirilmesi, burada yerleşik nüfusun dışsatım yapabilecek zanaat ürünlerini üretmesine bağlıdır. Bu amaçla da dışalım talebi oluşturacak değişik türdeki zanaat ürünlerinin üretiminin yapılabilmesini eğitimle öğretmek gerekir. Solon Attika’da  bu zorunlu koşullar nedeni ile her babanın oğluna bir meslek öğretmesini yasayla zorunlu duruma getirir.
Denizcilerin getirdiği ürünler ve zanaatlarla üretilen çeşitli sanayi ürünleri, ürünlerin türselleşmesini arttırır. Bu üretim çeşitliliği toplumsal zenginleşmeyi, toplumların uygarlıkta ilerlemelerini getirir.
 
Solon’un çıkardığı babaların oğullarına bir meslek öğretme zorunluluğuna dayanan eğitim yasası ile eğitim, ürünlerin salt üretiminin nedeni değil aynı zamanda ürünlerin verimliliğinin, değişim değerinin, rekabet edilebilirliğin de nedenini oluşturmaktadır. Eğitim yasası çıkarılmasaydı, ürünlerin üretiminin, rekabetin, verimliliğin, değerinin olanaklı olamayacağını söyleyebiliriz. Denizcilerin getirecekleri ürünlerle değişimin olanaklı olduğu değişim değeri taşıyan ürünler eğitilmiş emekle üretilmektedir. Ancak burada son aşamada değişim değerini bağlı olarak kullanım değerini, denizcilerin ürünlerini getirdikleri toplumların gereksinmeleri, talepleri belirler.

EĞİTİMLE ÜRETİLEN KULLANIM DEĞERLİ ÜRÜNLERİN TOPLUMLAR ARASI TALEPLE DEĞERLENMESİ:  Üretilen zanaat (küçük sanayi) ürünlerinin değerleri, talep oluşturdukları niteliklerine bağlı olarak toplumların gereksinmelerini karşılama önemlerine göre dışalımda oluşur. Ürünlerin değerlerinin oluşumunda nesnel ölçüt toplumlar arası taleptir. Bu değere bağlı olarak eğitim biçimlenir, zanaatlar ortaya çıkar, ürünler çeşitlenir, uygarlık ilerler. (bk. www.iinci.blogspot.com,  İNSANIN EKONOMİK DEĞER OLARAK TOPLUMLARDA ORTAYA ÇIKIŞI-ÜRÜNLERİN VE EMEĞİN TOPLUMSAL DEĞERİ, 11/07/2011)

 


Zanaatların getirdiği zenginleşme yanında, zenginliğin yoksullarla varsıllar arasında dengeyi sağlayacak şekilde dağıtılması ve toplumsal düzeni bozacak bir borçlanma türü olan köleleştirmenin yasaklanması toplumsal düzenin yeniden sağlanmasında en etkili yasalar olmuştur. Solon’un çağında, ticaretle ve el zanaatları ile başlayan ürünlerin çeşitlenmesi, tüketicilerin borçlanma ile tüketimini arttırmış, borcunu ödemeyen tüketici sayısı da artmıştır. Köleliğin bir ticaret türü, alım satım yapılan bir ürün olması nedeniyle borçlanmalara karşılık olarak, ipotekli değer olması, borcun ödenmemesi sonucu özgür tüketicileri köle durumuna düşürüyordu. Solon bu insancıl olmayan toplumsal düzeni bozan ticareti yasayla ortadan kaldırmıştır.
“ Kimileri kendi yurtlarında köleler oldu. Kimileri ise yancı ülkeler satıldı. Birçokları kendi çocuklarını satmak zorunda kaldılar ()çünkü buna karşı hiçbir yasa yoktu.)” s.23
“Çünkü aldığı kamu önlemlerinden birincisi varolan borçların silinmesi ve gelecekte hiçbir kimsenin borç alacak birisine güvence olarak kendi bedeni üzerine ödünç vermemesi yolunda bir düzenlemeydi.” (s.35)
GÖÇLERİN ASKERİ SINIFIN VE ASKERİ DEMOKRASİLERİN KURULUŞU ÜZERİNE ETKİSİ: Göçlerle yerli yurttaş olan nüfusun sayısının azalması ve güvenliği sağlamakta olan yerli nüfusun yetersiz kalması, ancak güvenlik ve otoritenin yabancılara verilmemesi, bırakılamayacağı düşüncesi, yerli yurttaşları salt askerlik mesleği ile uğraşması gerekliliğini ortaya çıkarır. Yerli yurttaşlara çiftçlik, zanaat işleri, ticaret…vb bütün mesleklerden uzaklaşarak salt askerlik mesleğini yapması gerekliliği düşüncesi ortaya çıkar . Böylece göç eden, yabancı nüfusu oluşturan yurttaşlar ticaret ve sanayi ile zenginleşerek ayrı bir sınıfı oluştururken, askerler her zaman iktidara yakın olarak askerlik ve savaş mesleği sınıfında kalırlar.
“…Helotlar kalabalığı ile dolup taştığı için,  Likurgus,  yurttaşlarını emeğe dayalı mekanik uğraşlardan [çiftçilik, zanaat işleri…vb] çekip aldı ve düşüncelerini silahlara sınırlayarak onlara öğrenmek ve uygulamak üzere bir tek mesleği verdi. [Askerlik mesleği] Oysa Solon durumu yasalarına olmaktan çok yasalarını duruma uyarlayarak, ve toprağın onu ekenlere ancak yetecek kadarını verdiğini ve işsiz güçsüz ve çalışmayan bir kalabalığı beslemeye yetersiz olduğunu görerek, tüm meslekleri değerli saydı.” (s.35)
Askerlik mesleğinin güvenliği sağlama, toplumun savunmasını başka mesleklere bırakmama eğilimi, çağlar boyunca toplumların yönetim biçimleri Krallık, İmparatorluk,  Monarşi, Oligarşi ve hatta Demokrasi olsa da sürer. Bunun sonucu toplumların Resmi Devlet yönetimleri yanı sıra bir  resmi olmayan devlet yönetimleri, Derin Devlet yönetimi ortaya çıkar. Bu gerçeği Roma İmparatorluğunda da, Osmanlı İmparatorluğunda da görürüz. Roma’da cumhuriyet ile yönetildiği dönemlerde bile bir askeri oligarşinin her zaman yönetimi etkilediğini tarihte görürüz.
Ancak çağımızda artık askeri demokrasiler, derin devlet güdümlü demokrasiler yerini, sanayi ve ticaretle zenginleşen toplum tabakalarının güçlerini ortaya koydukları, halkın kendi güvenliğini, savunmasını, yönetim sistemi ile karıştırmak istemedikleri gerçek demokrasilere bırakmaktadır.

