1 Kasım 2013 Cuma

ATATÜRK'ÜN NUTUK'UNDAN CUMHURİYETİN BUGÜNKÜ PANORAMASI




LAİKLİK İLKESİNİN GELİŞME SÜRECİNDE VARMIŞ OLDUĞU SON NOKTA

-ATATÜRK’ÜN NUTKUN’DAN-


Mustafa Kemal Atatürk Nutuk Adlı ünlü söylevinin Cumhuriyetin ilanı sonrasındaki mücadelesin anlattığı son bölümlerinde şöyle demektedir.


“Bizimle görüşte ve yapılan çalışmalarda uzlaşma ve işbirliği aramayı gerekli bulmaksızın bağımsız ve gizli çalışan bir grup belirdi. Bu grup, iyi niyetli ve hakkı tutar gibi görünerek bütün parti üyelerini kendi görüşlerine çekmekte başarılı olmaya başladı.”



Bu yöntem, ülkeleri istedikleri yönde biçimlendirmek isteyen düşman güçlerin uyguladıkları önemli bir siyasi ve askeri taktiktir. Bugün ülkemiz koşulları ile benzerlikler taşıyan bir yöntemdir: Ekonomik ve siyasi başarılarla kendi ilkeleri yönünde çalışacak hükümetteki iktidarlara güç kazandırılır, kendilerine aşırı güven duygusu duymaları sağlanır.


“Efendiler, Saltanat devrinden Cumhuriyet devrine geçebilmek için, herkesin bildiği üzere bir geçiş dönemi yaşadık. Bu dönemde iki ayrı düşünce ve görüş birbiriyle sürekli olarak çarpıştı. O düşüncelerden biri, saltanat devrinin devam ettirilmesiydi. Bu görüşün sahipleri belli idi. Diğer bir düşünce, saltanat rejimine son vererek Cumhuriyet rejimini kurmaktı. Bu bizim düşüncemizdi. Biz düşüncemizi açıkça söylemeyi başlangıçta sakıncalı buluyorduk. Ancak, düşünce ve görüşlerimizi daha sonra zamanı geldiğinde uygulayabilmek için, saltanat taraftarlarının görüşlerini yavaş yavaş uygulama alanından uzaklaştırmak mecburiyetinde idik. Yeni kanunlar yapıldıkça, özellikle Teşkilât-ı Esasiye Kanunu yapılırken, saltanat taraftarları padişah ve halifenin hak ve yetkilerinin açıkça belirtilmesi için ısrar ediyorlardı. Biz, bunun zamanı gelmediğini veya gerekli olmadığını söyleyerek, o tarafı geçiştirmekte yarar görüyorduk.


Devlet idaresini, Cumhuriyet'ten söz etmeksizin millî hâkimiyet ilkeleri çerçevesinde her an Cumhuriyet'e doğru yürüyen rejim etrafında yoğunlaştırmaya çalışıyorduk.”

Ne yazık ki aşamalı olarak cumhuriyetin gelişmesi için planlanan hedeflere varmak için yapılan çalışmalar, bu gün, cumhuriyet karşıtlarının amaçlarına ulaşmaları için aşamalı çalışmalara dönüşmüş görünmektedir.



“Yunus Nadi Bey, Rauf Bey'in bir gün önceki sözleri üzerinde durarak, millî hâkimiyet mi Cumhuriyet'in gelişmesinden doğmuştur? Yoksa Cumhuriyet mi millî hâkimiyetin gelişmesinin sonucudur?" Şeklinde bir nazariyenin tartışılmasının yersiz olduğunu açıkladı.


Rauf Bey'in "Değil halifenin, saltanatın, bu makamın haklarını elinden alabilecek olan herhangi bir makamın aleyhindeyim" Şeklindeki sözlerini, Yunus Nadi Bey, şöyle yorumladı: Rauf Bey'e göre bu makamın hakları vardır. İfade açıktır. Saklı hakları vardır. Sakın kimse almasın, günün birinde belki lâzım olacaktır." "Halbuki Teşkilât-ı Esasiye Kanunu çıkmıştır. Bütün makamlar tespit edilmiştir. Bütün durumlar kanunda yerini almış, belirtilmiştir. Ama hâlâ efsaneden,  safsatadan söz ediyor."


Bundan sonra Yunus Nadi Bey şunları söyledi : "... Cumhuriyet'i beğenmeyen kimseler vardır. Açıkça söyleyemediklerini düşüncelerinde besleyen yaratıklar vardır ve bunlar içimizdedirler. "... Öyle adamların kafası ezilir, efendiler!"


Sayın Yunus Nadi Bey’in askeri darbelerle cumhuriyet düşmanlarının kafalarının ezilmesi dönemi günümüzdeki koşullarda, artık geçerli bir demokrasi yöntemi değildir. Halkın oyları ile cumhuriyet düşmanlarının ve cumhuriyeti geriletenlerin ezilmesinin koşulları geçerli bir yöntemdir


