LAİKLİK İLKESİNİN GELİŞME SÜRECİNDE VARMIŞ
OLDUĞU SON NOKTA
-ATATÜRK’ÜN NUTKUN’DAN-
Mustafa
Kemal Atatürk Nutuk Adlı ünlü söylevinin Cumhuriyetin ilanı sonrasındaki
mücadelesin anlattığı son bölümlerinde şöyle demektedir.
“Bizimle
görüşte ve yapılan çalışmalarda uzlaşma ve işbirliği aramayı gerekli
bulmaksızın bağımsız ve gizli çalışan bir grup belirdi. Bu grup, iyi niyetli ve
hakkı tutar gibi görünerek bütün parti üyelerini kendi görüşlerine çekmekte
başarılı olmaya başladı.”
Bu yöntem, ülkeleri istedikleri yönde biçimlendirmek isteyen
düşman güçlerin uyguladıkları önemli bir siyasi ve askeri taktiktir. Bugün
ülkemiz koşulları ile benzerlikler taşıyan bir yöntemdir: Ekonomik ve siyasi
başarılarla kendi ilkeleri yönünde çalışacak hükümetteki iktidarlara güç
kazandırılır, kendilerine aşırı güven duygusu duymaları sağlanır.
“Efendiler, Saltanat devrinden Cumhuriyet devrine geçebilmek
için, herkesin bildiği üzere bir geçiş dönemi yaşadık. Bu dönemde iki ayrı
düşünce ve görüş birbiriyle sürekli olarak çarpıştı. O düşüncelerden biri,
saltanat devrinin devam ettirilmesiydi. Bu görüşün sahipleri belli idi. Diğer
bir düşünce, saltanat rejimine son vererek Cumhuriyet rejimini kurmaktı. Bu
bizim düşüncemizdi. Biz düşüncemizi açıkça söylemeyi başlangıçta sakıncalı
buluyorduk. Ancak, düşünce ve görüşlerimizi daha sonra zamanı geldiğinde
uygulayabilmek için, saltanat taraftarlarının görüşlerini yavaş yavaş uygulama
alanından uzaklaştırmak mecburiyetinde idik. Yeni kanunlar yapıldıkça,
özellikle Teşkilât-ı Esasiye Kanunu yapılırken, saltanat taraftarları padişah
ve halifenin hak ve yetkilerinin açıkça belirtilmesi için ısrar ediyorlardı.
Biz, bunun zamanı gelmediğini veya gerekli olmadığını söyleyerek, o tarafı
geçiştirmekte yarar görüyorduk.
Devlet
idaresini, Cumhuriyet'ten söz etmeksizin millî hâkimiyet ilkeleri çerçevesinde
her an Cumhuriyet'e doğru yürüyen rejim etrafında yoğunlaştırmaya
çalışıyorduk.”
Ne yazık ki aşamalı olarak cumhuriyetin gelişmesi için planlanan
hedeflere varmak için yapılan çalışmalar, bu gün, cumhuriyet karşıtlarının amaçlarına
ulaşmaları için aşamalı çalışmalara dönüşmüş görünmektedir.
“Yunus Nadi Bey, Rauf Bey'in bir gün önceki sözleri üzerinde
durarak, millî hâkimiyet mi Cumhuriyet'in gelişmesinden doğmuştur? Yoksa
Cumhuriyet mi millî hâkimiyetin gelişmesinin sonucudur?" Şeklinde bir
nazariyenin tartışılmasının yersiz olduğunu açıkladı.
Rauf Bey'in "Değil halifenin, saltanatın, bu makamın
haklarını elinden alabilecek olan herhangi bir makamın aleyhindeyim"
Şeklindeki sözlerini, Yunus Nadi Bey, şöyle yorumladı: Rauf Bey'e göre bu
makamın hakları vardır. İfade açıktır. Saklı hakları vardır. Sakın kimse
almasın, günün birinde belki lâzım olacaktır." "Halbuki Teşkilât-ı
Esasiye Kanunu çıkmıştır. Bütün makamlar tespit edilmiştir. Bütün durumlar
kanunda yerini almış, belirtilmiştir. Ama hâlâ efsaneden, safsatadan söz ediyor."