 

İsmail İNCİ,  29/01//2013

 

 

 

 

 

 

 

26 Aralık 2012 Çarşamba

DEVLET ÖRGÜTLENMESİNİN DERİN DEVLET ÖRGÜTLENMESİ İLE ÇELİŞMESİ





DERİN DEVLET


Toplumsal yaşamda bireysel olarak gerçekleştirilmesi olanaksız olan gereksinmelerin yerine getirilmesi için(savunma, güvenlik, sağlık, adalet, eğitim, bazı ekonomik eylemler..vb) toplumların içinde  devlet örgütü oluşturulmuş ve devlet örgütlenmelerinin varlığı toplumlarla özdeşleşmiştir. Devlet örgütü toplum ve bireyler için vazgeçilemez bir varlık olmuştur. Nihilist ve anarşistlerin bireyler için bir baskı unsuru olan, özgürlükleri ortadan kaldıran bir örgütlenme olarak devletin varlığının gerekliliğini yadsıyan görüşlerine rağmen devlet örgütü evrensel bir toplumsal kurumdur ve vazgeçilemez.


Toplumlar için devlet örgütlenmeleri vazgeçilmez varlıklar olmalarına karşın, devlet örgütlenmesinin işlevlerini dahi ortadan kaldıran “Derin Devlet” örgütlenmeleri bireylere ve devletlere en büyük zararı veren, nihilist ve anarşistlerin görüşlerinin haklılığının yönünü oluşturan kurumlardır.


Sayın başbakan R.Erdoğan’ın derin devlet konusundaki sözleri bu kapalı, yasadışı örgütlenmenin varlığını kabullenmeyi yansıtır:
… dünya da hiçbir ülkenin, devletin derin devleti kendi bünyesinde bitirdiğine, temizlediğine bir siyasetçi olarak ben inanmıyorum. Her ülkenin kendi içinde derin devleti vardır, bunu onlar öyle kazıyıp, temizlemek gibi bir duruma ulaşamazlar. O bir virüs gibidir. Uygun fırsatı bulduğu anda, zemini bulduğu anda o virüs ortaya çıkar ve yapmak istediğini orada yapmaya çalışır.”
Toplumların devlet yapılanmalarını idealist görüş açıları ile koruyucuları olarak gören bu örgütlenmeler, bireylerin özgür iradelerine karşı olarak istedikleri iktidarları kurarak, istediklerini ayakta tutarak, istemediklerini de iktidardan düşürerek bu görevlerini yerine getirdikleri sanırlar. Gerçekte ise toplumda anarşist ve nihilist görüşlerin yayılmasını sağlayarak devleti ortadan kaldırma çabası içinde kalırlar.
Yakın tarihimizde geçen olayların açıklaması aşağıdaki cümlelerde anlatılan gerçeklerin içinde bulunmaktadır.