  “Mahmut Esat Bey, her şeyden önce gidilecek yolların belirtilmesi gerektiğini, o takdirde daha samimî ve daha kesin olarak yürünebileceğini söyledi ve Rauf Bey'in görüşüne temas ederek şöyle bir değerlendirme yaptı : "Millî hâkimiyet başka bir konudur. Cumhuriyet, meşrutiyet, mutlakıyet rejimleri ve istibdat daha başka konulardır. Bunlardan bir kısmı devlet şekilleridir. Diğerleri millet iradesinin kullanılması ve uygulanmasıdır. Bu dört şekil içinde, millî hâkimiyetin çeşitli yollarla uygulandığını görüyoruz. Hattâ bir parça istibdat şeklinde bile vardır. Meşrutiyette biraz daha fazla, Cumhuriyet'te daha fazla. Bundan dolayı, burada iki şeyi birbirine karıştırmamak gerekir, Millî hâkimiyet Cumhuriyet'in gelişmesinin eseridir, denemez. Çünkü millî hâkimiyet, şekil değildir. Ruh ve öz meselesidir. " Mahmut Esat Bey, Rauf Bey'in şahsî görüş diye ortaya attığı sözler üzerinde, gerektiği kadar durduktan sonra: "Türk inkılâbı yükseliyor. "Ancak, bu inkılâbı süratle hedefine, milletçe beklenen hedefine ulaştırabilmek için, bir an önce gerçek durumun açıklık kazanması lâzımdır. Türk milleti, ortada, demokrasi adına çekilmiş bir kılıç gibi, bunu beklemektedir sözleriyle konuşmasına son verdi.”


Halifeliğin korunmasını, cumhuriyet yönetimi yerine meşruti bir yönetimin ülkede kurulmasını hedefleyen Rauf bey ve taraftarlarının uyguladığı karşı politika, Milli Hakimiyet ve Millet iradesinin cumhuriyet rejimiyle halkın elinden başka temsilcilere verilerek ortadan kaldırıldığı, bu nedenle kurtuluş savaşında kurulan TBMM yönetim ve rejiminin sürdürülmesi gerektiği oluyor. Bu siyasete karşılık Mahmut Esat Bey, bilimsel bir siyaset diliyle yanıt veriyor.


“Bu gensoru sahnesinden sonradır ki, muhalifler, maskelerini atmaya mecbur edildiler. Bilindiği üzere "Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası" diye bir parti kurdular. Bu partinin gizli eller tarafından çizilen programını da ortaya attılar.


"Cumhuriyet" kelimesini ağızlarına almaktan bile çekinenlerin, Cumhuriyet'i doğduğu gün boğmak isteyenlerin, kurdukları partiye "Cumhuriyet" ve hem de "Terakkiperver Cumhuriyet" adını vermiş olmaları, nasıl ciddîye alınabilir ve ne dereceye kadar samimî sayılabilir.”


"Parti, dinî düşünce ve inançlara saygılıdır" ilkesini bayrak olarak eline alan kimselerden iyi niyet beklenebilir miydi? Bu bayrak, yüzyıllardan beri cahilleri, bağnazları ve hurafelere inananları kızdırarak özel çıkarlar sağlamaya kalkmış olanların taşıdıkları bayrak değil miydi? Türk milleti, yüz yıllardan beri, sonu gelmeyen felâketlere, içinden çıkabilmek için büyük fedakârlıkların gerekli olduğu pis bataklıklara, hep bu bayrak gösterilerek sürüklenmemiş miydi : ?


Cumhuriyetçi ve yenilikçi olduklarını zannettirrnek isteyenlerin, yine bu bayrakla ortaya atılmaları, dinî bağnazlığı coşturarak, milleti, Cumhuriyet'e" ilerlemeye ve yenileşmeye karşı kışkırtmak değil miydi? Yeni parti, dinî düşünce ve inançlara saygı perdesi altında : "Biz Hilâfet'i yeniden isteriz; biz yeni kanunlar istemeyiz; bize Mecelle yeterlidir; medreseler, tekkeler, cahil softalar, şeyhler, müritler biz sizi koruyacağız; bizimle birlikte olunuz ! Çünkü, Mustafa Kemal'in partisi Hilâfet'i kaldırdı. İslâmiyet’e zarar veriyor; sizi gâvur yapacak, size şapka giydirecektir" diye bağırmıyor muydu? Yeni partinin kullandığı slogan bu gerici haykırışlarla dolu değil miydi ?


Efendiler, bu slogana bağlı olanlardan birinin, çok zaman önce ( 10 Mart 1923 tarihinde) idam edilmiş olan Cebranlı Kürt Halit Bey' e yazdığı mektuptaki şu cümlelere bakınız : " İslâm dünyasının ebedîliğini sağlayan ilkelere saldırıyorlar." "Bu konudaki açıklamalarınızı arkadaşlara da okudum. Hepsinin gayretlerini artırdım "Batıyı örnek almak, tarihimizi, medeniyetimizi, kaybetmeyi" zarurî kılar. "... Hilâfet'i yıkmak, lâik bir idare kurmayı düşünmek, hep İslâmlığın geleceğini tehlikeye sokacak sebepleri yaratmaktan başka bir sonuç veremez.


Efendiler, olaylar ve olup bitenler ortaya koydu ve ispat etti ki, "Terakkiperver ve Cumhuriyet Fırkası'nın programı en hain kafaların eseridir. Bu parti, memlekette suikastçıların, gericilerin sığınağı ve ümitlerinin dayanağı oldu. Dış düşmanların, yeni Türk Devleti'ni körpe Türk Cumhuriyeti'ni yıkmayı hedef alan plânlarının kolaylıkla uygulanmasına yardım etmeye çalıştı. Tarih, (gizli maksatlarla hazırlanmış, genel ve gerici nitelikteki) Doğu isyanının sebeplerini inceleyip araştırdığı zaman, onun önemli ve belirli sebepleri arasında "Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nın dinî konularda verdiği sözleri, doğuya gönderdiği sorumlu sekreterinin kurduğu örgütü ve yaptığı kışkırtmaları bulacaktır.