Bundan
sonra Yunus Nadi Bey şunları söyledi : "... Cumhuriyet'i beğenmeyen
kimseler vardır. Açıkça söyleyemediklerini düşüncelerinde besleyen yaratıklar
vardır ve bunlar içimizdedirler. "... Öyle adamların kafası ezilir,
efendiler!"
Sayın Yunus Nadi Bey’in askeri darbelerle cumhuriyet
düşmanlarının kafalarının ezilmesi dönemi günümüzdeki koşullarda, artık geçerli
bir demokrasi yöntemi değildir. Halkın oyları ile cumhuriyet düşmanlarının ve
cumhuriyeti geriletenlerin ezilmesinin koşulları geçerli bir yöntemdir
“Mahmut Esat Bey, her şeyden önce gidilecek
yolların belirtilmesi gerektiğini, o takdirde daha samimî ve daha kesin olarak
yürünebileceğini söyledi ve Rauf Bey'in görüşüne temas ederek şöyle bir
değerlendirme yaptı : "Millî hâkimiyet başka bir konudur. Cumhuriyet,
meşrutiyet, mutlakıyet rejimleri ve istibdat daha başka konulardır. Bunlardan
bir kısmı devlet şekilleridir. Diğerleri millet iradesinin kullanılması ve
uygulanmasıdır. Bu dört şekil içinde, millî hâkimiyetin çeşitli yollarla
uygulandığını görüyoruz. Hattâ bir parça istibdat şeklinde bile vardır.
Meşrutiyette biraz daha fazla, Cumhuriyet'te daha fazla. Bundan dolayı, burada
iki şeyi birbirine karıştırmamak gerekir, Millî hâkimiyet Cumhuriyet'in
gelişmesinin eseridir, denemez. Çünkü millî hâkimiyet, şekil değildir. Ruh ve
öz meselesidir. " Mahmut Esat Bey, Rauf Bey'in şahsî görüş diye ortaya
attığı sözler üzerinde, gerektiği kadar durduktan sonra: "Türk inkılâbı
yükseliyor. "Ancak, bu inkılâbı süratle hedefine, milletçe beklenen
hedefine ulaştırabilmek için, bir an önce gerçek durumun açıklık kazanması
lâzımdır. Türk milleti, ortada, demokrasi adına çekilmiş bir kılıç gibi, bunu
beklemektedir sözleriyle konuşmasına son verdi.”
Halifeliğin
korunmasını, cumhuriyet yönetimi yerine meşruti bir yönetimin ülkede
kurulmasını hedefleyen Rauf bey ve taraftarlarının uyguladığı karşı politika,
Milli Hakimiyet ve Millet iradesinin cumhuriyet rejimiyle halkın elinden başka
temsilcilere verilerek ortadan kaldırıldığı, bu nedenle kurtuluş savaşında
kurulan TBMM yönetim ve rejiminin sürdürülmesi gerektiği oluyor. Bu siyasete
karşılık Mahmut Esat Bey, bilimsel bir siyaset diliyle yanıt veriyor.
“Bu gensoru sahnesinden sonradır ki, muhalifler, maskelerini
atmaya mecbur edildiler. Bilindiği üzere "Terakkiperver Cumhuriyet
Fırkası" diye bir parti kurdular. Bu partinin gizli eller tarafından
çizilen programını da ortaya attılar.
"Cumhuriyet"
kelimesini ağızlarına almaktan bile çekinenlerin, Cumhuriyet'i doğduğu gün
boğmak isteyenlerin, kurdukları partiye "Cumhuriyet" ve hem de
"Terakkiperver Cumhuriyet" adını vermiş olmaları, nasıl ciddîye
alınabilir ve ne dereceye kadar samimî sayılabilir.”
"Parti, dinî düşünce ve inançlara saygılıdır"
ilkesini bayrak olarak eline alan kimselerden iyi niyet beklenebilir miydi? Bu
bayrak, yüzyıllardan beri cahilleri, bağnazları ve hurafelere inananları
kızdırarak özel çıkarlar sağlamaya kalkmış olanların taşıdıkları bayrak değil
miydi? Türk milleti, yüz yıllardan beri, sonu gelmeyen felâketlere, içinden
çıkabilmek için büyük fedakârlıkların gerekli olduğu pis bataklıklara, hep bu
bayrak gösterilerek sürüklenmemiş miydi : ?