Avrupa Parlamentosu'nun konumuzla ilgili karar tasarısındaki
şu sözler dikkat çekici:
"... Avrupa Topluluğu'na üye pek çok ülkede gizli, paralel
istihbarat ve silahlı operasyon örgütlerinin 40 yıldır var olduğu
Avrupa hükümetleri tarafından ortaya çıkarılmıştır. 40 yıldır
bu örgütlerin demokratik kontrolden kurtulduğu ve NATO ile
işbirliği halinde ABD gizli servislerince yönetildiği anlaşılmaktadır…”
Akçura'nın Derin Devlet Oldu Devlet kitabındaki bir başka
belgenin özeti; Yamak'ın açıklamalarını doğrulamıyor:
"... Talat Turhan'ın sözünü ettiği ve 25 Mayıs 1964 günü
Kara Kuvvetleri Komutanlığı'nın verdiği emir ve Orgeneral Ali
Keskiner'in imzasıyla yürürlüğe giren bu talimatname öyle bir talimatname ki;
'Gayri Nizami Kuvvetlere Karşı Harekât' kapsamında...
Özel Harpçilere... 'adam öldürme, bombalama, silahlı
soygun, işkence, kötürüm hale getirme, adam kaçırmak suretiyle
tedhiş, olayları tahrik, misilleme, rehinelerin alıkonması, kundakçılık,
sabotaj, propaganda, yalan haber yayma, zorbalık ve
şantajın da...' yollarını açın" diyor. (Cüneyt ARCAYÜREK, Derin Devlet, s.26)
Ve bu yollar Susurluk olayıyla derin devlete uzanıyor.
Emekli orgeneral Yamak'ın kitabındaki açıklamalar
ABD'nin gerçek yüzünü ortaya koyması açısından da ilginç.
ABD'nin verdiği yardımı (dolarları) sırası ve yeri geldiğinde
kafamıza vurduğunu 1950'lerde, 1960'larda kimi yetkililerin özel
açıklamalarıyla öğrenmiştik. 1971-1974 arasında Özel Harp Dairesi
başkanlığı yapan Orgeneral Kemal Yamak buna bizzat tanık
oluşunu kitabında anlatıyor:
"... Özel Harp Dairesi'nin ABD özel yardım fonundan her
yıl alınan ve hesabı resmi bütçeye karıştırılmadan, ayrı bir muhasebede
tutulan bir milyon dolarla ilgili, yıllık görüşme zamanı
gelmişti. Amerikalı geldi. Mutat konuşma ve pazarlıklar başladı.
Biz ihtiyacımız olan silah ve teknik malzemeyi istiyor, o bize, ihtiyacımız
olmayanı, ellerinde olanı vermeye çalışıyordu. Münakaşa
uzadı, anlaşamıyorduk. Israrımız karşısında bir ara sertleşti ve
'Para bizim değil mi? Ne istersek onu veririz. Önerdiklerimizin
dışında bir şey veremeyiz' dedi.
"Bunu duyar duymaz, 'O zaman hem paranız, hem de vereceğiniz
malzeme sizde kalsın' dedim. Ayağa kalkıp 'Toplantı
bitmiştir' diyerek görüşmeyi bitirdim. Sonucu Genelkurmay Başkanlığına
 arz etmek ve bu ihtiyacın örtülü ödenekten karşılanarak
Amerikan yardımından vazgeçilmesini teklif etmek kararına
vardık...(Cüneyt ARCAYÜREK, Derin Devlet, s.27)