Hatıra defterini "fazladan ve gece kılınan namazlar' ın sevabını anlatan hadislerle dolduran bu sorumlu sekreter, doğu illerimizde dinî kışkırtmalarda bulunurken, partisinin programını uygulamıyor muydu? Masum halka, beş vakit namazdan başka, geceleri de fazla namaz kılmayı vaaz ve nasihat eden, belki de ömründe hiç namaz kılmamış olan bir politikacı olursa, bu hareketin hedefi anlaşılmaz olur mu ?


Efendiler, yaptığımız inkılâbın genişliği ve büyüklüğü karşısında eski hurafelerin ve müesseselerin birer birer yıkılışını gören bağnaz ve gerici unsurlar, "dinî düşünce ve inançlara saygılı" olduğunu ilân eden bir partiye ve özellikle bu partinin içinde isimleri ün yapmış kimselere dört elle sarılmazlar mı? Yeni parti kuran kimseler bu gerçeği kavramış değiller midir? O halde, ellerine aldıkları din bayrağı ile, millet ve memleketi nereye götürmek istiyorlardı? Böyle bir soruya verilmesi gereken cevapta iyi niyet, gaflet, kayıtsızlık gibi sözler, memleketi ileriye götüreceğim diye ortaya atılan bir partinin ileri gelenleri için mazeret sayılamaz!


Efendiler, yeni parti kendine ad olarak seçtiği "Terakki" ve "Cumhuriyet" kelimelerinin tam tersi olan anlamlarla gelişmiştir. Bu partinin liderleri, gericilere gerçekten ümit ve kuvvet vermiştir. Buna örnek olarak arz edeyim : Ergani’de, asilerin valiliğini kabul eden ve sonra asılmış olan  Kadri, Şeyh Said'e yazdığı bir mektupta : "Millet Meclisi'nde, Kâzım Karabekir Paşa'nın partisi, Şeriat hükümlerine saygılı ve dindardır. Bize yardımcı olacaklarına şüphe etmem. Hatta, şeyh Eyüp'ün yanında bulunan sorumlu sekreterleri, partinin tüzüğünü getirmiştir..." diyor. Şeyh Eyüp de yargılanması sırasında : "Dini kurtaracak tek partinin, Kâzım Karabekir Paşa'nın kurduğu parti olup, Şeriat hükümlerine uyulacağının, parti tüzüğünde ilân edildiğini" söylemiştir.”


Efendiler, "Terakkiperver" ve "Cumhuriyet" kelimelerini kullanarak, bize ve milletin aydınlarına karşı din bayrağını gizlemeye çalışanların, memlekette genel bir gericilik ve ayaklanmaya yol açmak için içeride ve dışarıda türlü düzen ve kışkırtmalarla uğraşanların varlığından habersiz oldukları düşünülebilir mi? Yeni partiye girenlerin bütün üyelerî söz konusu olmasa bile, dinî vaatleri başarıya ulaşmanın en etkili unsurları sayan ve bununla ilgili sloganı tüzüklerine de koymuş olan kimselerin, şahıslarımıza ve memlekete karşı yöneltilmiş olan suikastlardan habersiz oldukları kabul edilemez!


Diyelim ki, bunların isyanın patlak vermesinden aylarca önce, memleketin şurasında burasında yapılan gizli toplantılardan, "Cemiyet-i Hafiye-i İslâmiye" teşkilâtından, İstanbul'da Nakşıbendi şeyhlerinin yaptığı toplantıda, hazırlanacak ayaklanmaya yardım için söz verildiğinden ve nihayet millî sınırlarımızın dışında bulunup da Doğu isyanını kışkırtanların bildirilerinde, Kâzım Karabekir Paşa'nın partisinden ümitle söz edildiğinden haberleri olmadığını düşünelim. Ancak, Bunların, Fethi Bey Hükûmeti zamanında, doğrudan doğruya Fethi Bey vasıtasıyla kendilerine, partilerinin zararlı, isyan ve gericiliği kışkırtıcı bir durum ve nitelikte olduğu bildirildiği zaman olsun, gerçeği görüp anlamaları gerekmez miydi? Hükümetin ve benim tertemiz düşüncelerle yaptığımız bu uyarmalardan sonra olsun, gerçeği kavrayıp ona uymaları beklenirdi. Onlar tam tersine, bu defada "dinî düşünce ve inançlara saygılıyız" sloganını büsbütün zıt bir anlamda yorumlamaya kalkıştılar. Sözde, bu sloganla, her dinin ve her dinden olanların düşünce ve inançlarına saygılı olduklarını belirtmek... geniş ölçüde hürriyetçi olduklarını anlatmak istiyorlarmış... Efendiler, böyle bir tutuma dürüst ve samimîdir denemez! “


Büyük liderin cumhuriyeti kurduğu yıllarda mücadele ettiği koşullar ne yazık ki hala varlığını güçlenerek korumaktadır. Ancak, bu koşullarla mücadele edecek o kadar da güçlü  bir cumhuriyet nesli yetişmiş durumdadır.




İsmail İNCİ,  01/11/2013


28 Ekim 2013 Pazartesi

CİSİMSEL TOPLUMSAL BİRLİK KAVRAMININ ÖZÜ




BİRLİK, BÜTÜNLÜK KAVRAMLARI VE TOPLUMSAL BİRLİK BÜTÜNLÜK ÜZERİNE

 

Birlik: birbirinden farklı parçaların bir araya gelerek uyumlaşmasıdır. Birlik, sözcükten de anlaşılacağı gibi farklı yapıdaki parçaların bir araya gelebilmelerini içerir. Bu bir araya geliş, farklı birçok yönlerin bulunduğu durumda ortak bir özellikte birleşmeyi anlatır. Birlik, parçaları bütün nitelikleri ile birbiriyle özdeş olan “bütün sözcüğünün karşıtıdır.