Cumhuriyetçi ve yenilikçi olduklarını zannettirrnek
isteyenlerin, yine bu bayrakla ortaya atılmaları, dinî bağnazlığı coşturarak,
milleti, Cumhuriyet'e" ilerlemeye ve yenileşmeye karşı kışkırtmak değil
miydi? Yeni parti, dinî düşünce ve inançlara saygı perdesi altında : "Biz
Hilâfet'i yeniden isteriz; biz yeni kanunlar istemeyiz; bize Mecelle
yeterlidir; medreseler, tekkeler, cahil softalar, şeyhler, müritler biz sizi
koruyacağız; bizimle birlikte olunuz ! Çünkü, Mustafa Kemal'in partisi
Hilâfet'i kaldırdı. İslâmiyet’e zarar veriyor; sizi gâvur yapacak, size şapka
giydirecektir" diye bağırmıyor muydu? Yeni partinin kullandığı slogan bu
gerici haykırışlarla dolu değil miydi ?
Efendiler, bu slogana bağlı olanlardan birinin, çok zaman önce
( 10 Mart 1923 tarihinde) idam edilmiş olan Cebranlı Kürt Halit Bey' e yazdığı
mektuptaki şu cümlelere bakınız : " İslâm dünyasının ebedîliğini sağlayan
ilkelere saldırıyorlar." "Bu konudaki açıklamalarınızı arkadaşlara da
okudum. Hepsinin gayretlerini artırdım "Batıyı örnek almak, tarihimizi, medeniyetimizi,
kaybetmeyi" zarurî kılar. "... Hilâfet'i yıkmak, lâik bir idare
kurmayı düşünmek, hep İslâmlığın geleceğini tehlikeye sokacak sebepleri
yaratmaktan başka bir sonuç veremez.
Efendiler, olaylar ve olup bitenler ortaya koydu ve ispat etti
ki, "Terakkiperver ve Cumhuriyet Fırkası'nın programı en hain kafaların
eseridir. Bu parti, memlekette suikastçıların, gericilerin sığınağı ve
ümitlerinin dayanağı oldu. Dış düşmanların, yeni Türk Devleti'ni körpe Türk
Cumhuriyeti'ni yıkmayı hedef alan plânlarının kolaylıkla uygulanmasına yardım
etmeye çalıştı. Tarih, (gizli maksatlarla hazırlanmış, genel ve gerici
nitelikteki) Doğu isyanının sebeplerini inceleyip araştırdığı zaman, onun
önemli ve belirli sebepleri arasında "Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nın
dinî konularda verdiği sözleri, doğuya gönderdiği sorumlu sekreterinin kurduğu
örgütü ve yaptığı kışkırtmaları bulacaktır.
Hatıra defterini "fazladan ve gece kılınan namazlar' ın
sevabını anlatan hadislerle dolduran bu sorumlu sekreter, doğu illerimizde dinî
kışkırtmalarda bulunurken, partisinin programını uygulamıyor muydu? Masum
halka, beş vakit namazdan başka, geceleri de fazla namaz kılmayı vaaz ve
nasihat eden, belki de ömründe hiç namaz kılmamış olan bir politikacı olursa,
bu hareketin hedefi anlaşılmaz olur mu ?
Efendiler, yaptığımız inkılâbın genişliği ve büyüklüğü
karşısında eski hurafelerin ve müesseselerin birer birer yıkılışını gören
bağnaz ve gerici unsurlar, "dinî düşünce ve inançlara saygılı"
olduğunu ilân eden bir partiye ve özellikle bu partinin içinde isimleri ün
yapmış kimselere dört elle sarılmazlar mı? Yeni parti kuran kimseler bu gerçeği
kavramış değiller midir? O halde, ellerine aldıkları din bayrağı ile, millet ve
memleketi nereye götürmek istiyorlardı? Böyle bir soruya verilmesi gereken
cevapta iyi niyet, gaflet, kayıtsızlık gibi sözler, memleketi ileriye
götüreceğim diye ortaya atılan bir partinin ileri gelenleri için mazeret
sayılamaz!