(Alparslan Türkeş) Sürgünden döndü. Önce (Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi)
CKMP'yi ele geçirdi ve sonra aşın sağcı diye nitelenen Milliyetçi
Hareket Partisi'ni kurdu.
Partinin simgesel işareti, kurt (Bozkurt) başı. Hâlâ kullanılıyor.
Gençlik örgütü: Bozkurt'lar... Hareketin amacı: Ergenekon!
Gençlik Örgütü'nün yayın organı Bozkurt’ta yer alan "Bozkurt
Amentüsü “nü NATO'nun Gizli Orduları kitabında yayımladı
Ganser. İlginç.
Biz kimiz? Bozkurtçularız" diye başlayıp devam ediyor
amentü: "... Bozkurtçular neye inanır? Türk ırkının ve Türk milletinin
her ırktan ve her milletten üstün olduğuna. Bu üstünlüğün
kaynağı nedir? Türk kanıdır! Türk doğuştan mı üstündür?
Türk doğuştan üstün ve kabiliyetlidir. Türk, zekâsını, yiğitliğini,
askeri dehasını ve her hususta büyük kabiliyet ve istidadını kanından
alır..." vs. vs.
Bu bir gençlik örgütü mü? Yoksa Ganser'in savladığı gibi
"Pantürkizm ülküsü uğruna şiddete başvurmaya hazır silahlı ve eğitimli
adamlardan oluşan, pek de acıması olmayan bir şebeke" mi?
Sağcı-solcu kanlı kavgalarda adı ne olursa olsun, isterse
Bozkurt diye tanımlansın, ülkücü gençliğin 1980'lere uzanan terör
olaylarında önemli bir yeri olduğu yadsınamaz.
Bu yazımları yinelemekteki amacımız şu savı ortaya koymak.
Bu sav: "CIA'ın kontrgerillaya hayat verirken milliyetçi
faşist hareketi desteklediği... İtalya'da ve daha sonra Avrupa ülkelerinde
NATO'ya bağlı veya doğrudan ilişkili gizli örgütler ortaya
çıkanldı. Türkiye'deki kontrgerilla adındaki örgütü Türkeş,
Bozkurtlardan oluşturdu," diyor.
Ganser bu konuda fazla ileri yargılara varmışa benziyor:
Zira kontrgerilla (derin devlet) konusuna eğilen yüzlerce yazıda,
araştırmada, kitapta bu savı, Türk Gladio'su kontrgerillanın
Türkeş'in Bozkurtlarıyla özdeşleştiği savını doğrulayan bilgiye
rastlamadık.
Ne çare yadsınması olanaksız kimi anlatımlar var: Birinci
gerçek, Talat Turhan, kontrgerilla sözcüğünü ilk kez Ziverbey
Köşkü'nde kendisine işkence yapanlardan işittiğini ve "işkencecilerin
çoğunluğunun Türk istihbarat servisi MİT'ten ve Bozkurt’lardan
çıkma adamlar olduğunu" söylüyor. Bu ifadeyi boşlamamak
gerekiyor.” ...(Cüneyt ARCAYÜREK, Derin Devlet, s.36-37)





Soğuk Savaşın ortaya çıkardığı toplumsal bir gereksinmenin karşılanması olarak benimsenen Derin Devlet örgütlenmesi, toplumsal barışın bozulmasına, kargaşa ve özgürlüklerin ortadan kaldırılmasına neden olmuştur. Bireylerin iradelerine ve gerçek devlet örgütünün işlevini yerine getirmeye bırakılarak çözüm aranması gerekirken, Derin Devlet örgütlenmesine gidilmesi, gerçek devlet yapısını da bozmuş, devletin kurumlarını birbirine düşürmüş, ayrıştırmıştır:



“Eski MİT’çi Mehmet Eymür’ün ifadesi, Ağar’ın “Bir tuğlayı çekersem duvar çöker” dediği, siyasetçi, istihbaratçı, askerler ve mafyadan oluşan yapıyı yıkmak üzere.. Eski İstihbaratçının ifadesini okurken çok şaşıracaksınız.. İşte o ifade...

Özel Yetkili Ankara Cumhuriyet Savcısı Hakan Yüksel’in yürüttüğü faili meçhul cinayetlerle ilgili soruşturma kapsamında geçen hafta sorgulanan eski MİT’çi Mehmet Eymür’ün dokuz sayfalık ifadesi ortalığa saçıldı.


“Gayri resmi oluşumun MİT ayağını oluşturmak”la suçlanan ve yurtdışı yasağı getirildikten sonra serbest bırakılan Eymür, ifadesinde, içinde özel harekât polisleri, askerler, dönemin Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar’ın da yer aldığı oluşumun adam kaçırdığını, infazlar yaptığını ve haraç aldığını örneklerle anlattı. Bu yapılanmaya karşı mücadele ettiği için tehdit edildiğini söyleyen Eymür’ün dokuz sayfalık ifadesinin geniş özeti Taraf Gazetesi'nde de yayınlandı.


… Susurluk olayı patlak vermeden önce MİT Kontr-terör Dairesi Başkan Yardımcısı olarak tüm MİT bölge başkanlıklarına bir yazı yazdım. Devlet içinde görev yapan etkili şahısların güdümünde bir kısım kamu görevlilerinin de içinde olduğu, siyasi cinayetler işleyen, haraç toplayan bir terör örgütü geliştiği, isimlerini tek tek yazdığım bu şahısların izlenerek konu üzerinde hassasiyetle durulması gerektiğini belirten bir yazı yazdım. Yazı üzerine daha sonra duyduğum kadarıyla MİT İstihbarat Başkanı olan Miktat Alpay isimli kişinin bu yazıyı tek tek bölge başkanlıklarından geri aldığı, yazının kayıtlı olduğu defteri eksilterek, yeni kayıt defteri açtığını öğrendim...