Bütünü oluşturan parçalar, birbirinden ayrı niteliklere yöneldikçe (birliği oluşturdukça) enerjisi oluşur ve artar. Bu potansiyel enerji, bütünü oluşturan parçaların karşıtlığına, farklılığına bağlı olarak azalır veya çoğalır. Bütünün birliği, bütünlüğe; kendi içinde özdeşliğe dönüştükçe enerjisi söner, tümleşir.


Her bütünün, yine de kendi özdeş bir enerjisi vardır. Bu özdeş enerjinin ortaya çıkması da yine her bütünün, içinde birliği oluşturduğu bir parça konumunda olmasından kaynaklanır. Varlıklar ortamında her cisim bir bütündür, ancak varlıklar kümesinin içinde kümeyi oluşturan birliğin bir parçasıdır ve diğer parçalarla ayrı niteliklerinden dolayı enerjisini ortaya çıkarır.

Bütün, parçaları özdeşleştikçe elementleşir, enerjisini yitirir. Enerjinin ortaya çıkarılabilmesi için, bütünün parçalanması gerekir, ancak bu parçalanma, parçalarının ayrı nitelikler kazanması yönünde gerçekleşmesidir. Bütünün ayrı parçalara çözülmemiş olması gerekir. Bu varlaşma ve oluşum,  bütünün kendi içinde çatışması değil, farklılaşarak belirlenmiş yönde (hedefte, amaçta) birlik oluşturmasıdır.

 

Toplumsal yaşamda, çatışan, uyuşmayan grup ve bireylerden birlik oluşmaz. Bu durumda her grup, topluluk, birey kendi içinde, toplum dışına çıkacak biçimde bütünlük kazanmış demektir. Toplumsal birliği oluşturan birer parça olma niteliklerini yitirmişlerdir. Ayrı nitelik ( farklı görüş, anlayış) taşıyan grup ve topluluklar, birbirlerini ortak amaçlarda seven ( aynı yönde devinen cisim) toplum bireyleri olarak uyuşarak, “birliği” oluştururlar.
 
 

 

10 Ekim 2013 Perşembe

AMERİKAN DOLARININ ULUSLARASI DOLAŞIM DEĞERİ OLMASININ ETKİLERİ




BATI UYGARLIĞININ ORTAYA ÇIKIŞININ MALİ KAYNAKLARI-ALTININ VE DOLARIN ULUSLAR ARASI SATIN ALMA DEĞERİ NİTELİKLERİ, ETKİLERİ VE DOLARIN GELECEĞİ




Ünlü düşünür Platon toplumda ussal yetenekler yönünden en değerli olan insanları Altın madeninin değeri ile benzeştirerek Altın Soyundan gelenler olarak sınıflandırır. Diğer insan gruplarına da değeri daha düşük olan madenlerle benzeştirerek ussal yeteneklilerine göre demir soyundan,  bakır soylundan gelenler, der.
On yedinci yüzyıldan başlayarak Avrupa’da yaşayan toplumlar, günümüze kadar gelen büyük bir uygarlık yaratmışlardır.  Günümüzde de büyüklüğü tartışılmaz olan Batı uygarlığını yaratan güç,  Avrupalıların Altın Soyundan gelmiş olmaları değildir;  eşdeyişle diğer uluslardan üstün, ayrıcalıklı bir doğada (ırkta) yaratılmış olmalarından gelmemektedir. Ortaya çıkarmış oldukları, bilim ve teknolojideki büyük buluşlara dayanan uygarlıklarını diğer ulusların uygarlıkları ile karşılaştırdıklarında, geçmişlerini unutarak, kendi ırklarının üstün bir soydan gelmiş olması gerektiği sanısına kaptıran Batı uygarlığı, durup dururken kendiliğinden ortaya çıkmamıştır. Büyük bir Narsizm duygusuyla uygarlıkları karşısında duydukları hayranlıkla kendilerinin diğer ulusların insanlarından üstün yeteneklerde doğmuş oldukları düşünce ve inancının ortaya çıkışı büyük bir yanılgıdır. Avrupa’nın bilimde, düşüncede,  uygarlıkta büyük bir gelişme göstermesini sağlayan, Altın Soyundan gelmiş olmaları değil ama ele geçirmiş oldukları Altın ve Gümüş değerli madenlerinden oluşan finansal kaynaklardır. Avrupa’nın kendine özgü ortaya çıkan uygarlığının finansal kaynakları, Amerika’nın bulunuşu ile İspanyolların, Portekizlilerin, ardından da Hollanda, Fransız ve İngilizlerin kalyonlarla yüklü binlerce ton altın ve gümüşü Avrupa’ya getirmiş olmalarıdır.