Efendiler, yeni parti kendine ad olarak seçtiği
"Terakki" ve "Cumhuriyet" kelimelerinin tam tersi olan
anlamlarla gelişmiştir. Bu partinin liderleri, gericilere gerçekten ümit ve
kuvvet vermiştir. Buna örnek olarak arz edeyim : Ergani’de, asilerin valiliğini
kabul eden ve sonra asılmış olan Kadri,
Şeyh Said'e yazdığı bir mektupta : "Millet Meclisi'nde, Kâzım Karabekir
Paşa'nın partisi, Şeriat hükümlerine saygılı ve dindardır. Bize yardımcı
olacaklarına şüphe etmem. Hatta, şeyh Eyüp'ün yanında bulunan sorumlu
sekreterleri, partinin tüzüğünü getirmiştir..." diyor. Şeyh Eyüp de
yargılanması sırasında : "Dini kurtaracak tek partinin, Kâzım Karabekir
Paşa'nın kurduğu parti olup, Şeriat hükümlerine uyulacağının, parti tüzüğünde
ilân edildiğini" söylemiştir.”
Efendiler, "Terakkiperver" ve "Cumhuriyet"
kelimelerini kullanarak, bize ve milletin aydınlarına karşı din bayrağını
gizlemeye çalışanların, memlekette genel bir gericilik ve ayaklanmaya yol açmak
için içeride ve dışarıda türlü düzen ve kışkırtmalarla uğraşanların varlığından
habersiz oldukları düşünülebilir mi? Yeni partiye girenlerin bütün üyelerî söz
konusu olmasa bile, dinî vaatleri başarıya ulaşmanın en etkili unsurları sayan
ve bununla ilgili sloganı tüzüklerine de koymuş olan kimselerin, şahıslarımıza
ve memlekete karşı yöneltilmiş olan suikastlardan habersiz oldukları kabul
edilemez!
Diyelim ki, bunların isyanın patlak vermesinden aylarca önce,
memleketin şurasında burasında yapılan gizli toplantılardan, "Cemiyet-i
Hafiye-i İslâmiye" teşkilâtından, İstanbul'da Nakşıbendi şeyhlerinin
yaptığı toplantıda, hazırlanacak ayaklanmaya yardım için söz verildiğinden ve
nihayet millî sınırlarımızın dışında bulunup da Doğu isyanını kışkırtanların
bildirilerinde, Kâzım Karabekir Paşa'nın partisinden ümitle söz edildiğinden
haberleri olmadığını düşünelim. Ancak, Bunların, Fethi Bey Hükûmeti zamanında,
doğrudan doğruya Fethi Bey vasıtasıyla kendilerine, partilerinin zararlı, isyan
ve gericiliği kışkırtıcı bir durum ve nitelikte olduğu bildirildiği zaman
olsun, gerçeği görüp anlamaları gerekmez miydi? Hükümetin ve benim tertemiz
düşüncelerle yaptığımız bu uyarmalardan sonra olsun, gerçeği kavrayıp ona
uymaları beklenirdi. Onlar tam tersine, bu defada "dinî düşünce ve
inançlara saygılıyız" sloganını büsbütün zıt bir anlamda yorumlamaya
kalkıştılar. Sözde, bu sloganla, her dinin ve her dinden olanların düşünce ve
inançlarına saygılı olduklarını belirtmek... geniş ölçüde hürriyetçi
olduklarını anlatmak istiyorlarmış... Efendiler, böyle bir tutuma dürüst ve
samimîdir denemez! “
Büyük liderin cumhuriyeti kurduğu
yıllarda mücadele ettiği koşullar ne yazık ki hala varlığını güçlenerek korumaktadır.
Ancak, bu koşullarla mücadele edecek o kadar da güçlü bir cumhuriyet nesli yetişmiş durumdadır.
İsmail İNCİ, 01/11/2013