MİT Başkanlığı’nın yabancı istihbaratçılar gibi operasyonel bir birliği olmadığı için bazı zafiyetler ortaya çıktı. Bunun için MİT Başkanlığı olarak Özel Harp Dairesi’nde görev yapmış bazı askerî şahısların MİT bünyesine alınması kararı çıktı. Bu kapsamda Albay Orhan Çoban başkanlığında 5-6 kişilik bir ekibi MİT Başkanlığı’na aldık, ancak ben bunlardan Kaşif Kozinoğlu’nun MİT’e alınmasına karşı çıktım. Çünkü Kozinoğlu, özel harpte de problemleri olduğu için, birçok gayriyasal işlere karıştığını duymuştum, Bu durumu Orhan Çoban’a aktardığımda “Biz ekip olarak gelir gideriz, bu isteğiniz ayıp olur” dedi. Karşı çıkmama rağmen Kozinoğlu da MİT’e alındı. Kozinoğlu MİT’te görevliyken altındaki subayla birlikte kendi kendine İHD Başkanı Akın Birdal’ı öldürmek üzere plan yaptığı istihbaratı bana geldi. Bana sordular ‘Bu olaydan haberiniz var mı’ dediler, ben de ‘haberimin olmadığını’ söyledim. Bunun üzerine soruşturma açtım, ifadesini aldım ve Kozinoğlu’nu cezalandırdım. Buna ilişkin tümü yazılı belgeler MİT Başkanlığı’nda vardır. Bunun üzerine Şenkal Atasagun, Kozinoğlu’nu himayesine aldı ve kendi dış istihbarat başkanlığında kullanmaya başladı.


Ben Nuri Gündeş’in yukarıda belirttiğim söz konusu yapılanma içerisinde direkt bulunup bulunmadığını bilmiyorum. Ancak Nuri Gündeş Abdullah Çatlı’yı tanır ve Abdullah Çatlı’yı yurt dışında kullanmıştır. Memduh Samuray Bayraktaroğlu’nun talimatla alınan ifadesinde belirttiği gibi Mehmet Ağar, Özer Çiller, Başbakan Tansu Çiller ve Nuri Gündeş’i terörle mücadele adı altında kamu güvenliği biriminin kurulmasını istedikleri konusunda bizzat bir bilgim yoktur. Yalnız yukarıda belirttiğim üzere ben Özer Çiller’in hiçbir hukuki sıfatı bulunmadığı halde belirli bürokratlarla iş ilişkilerine girmesini biraz yadırgıyordum, bunu Tansu Çiller, devlet yapısını iyi bilmediği için ve erkeklerle irtibat kurmakta biraz sıkıntı çektiğinden eşi Özer Çiller’i bir danışman gibi kullanıyordu. 


Mehmet Ağar’ın Özer Çiller ile çok samimi ilişkiler içerisine girmesini görmem üzerine kendisini bu konuda uyarmıştım. Ancak sonraki süreçte görüldüğü üzere Mehmet Ağar, Özer Çiller’i ve Başbakan Tansu Çiller’i fazlasıyla etkiledi. O dönemde de Tansu Çiller’e söylenen “erkek gibi kadın” , güvenlik işleriyle uğraşanlar Başbakan Tansu Çiller için “cesur kararlar alıyor, erkek gibi kadın” şeklinde söylenen sözler kendisini etkilemekteydi. Bu yüzden bazı şeylerin kendi inisiyatifi dışında yapılmasına ses çıkarmamıştı. Ben Başbakan Tansu Çiller’in iyi niyetli olarak terör politikasına destek verdiğini biliyorum, hiç bir zaman da “şunu öldürün bunun parasını alın” diye de söylediğini zannetmiyorum. Ancak yukarıda belirttiğim gibi devlet tecrübesinin az olması ve bunu bilen Mehmet Ağar ve ekibi, Tansu Çiller’in eşi Özer Çiller’e bazı yanlışlıklar yaptırmış olabileceğini düşünüyorum.

 Haber Mynet, 07/12/2011, 


 

Soğuk Savaş veya Sınırlı Savaş’ın bir gereksinmesi olarak ortaya çıkan Derin Devlet yapılanmaları, birden fazla devleti içine alan örgütlenme birlikleridir. Birlikte örgütlenme gereği de olsa her devlet açık devlet örgütlenmesi içinde çözüm araması gerekir. Bu gerçek dikkate alınmadığı için devlet örgütlenmelerinin karmaşaya sürüklendiği, iktidarların dış devletlerin örgütleri tarafından kurulduğu ve düşürüldüğü dönemler başlamıştır:


“Sınırlı Savaş taktiklerine ne zaman başvurulacaktı?