 “Deniz aşırı yayılmanın önemli bir ekonomik sonucu da zengin altın ve gümüş yataklarına sahip olan Meksika ve Peru’nun keşfiydi. Çok büyük miktarlarda altın ve gümüş geçmiş medeniyetlerin hazinelerinden ele geçirildi. İspanyollar kıymetli maden akışını devam ettirmek için büyük ölçekli madencilik teşebbüsleri organize ettiler. Yüzyıl aşkın bir süre İspanyol donanması Avrupa’ya akıl almaz miktarda hazineler taşıdı.” (s. 95, İktisat Tarihi, Anadolu Üniv.yayınları, No: 2802) 



Antoine De Montchretien’in 1615 yılında Fransa Kralı ve Kraliçesine ithafen yazmış olduğu “Mekanik Sanatların ve İmalatın Düzenlenmesinin Faydaları Hakkında” Politik Ekonomik Risale’de yazmış olduğu düşüncelerinde bir yandan altın ve gümüşün varlığının ülkelerin tek zenginlik kaynağı olduğunu (Merkantilizm anlayışının ilkelerini ortaya koyarken) açıklarken, bir yandan da Avrupa’da büyük bir altın ve gümüş varlığının ortaya çıktığını, Hollandalıların bu varlıkla kısa sürede endüstrileştiğini, ancak altın ve gümüşün yanında asıl zenginliğin toplumların insanlarının gerçekten üretim yapabildikleri mesleklere sahip olmaları gerektiğini açıklamaya çalışmıştır:
““Yüzlerce yılda edinilen deneyimler göstermiştir ki her zaman temel kaynak paradır.... Altın her zaman demirden daha güçlü görülmüştür. (...) Bu yüzden
saldırabilecek veya saldırıya uğrayabilecek her büyük devlette insanlar altın
toplamak için gerekli her yola izin vermiş ve tüm yolları denenmiştir.”
“Hipokrat’ın bir zamanlar tıp için söylediği şey, tüm zanaatlar için söylenebilir: “Sanat uzun, yaşam kısa ve deney zor.” (Zanaatkârların) farklı ve çeşitli işlerini gözlemlemeye zaman ayıran bir insan bunun doğru olduğunu bilir. Bilgi terin içindedir ve iyi işler yapma becerisi de sürekli pratik yapmayı gerektirir. Bir evi, araziyi, bir elbiseyi para vererek satın alabilirsiniz ama bir zanaatı ancak zamanla elde edersiniz. Bu nedenle, bu krallıkta hangi akla hizmetle bir kişinin bir miktar para vererek, üç veya dördü gerekirken tek bir başyapıt üretmeden, hatta çoğunlukla çırak olarak bile çalışmadan, istediği zanaat alanında çalışmasına izin veren bir tescil mektubu alabildiğine şaşıyorum.”

 “Atalarımızın karşısındaki Ceneviz ve Venedik gibi, bizim gözlerimizin
önündeki Hollanda bunun en iyi örneği ve kanıtıdır. Bu ülkenin (Hollanda)
bir endüstri mucizesi olduğuna şüphe yoktur. (...) Bu kadar kısa sürede bu
kadar büyük başarı kazanmış başka devlet yoktur; böylesi zayıf ve muğlak
başlangıçlar bu kadar yüceltilmemiş, bu kadar bariz ve ani gelişme sağlamamıştır.”
Yine aynı tarihlerde yaşamış olan ünlü düşünce insanı David Hume, “ Dış ticaret Dengesine Dair” makalesinde, Amerika’dan gelen binlerce ton altından söz etmektedir:
“İspanyolların Amerika’dan kalyonlarla getirdiği bütün parayı herhangi
bir kanunla veya bir zanaat veya endüstri sayesinde İspanya’da tutmanın
mümkün olduğunu hayal edebilir miyiz? Veya Pirene’lerin öbür tarafında
satılabilecek tüm malların, oraya gitmenin bir yolunu bulup o engin hazineyi
kurutmak yerine, burada, Fransa’da oradakinin onda bir fiyatına satılabileceğini
hayal edebilir miyiz? Tüm milletlerin bugün İspanya ve Portekiz ile
ticaretlerinden kazançlı çıkmasının, sıvılarda olduğu gibi paranın da uygun
bir düzeyden fazla biriktirilememesinden başka ne sebebi olabilir? Bu ülkelerin
egemenleri eğer pratikte uygulamak mümkün olsaydı, altınlarını ve
gümüşlerini kendilerine saklamakta tereddüt etmezlerdi.” (...)

Altın ve gümüşün uluslar arası alım satım (değişim) aracı olması bu ülkelere, Doğunun tüm maddi ve düşünsel zenginliklerinin sahibi olmasını sağlamıştır. Doğu’dan gelen uzman, yetenekli işçiler, ustalar, sanatkâr ve düşünürler, eğitimci ve öğretmenler ile Avrupa insanının düşünce ve uygarlığı büyük bir gelişme göstermeye başlamıştır. Bugünkü deyimle büyük bir “beyin göçü” oluşturmuşlar ve bu göçten, değerli madenleri sayesinde en iyi biçimde yararlanmışlardır. Bu sayede üretim tekniklerinde büyük değişiklikler olur,  birçok tekstil-dokuma, ipek, cam, saat, kâğıt sanayileri kurulur. Amerika Birleşik Devletlerinin dünya egemenliği gücünün günümüzde sürmesinin gizi de, her türlü maddi koşulları kullanarak dünyanın dört bucağındaki büyük zekâları ülkesine getirmesi ve onlardan en verimli yolda yararlanıyor olmasıdır.