Amerikalı teorisyenlere göre Sınırlı Savaş taktiklerine başvurulacak iki durum söz konusudur: 1. Hükümet ABD taraftarıdır, ayaklanma söz konusudur. Ayaklanma bastırılmaya, pasifize edilmeye çalışılacaktır. 2. Ayaklanma ile ya da başka bir şekilde hükümet, ABD aleyhtarı bir değişime uğramıştır. Bu durumda askeri darbe ile ya da suikastlarla aleyhteki yönetici unsurlar bertaraf edilecek ve yerlerine dost unsurlar getirileceklerdir. Yani iki durumda da Sınırlı Savaş'a başvurularak ABD aleyhtarı akım ya da hükümetler safdışı edileceklerdir. Washington, bu politikanın gerçekleştirilmesini özellikle CIA eliyle yürütmektedir. Asya, Afrika ve Latin Amerika ülkelerinde milli nitelik taşıyan, Amerikan çıkarlarına hizmet etmeyen hükümetlerin CIA tertipleriyle düşürüldükleri, örneğin, Musaddık, Peron, Betancourt, Goulart, Nukrumah, Lumumba ve benzerleri hatırlanırsa, Amerikan çevrelerinin bu ikinci meseleye ne kadar önem verdikleri kendiliğinden anlaşılır. (10)

Pentagon'un gerilla savaşı uzmanları bu tip savaşları üçe ayırmaktaydılar: Birincisi, sıcak savaşta orduya yardımcı olarak düşman işgali altındaki bölgede yürütülen gerilla savaşı, ikincisi, sömürgeci rejimlere karşı silahla ayaklanan gerillaların yürüttüğü gerilla savaşı, üçüncüsü ise, ABD aleyhtarı yönetimleri devirmek için Amerika'nın finanse ve teçhiz ettiği bazı sivillerce yürütülen gerilla savaşıdır. 

 


"Ayaklanmaya Karşı Koyma" ya da Kontrgerilla taktikleri:
"Dolaylı Saldırı" anlaşmaları çerçevesinde, Vietnam, Kamboçya ve benzerlerine yapılan Amerikan müdahalelerinin başarısızlığa uğraması ile yukarıda anlatılan taktikleri geliştiren ABD, bunlara "Ayaklanmaya Karşı Koyma" ya da kontrgerilla adını vermiştir. Operasyonlarda yerel kuvvet kullanımına ağırlık verilecek, bu kuvvetlere ABD lojistik desteği ve genel talimatları verilecektir. "Ayaklanmaya Karşı Koyma" ile amaçlanan hedeflerden biri de, ABD ve Batı aleyhtarı akımların mümkün olduğunca, gerilla savaşına girişebilecek güce ulaşamadan raydan çıkarılması, pasifize edilmesiydi. “
http://www.kontrgerilla.com/tarihce.asp





Soğuk savaş Doğu Blok’unun 01/Temmuz/1991 yılında dağılması ile sona ermiştir.  Ancak Derin Devletin birlikte örgütlü yapısı varlığını koruma, sürdürme eğiliminde olduğundan yeni soğuk savaş hedefleri kendine oluşturma gerekliliği duymuştur. Bu yeni neden uluslararası terörizm ve özellikle de Fanatik İslamcıların terörizmi ve islam devleti örgütlenmelerinin ortaya çıkmasıdır. 


KONTRGERİLLA'NIN YENİ HEDEFİ

Komünizm çöktüğüne göre Batı ve kontrgerilla zafer kazanmış ve rahat bir nefes almıştır. Ne de olsa yıllarca kendilerini uğraştıran en büyük düşmanlarından birisi mağlup olmuştur. Batı, gerçekten de rahat bir nefes almış mıdır? Hayır!.. Batı ve kontrgerilla sadece komünizme karşı mücadele yürütmüyordu ki!. Onlar için iki düşman vardı, biri komünizm diğeri de İslam... Kontrgerillanın ilk yapılanma sebebi komünistlerdi. O yıllarda İslam’ın nefesini henüz yeterince enselerinde hissetmemişlerdi. Yıllar geçip bir taraftan komünistlerle mücadele kızışırken diğer taraftan sahneye Müslümanlar da çıkmaya başladı. İslam'ın yayılışı gittikçe ivme kazanmaktaydı. 


Komünizm yıkılıp gitti ama kontrgerilla için savaş bitmedi, aksine daha da kızıştı. Komünistlere karşı harcadığı enerjiyi de artık Müslümanlara karşı yöneltebilecekti. Yalnız burada, komünistlerle savaşırken karşılaşmadığı bir zorluk karşısına çıkmıştı. İslam kalplere kök salmış, namaz kılanın kılmayanın, hasılı, her yönüyle İslam'ı yaşamaya çalışanla sadece lafta bile olsa inanarak Müslüman olduğunu söyleyen Türkiye halkının büyük çoğunluğunun gönlünde sağlam bir yer edinmişti. İnsanlar Müslümandan zarar gelmeyeceğini biliyorlardı. Yani mayalarında vardı İslam. Komünizm gibi ne idüğü belirsiz bir ideoloji gibi görmüyordu onu halk. Bu yüzden kontrgerilla, komünistlere karşı uyguladığı taktikleri gözden geçirmek ve yeni taktikler belirlemek zorundaydı. Ama bunu yapamadığı 80 sonrası meydana gelen faili meçhul sansasyonel eylemlerde hala 80 öncesi taktikleri kullanmasından anlaşılıyor.

Muammer Aksoy'dan başlayarak Uğur Mumcu'ya kadar süren ve çok büyük ihtimalle de süreceği belli olan faili meçhul(!) sansasyonel eylemler 80 öncesi benzer eylemleri anımsatıverdi herkesin zihninde. Medyanın yayınları incelendiğinde Müslümanları fail olarak göstermekte ısrar eden bazı köşe yazarlarının bile kontrgerilla-Amerika parmağına dokundukları gözlenmekte. Buna dair bir çok örnek verildi ilgili bölümlerde. İnsanlar, Müslümanların bu tür eylemlere kalkışmayacaklarını, onların ancak dinleriyle alay eden ve hakaret eden şahıslara bu tür saldırıları yöneltebileceklerinin ve bu durumda da kınanamayacaklarının farkındalar. Çünkü hiçbir inanç, başka inanca hakaret ve alayı haklı gösteremez. Fikirler ancak eleştirilebilir. 


Tekrar vurgulamak gerekirse insanlar, Aksoy'dan Mumcu'ya kadarki cinayetlerde Müslümanların değil de kontrgerillanın ve Amerika’nın parmağı olduğuna inanıyor, sağcısıyla solcusuyla... Bu eylemlerde kontrgerilla o kadar sırıtıyor ki onu yadsımaya çalışanlar sürekli açık veriyor. Buna İslami Hareket Örgütü'(!)nün icat edilmesindeki komiklik ve gariplikler ile tam suikastlerin kızıştığı bir zaman diliminde patlak veren İtalyan kontrgerillası "Gladio" skandalı eklenirse kontrgerillanın üzerindeki o karanlık örtünün kalkıverdiği görülür. Bunlara, Amerika'nın Irak'tan sonra İran'ı da köşeye sıkıştırmak arzusu da eklenmeli. Kontrgerilla için, Amerika için, Batı için komünizm hedef olmaktan çıktı. Hedefleri artık tek bir taneye indi, İslam... İslam öyle hızla yayılıyor ki onu durdurmak için telaşa kapılıyorlar ve belki de bu yüzden kendilerini ele veren, sırıtan, hata dolu eylemler düzenliyorlar... Güya sosyal değişimi tersine akıtacaklar. Mümkün mü bu?.. Bunun mümkün olmadığını yaşanan gelişmeler göstermiyor mu?.. Artık kontrgerilla taktiklerinin de modası geçmek üzere. İşe yaramıyor çünkü. Cezayir buna örnek.. Kontrgerillanın taktiği olan darbe yaptırıp Müslümanları ezmek de işe yaramadığına göre galiba tek etkili çare, şimdilik Bosna'daki gibi Müslümanları iç savaşta yok etmeyi ya da sayılarını azaltmayı denemek olabilecek. Kontrgerilla taktiklerinin modası geçiyor olsa da bir süre daha uygulanacakları açık. Kontrgerilla ve NATO'nun en büyük hedefi artık İslam.. 



Yukarıdaki alıntılarda ortaya konan bakış açısı doğal olarak gerçeği dile getirmekten uzaktır. Doğu Blok’unun dağılması sonrası ortaya çıkan bazı cinayetler, henüz soğuk savaşın etkilerinin sürdüğü ülkelerde soğuk Savaşı sürdüren Derin Devlet yapılanmasının varlığını sürdürmesidir. Bu etkilerin bu ülkelerde de ortadan kalkması ile islam devlet örgütlenmesinin desteklendiği, ortaya çıkarılmaya çalışıldığı görülmektedir. Artık Doğu Blok’unun ideolojilerine karşı aşırı Ulusalcı ideolojiler gereksiz olduğundan, bu ideolojileri taşıyan güçler bir kenara itilebilir. NATO’nun veya Doğu Blok’u güçlerinin yeni hedefi İslamcı akımı ortadan kaldırmak değil tersine canlandırarak güçlü bir biçimde ortaya çıkarmak olabilir. Nedeni, Derin Devlet örgütlenmesinin varlığını sürdürmesini sağlayacak etkinin varlıklaşmasının gerekliliğidir.








İsmail İNCİ,  26/12//2012







































8 Aralık 2012 Cumartesi

MALTHUS'UN EKONOMİK KURAMININ ARİTMETİK DİZİYE İNDİRGENMESİ




ROBERT MALTHUS’UN EKONOMİK ÖNGÖRÜSÜNÜN GERÇEKLEŞMEMESİNİN NEDEN VE SONUÇLARI




Ülkelerin nüfus artışı insanları, yeterince gıda ürünleri üretimine sahip olup olamayacağı sorunu ile her devirde karşı karşıya getirmiştir.