Altın ve gümüşün bugünkü Amerikan doları gibi uluslar arası bir değişim aracı olması, bu ülkelerde en büyük zenginliğin altın ve gümüş biriktirme ve bu değerli madenlere sahip olma ekonomik anlayışını ortaya çıkarmıştır ki bu ekonomik anlayışa Merkantilizm adı verilir. Bu ekonomik anlayış, altın ve gümüşün hiçbir ‘Kullanım Değerinin’ (yararının) bulunmadığının tarım ve hayvancılık ürünlerinin üretiminin azalması ve kıtlığın ortaya çıkması sonucu, kavranması ile sona erer. Altın ve gümüş değişim değeri olarak tüm insanlar tarafından kabul gördüğünde,  aynı zamanda bir ekmek, bir et, bir süt..vb, kısaca tüm gereksinimleri karşılayan yararlı bir madde olduğu halde, değişim değerinin ortadan kalkması ile ancak bir taş kadar değerinin olduğu görülür. Çünkü altın, taş gibi ne yenilir, ne içilir, Kullanım değeri (yararı) hiç yoktur. Ulusların en büyük zenginliği olarak altın ve gümüş biriktirmesini gören Merkantilist ekonomik anlayış,  altın ve gümüşün değişim değerinden doğan tüm yararlarının, enflasyonla birlikte ve Fransa’da kıtlıkla gelen açlık tehlikesiyle, asıl zenginliğin tarım ve hayvancılık ürünlerinin üretimi olduğunu gözlemleyen Fizyokratların ekonomik anlayışına bırakana kadar sürmüştür.
AMERİKAN DOLARININ ULUSLAR ARASI SATIN ALMA ARACI OLMASININ ETKİLERİ VE DİĞER PARA BİRİMLERİNİN SATIN ALMA DEĞERLERİNİN ORTAYA ÇIKIŞ KOŞULLARI:
1700 yıllarında altın ve gümüşün varlığının ulusların tek zenginlik kaynağı olarak görülmüş olması gibi, Amerikan dolarının ulusların zenginlik kaynağı olarak görülmesi ve uluslar arası piyasalarda dolar hacminin sınırsızca bollaşması, dünya genelinde üretimin azalmasına ve giderek kıtlığa neden olabilir bir durumdur. 


Diğer toplumların, üretimlerini ve üretimlerinin nitelikleri ile çeşitlerini arttırarak zenginleşmeleri yolunu benimsemeleri gereği vardır. Bu ekonomik gereklilik diğer toplumları Amerikan dolarına bağımlılıktan kurtararak, paralarının uluslarasında dolaşım değeri sahibi olmasını  sağlar. Doların satın alma gücüne (dolara) sahip olmadan, bir ulus kendi insan ve doğa kaynaklarını kullanarak tarım, sanayi, hizmet..vb tüm alanlarda üretim gücünü harekete geçirebilir. Doların satın alma gücünden yararlanarak, gelişmiş üretim teknolojileri deneyimlerine,  doğrudan satın alarak sahip olmak yerine; sahibi oldukları temeli atılmış olan teknolojilerinden yola çıkarak kendi üretim deneyimleriyle, gelişmiş ülkelerin teknolojilerine sahip olma yolunu seçmeleri doğru bir ekonomik yoldur. Bu yol onlara, ileri üretim teknolojilerine sahip olmalarının yolunu açarken, bu teknolojilere sahip olanlardan daha farklı ve ileri teknolojik deneyimlere de götürür. Sonuçta uluslar arası çoklu satın alma aracı olan para birimlerine sahip bir dünya piyasası, üretimin güçlü olarak sürdürülmekte olduğunun bir ölçütüdür.


 


İsmail İNCİ,  10/10//2013

https://www.facebook..com/pages/bgi.inci@mynet.com
https://twitter.com/ismailinci

1 Eylül 2013 Pazar

İSLAM ÜLKELERİNDEKİ DÖNÜŞÜMLERİN NEDENLERİNİN DIŞ GÜDÜMLÜLÜĞÜ VE ERGENEKON ÖRGÜTÜ İLE ARAP ÜLKELERİNDEKİ ASKERİ ÖRGÜTLENMELERİN PARALELLİĞİ





İSLAM ÜLKELERİNDEKİ DÖNÜŞÜMLERİN DIŞ GÜDÜMLÜLÜĞÜ


Kahire Üniversitesi öğretim üyelerinden Huda Cemal Abdul Nasır’a göre; 11 Eylül olaylarından sonra İsrail, ABD ve batılı müttefikleri siyaset değiştirerek, terörün kaynağı olarak gördükleri diktatörlükle yönetilen ülkelere demokrasi yönetimleri götürmeye karar vermişlerdir. Bu kararın son uygulama alanı da, koyu bir şeriatla yönetilen Suudi Arabistan’dır. 

İsrail’in Arap ülkeleri karşısında varlığını koruması için ve Batılı ülkelerin askeri diktatörlüklere dayanan Arap rejimlerinden (ve Türkiye’den) zarar görmesi nedeniyle bu ülkelerde parlamenter demokrasilerin kurulabilmesi için (sık sık askeri darbelerle karşı karşıya gelen Türkiye de dâhil), Büyük Orta Doğu Projesi olarak adı duyulan bir projenin uygulamaya konulduğu Huda Cemal Abdul Nasır gibi araştırmacılar tarafından açıklanmıştır ve kamuoyunda düşünülmüştür. BOP olarak bilinen bu projeyle birlikte bu Arap ülkelerinde ve Türkiye’de İslam ideolojisine sahip örgütlerin destek ve iktidarında laik askeri otoriter iktidarlara karşı bu büyük bir muhalefet başlamış, sonuçta Mısır’da Müslüman Kardeşler meclis seçimlerinde en büyük muhalefet durumuna gelmiş, Lübnan'da ilk defa Hizbullah'ın meclise girmiş, Filistin'de ise HAMAS iktidara gelmiştir. İslami düşünce ve hareketlerin bu yükselişi ile Büyük Ortadoğu Projesinin, büyük bir olasılıkla son hedefinin, Suudi Arabistan’da demokratik bir rejimin kurulması değil ama tüm İslam ülkelerinde Suudi Arabistan’daki siyasi rejim modelinde, koyu İslam şeriatına dayalı yönetimler kurulması düşüncesinin olduğudur.


“Arap Baharı”  olarak adlandırılan halk hareketler ile Tunus, Cezayir, Libya, Mısır başta olmak üzere birçok Arap ülkesinde ve Türkiye’de laik cumhuriyeti korumak ve kollamak görevine bağlı olarak ortaya çıkan askeri darbelere ve darbe girişimlerine karşı (Balyoz,  28 Şubat Post modern darbesi, Ergenekon örgütlenmesi) yargının polis güçleriyle harekete geçirilmiş olması ve bütün bu olayların hep birlikte birbirine yakın zamanlar içinde İslami ideolojilere bağlı politikaların iktidara gelmesiyle ortaya çıkmış olması, bir rastlantıya benzememektedir.


Bu ülkelerdeki askeri otoriter cumhuriyetlere düşman en büyük güç, şeriat yönetimi anlayışına sahip olan kesimlerdir. Bu Politikanın en güçlü temsilcileri olarak ortaya çıkan örgütlenme ise tüm İslam ülkelerinde Müslüman Kardeşler ve ona yakın örgütlerdir. Arap Baharı ile otoriter rejimlerin bu güçlerle, Türkiye’de de Ergenekon örgütlenmesinin askeri kadroları ile birlikte ortaya çıkarılarak askeri güçlerin darbelerle ile devlet yönetimine ortak olmalarının sona erdirilmesi, İslami anlayışta bir iktidarın dönemine rastlaması bir rastlantı değildir. 

Bu olaylar dizisinin ortaya çıkışında, bu ülkelerdeki ekonomik krizler, geçim sıkıntıları, işsizlik, yoksulluk..vb   büyük etken oluşturmuştur. Ve toplumlarda varolan küçük öfkeleri büyük öfke patlamalarına çıkarmak, duyguların elektron dalgalarıyla arttırılmasıyla olanaklı bulunmaktadır. 
 

 İslam ülkelerindeki bu kaos ortamının ortaya çıkışında İsrail ve uluslar arası Yahudi sermayesi güçlerinin etkileri üzerine, her ne kadar büyük abartmalar, çarpıtmalar ve yanlış düşünüşler eklenmişe benziyorsa da SİYON LİDERLERİNİN PROTOKOLLERİ, (hazırlayan: Muhammed Maliki.) Adlı kitapta büyük izler bulunmaktadır. Bu şu an ulusların kafa karışıklığının da bir nedenidir:

“Dünyanın her köşesinde "hürriyet, eşitlik, kardeşlik" kelimeleri sursuz
ajanlarımız sayesinde, bizim sancağımızı coşkunlukla taşıyan çok sayıda
kimseleri saflarımıza soktu. Bu kelimeler daima Yahudi Olmayanların
refahını kemiren, her tarafta sulhu, sükûneti, dayanışmayı yok eden,
Yahudi Olmayan devletlerin bütün müesseselerini tahrip eden mahvedici
kurtçuklar oldular. İlerde göreceğiniz gibi bu durum bize zaferimiz için
yardım etmektedir. Bu, diğer şeyler mekanında en kuvvetli imkânı, yani
imtiyazları yıkma, başka bir ifade ile Yahudi Olmayanların aristokrasisinin
tüm mevcudiyetini yok etme imkanını elimize geçirmeye bizi muktedir
kıldı. Bu sınıf, hakların ve memleketlerin bize karşı sahip oldukları
yegâne müdafaa vasıtası idi. Yahudi Olmayanların normal ve soya
dayanan aristokrasisinin yıkıntıları üstünde biz para aristokrasisinin
önderliğinde bizim tahsil görmüş tabakamızın aristokrasisini kurduk. Bize
bağlı olan serveti ve bizim Siyon Liderlerimizin tertip ettiği tahrik kuvveti
olan bilgiyi bu aristokrasinin şartları olarak tesis ettik.
İhtiyacımız olan insanlarla münasebetlerimizde daima beşer
düşüncesinin en hassas duyguları, para hesabı, tamah ve insanın maddi
ihtiyaçları hususundaki açgözlülük üzerinde islemek suretiyle zaferimiz
kolaylaştırılmış bulunmaktadır. Bu beşeri zafiyetlerin her biri tek basına
ele alınınca şahsi teşebbüsü felce uğratmaya yeterlidir. Çünkü insanların
temayüllerine göre istedikleri verilerek faaliyetleri satın alınmıştır.
Hürriyetin mücerretliği, her memlekette avamı; hükümetlerin,
memleketin sahipleri olan halkın kâhyası olmaktan başka bir sey
olmadıkları ve kâhyanın ise eskimiş bir eldiven gibi degiştirilebileceği
fikrine inandırmaya bizi muktedir kıldı.
Halk temsilcilerinin bu değiştirilme imkânı, onların bizim emrimize tâbi
hale getirdi ve böylece bize onları tâyin etme kuvveti verdi… Protokol 1”