İngiltere'nin ilk ekonomi politik profesörü Thomas Robert Malthus’un kuramına göre uygun şartlarda herhangi bir popülasyon, besin maddelerinin artışından daha hızlı bir oranda artar ve böylece zamanla kişi başına düşen besin miktarı azalır. Bu fikrinin temeli şudur: uygun şartlarda herhangi bir kısıtlayıcı faktör (salgın vb.) yoksa popülasyon geometrik dizi biçiminde artar (2, 4, 8, 16, 32, 64, ...), oysa besin maddeleri aritmetik dizi biçiminde artar (1, 2, 3, 4, 5, 6, ...). Doğada aradaki bu fark, popülasyonda bazı bireylerin ölümlerine neden olur ve bir denge sağlanır. Robert Malthus’un ve Yeni Malthus’çuların bu kuramdan yola çıkan öngörülerine göre 20’nci yüzyılda, aynı zamanda sağlık bilimi ve teknolojilerindeki gelişmelerin etkisine bağlı olarak hastalıkların iyileştirilmesiyle nüfusta artış geometrik olarak, gıda üretiminde artış ise matematik dizi ile artacak, insanlık büyük bir kıtlık ve açlık ile karşı karşıya kalacaktır.



Yirminci yüzyılda gıda ürünleri üretimindeki gelişmelerle Malthus’un bu öngörüsünün tam tersi gerçekleşmiştir: Nüfustaki artış aritmetik dizi ile gıda üretimi ise geometrik dizi ile artış göstermiştir. Her çağda olduğu gibi temel, zorunlu gereksinmeleri oluşturan yeterli gıda ürünlerine sahip olabilme hedefinin baskısı yirminci yüzyılda bilim ve teknolojinin gelişmesinin temel itici gücü olduğu gibi, bilim ve teknolojideki her gelişmenin sonuçları gıda ürünleri üretiminde kullanılmaya çalışılmıştır. Genetik bilimindeki gelişmeler bitki ve hayvan ırklarının ıslahında yaygın olarak kullanılarak yüksek verimli bitki çeşit ve hayvan ırklarının geliştirilmesini olanaklı kılmıştır. Tarımda makineleşmenin gelişmesi, kimyasal gübre kullanımının yaygınlaşması, hastalık ve zararlıların neden olduğu kayıpların önlenmesi veya en az düzeye indirilmesi, sulama sistemlerinin yaygınlaştırılması; gıda hammaddelerini işleyen teknolojilerin bulunması ve seri üretim yapan fabrikalarının kurulması bitkisel ve hayvansal gıda ürünleri üretimini geometrik olarak arttırmıştır. Nüfusun yeni doğum kontrol yöntemleri ile denetim altına alınabilirliği bağlı olarak nüfusun planlanabilirliği, nüfus artış hızını aritmetiksel dizi düzeyine indirgemiştir.



Salt gıda ürünlerindeki üretim geometrik dizi ile artmamıştır. Bilim ve teknolojideki ilerlemelere bağlı olarak üretim araç ve yöntemlerindeki gelişmeler giyim ürünlerinin, ulaşım ve iletişim ürünlerinin, barınma ürünlerinin, aydınlanma, ısınma, beyaz eşya… vb ürünlerinin üretimini de geometrik hızla arttırmıştır.



Her alanda üretimin bu hızlı artışına, verimliliğine karşın ekonomide toplumsal dengelerin denetim altına alınamaması, ürünlerin dağılımının dengelenememesi; gereksinmelerle, ürünlerin gereksinmeleri karşılama bilgisine insan usunun henüz erişmediğini gösterir.



Ürünlerin üretim ve tüketiminin dengelenmesinde, emisyon hacmiyle, hizmetler sektöründeki üretilen hizmet ürünlerinin niteliklerinin belirlenlenmesi ve ücretlendirilmesi önemli sorunlar olarak görülmektedir. Hizmet üretiminin geometrik dizi ile sunumu gerçekleştirildiğinde ve tüm üretilen ürünlerin dağılımı eşgüdümleştirilip planlanabildiğinde ekonomik dengeler sağlanabilecek, insanlar kendilerine daha fazla boş zaman ayırabilecektir.





İsmail İNCİ, 08/12//2012

www.iinci.blogspot.com

bgi.inci@mynet.com

bgi.inci@hotmail.com











SAVAŞ EKONOMİSİ VE PANDEMİ EKONOMİSİ-ORTAK NİTELİKLER VE ALINACAK ÖNLEMLER-

  ORTAK VE FARKLI STRATEJİLERİ İLE SAVAŞ EKONOMİSİ VE PANDEMİ EKONOMİSİ (1)        Savaş dönemleri ile Pandemi dönemlerinde ülkelerin iç...