“Biz, uzak görüşlü hükümdar iktidarı ile halkın kör kuvveti arasında her iki
tarafta manasını kaybetsin diye bir uçurum meydana getirdik. Bir kör ile
değneği gibi ki, ikisi de birbirinden ayrı olunca kuvvetsizdir.
İktidar peşinde koşanları iktidarı kötüye kullanmaya tahrik etmek için,
bütün kuvvetlerin liberal temayüllerini bağımsızlığa doğru yönelterek
onların hepsini birbirine muhalif hale getirdik. Bu maksatla her çeşit
teşebbüsü teşvik ettik, bütün partileri silahlandırdık, iktidar mevkiini her
ihtiras için hedef haline getirdik. Devletleri karışık bir yayın Kalabalığının
çarpıştığı gladyatör arenaları haline getirdik. Kısa bir zaman sonra
karışıklıklar ve iflaslar bütün dünyayı kaplayacaktır… Protokol 2”

Türkiye’de Şeriat yönetimi anlayışını temsil edenlere diğer deyimle “İrticaya” karşı, ortak amaç etrafında başta askerler olmak üzere diğer aydınların bir araya geldikleri örgütlenmede,  derin devlet olarak gizli bir örgütlenme ile devlet yönetimini paylaştıkları görülürken, diğer İslam ülkelerinde devlet yönetimine sahip çıkmak için seçkinler topluluğunun açık bir örgütlenmesi vardır. Bu seçkinler topluluğunun örgütlenmesi siyasal parti ve iktidarın babadan oğula geçen aile tipi şeklinde ortaya çıkmaktadır. Türkiye’de gizli olan bu örgütlenme Ergenekon olarak düşünülmektedir.
Ergenekon örgütlenmesinin ulusal kurtuluş savaşında ve yeni ulusal devletin kurulup yerleşmesinde büyük etkileri olduğu anlaşılmaktadır. Ergenekon örgütü laik yönetim anlayışı ile ilerici, devrimci, sosyal adaletçi bakış açıları nedeniyle sol tarafından,  ulusalcı yönü ile milliyetçiler tarafından savunur, korunur. Ancak Ergenekon örgütünün, soğuk savaş döneminde serbest piyasa ekonomisine dayalı ülke rejimini korumak, Batılı ittifak ülkelerle belirlenen politikaları uygulamak için solculara çok işkenceler etmiştir. Ülkede Doğu Bloku anlayışında bir yönetimin gelmemesi için milliyetçi ve laik anlayışıyla çelişkili dinci politikaları savunmuş, bu politikaları savunan kesimlere destek çıkmıştır. Aynı zamanda bu karmaşık, çelişik eylemleri ile Ergenekon örgütü, devletin içine sızmış olan,  toplumda yasa dışı eylemler yapan bir çete görünümündedir. Derin devlet konusundaki araştırmaları ile ünlü Sn Abdullah Turhan araştırmalarında, Derin devletin yapılanmasını ortaya koymaya çalışmıştır. 



Büyük Yahudi sermayesi tarafından uygulandığı kabul edildiğinde, Büyük Orta Doğu Projesi ile son hedef olarak İslam dinine dayalı cumhuriyetler kurularak, İsrail ve Batılı ülkelerin üzerindeki zarar ve tehlikelerin ortadan kaldırılması hedeflenirken, projenin uygulandığı ülkelerde iktidara gelen İslami dini hükümlerine bağlı yönetim yanlısı güçler tam tersine olarak İsrail ve Batılı ülkeler için daha büyük bir tehdit durumuna gelmiştir. El Kaide, Hamas.. vb gibi İslami terör örgütlerin İslam ülkelerinde iktidara gelmesi düşüncesiyle bu tehdidin büyüklüğünü ve önemini kavrayan projenin uygulayıcıları, büyük bir dönüşle laik hukuku ülkelerinde korumaya çalışan güçlerin yanında yer almanın doğru olacağı düşüncesine varmışa, Mısır’daki askeri darbeyle, Müslüman kardeşlerin iktidardan uzaklaştırılmasıyla, benzemektedir. Ancak projenin uygulamaya konulduğu İslam ülkelerinde laik hukuka dayalı güçlerle Müslüman Kardeşlerin örgütlediği İslam şeriatına dayalı devlet kurmak isteyen güçler toplumları iç savaş ortamıyla karşı karşıya bırakmıştır.

Türkiye de dahil, İslam ülkelerinde bir projenin uygulanması olarak ortaya çıkan toplumsal çatışma ortamlarının oluşmaması, toplumsal çatışma ortamının ortadan kaldırılması için toplumsal uzlaşmanın, barışın sağlanması ortamının oluşturulması gerekir. Bu amaçla da öncelikle toplumlarda öfke oluşturan koşulların bulunmamasına, varolanların da ortadan kaldırılmasına dikkat edilmelidir. Toplumda barışa ulaşmanın en önemli yollarından biri de bireyleri birbirine bağlayan yakınlık bağlarının; toplumsal bilincin, toplumsal olarak bir arada yaşama anlayışının geliştirilmesidir.

İsmail İNCİ,  31/08//2013

My facebook page:https://www.facebook.com/bgi.inci
My twitter page:https://twitter.com/ismailinci













SAVAŞ EKONOMİSİ VE PANDEMİ EKONOMİSİ-ORTAK NİTELİKLER VE ALINACAK ÖNLEMLER-

  ORTAK VE FARKLI STRATEJİLERİ İLE SAVAŞ EKONOMİSİ VE PANDEMİ EKONOMİSİ (1)        Savaş dönemleri ile Pandemi dönemlerinde ülkelerin iç...