7 Eylül 2016 Çarşamba

SURİYE İÇ SAVAŞI DENEYİNDE DEVLET OTORİTESİNİN ORTADAN KALKMASININ SONUÇLARI VE GENİŞLETİLMİŞ ORTADOĞU PROJESİNİN ETKİLERİ




GENİŞLETİLMİŞ ORTADOĞU PROJESİNİN SURİYE İÇ SAVAŞI, DÜNYA VE TÜRKİYE’DEKİ TERÖR HAREKETLERİ ÜZERİNE ETKİLERİ (1)

DEVLET OTORİTESİ VE SURİYE’DE İÇ SAVAŞ İLE BÖLGEDE TERÖR HAREKETLERİNİN ÖNLENMESİNDE DEVLET OTORİTESİNİN KURULMASININ ÖNEMİ

     Toplumlarda devletin varlığını ortaya çıkaran neden, bireylerin bireysel ve toplumsal gereksinmelerinin karşılanması ortak anlayışı olmuştur. Bu anlayış birliği, toplum üzerinde varolan dış (doğaya ve diğer toplumlara karşı kendini savunma) ve toplumsal olarak yaşamadan doğan iç gereksinmelerin ( güvenlik, adalet, sağlık, gıda ve barınma gereksinimleri…vb) bireysel olarak karşılanamaması zorunluluğunun sonucudur. Devletin varlığı özellikle savaş zamanında toplumsal varlığın bütünlük içinde korunması zorunluluğundan, barış zamanında ise bireylerin toplum içinde kişisel çıkarlarının çatışması sonucu mal ve can güvenliğinin adaletli olarak sağlanması gereksinimlerinden ortaya çıkar.  Devlet varlığını, toplumsal örgütlü bir güç olarak özellikle diğer devletler karşısında bağımsız, egemen oluşu ile belirgin olarak gösterir. Bireyler devlet örgütlenmesi ile toplumsal yaşam içinde kendilerini güven ve özgür kılarlar; mal, can ve namusları devlet örgütlenmesi ile onun ortaya çıkardığı birliğin gücü ile koruma altına alınır. Bu durum insanlarda duygusal olarak devlete karşı ana-baba sevgisi olarak yansır. Devletin amaç ve hedefleri, kendi amaç ve hedefleri ile özdeşleşir. 
     Devletin toplumda iki ana işlevi vardır. Bu işlevlerden birisi ekonomik işlevdir: Devlet en büyük Pazar olan alım gücüyle ekonomik dengeleri sağlamaya çalışır. Devletin diğer ikinci işlevi ve ana olan işlevi toplumda otoritesini kurarak barış ve düzeni sağlamak, yurttaşlarının iç ve dış tehlikelere karşı can malını korumaktır.
     IRAK VE SURİYE’DE DEVLET OTORİTESİNİN ORTADAN KALKMASININ SONUÇLARI:
    Irak’ta Saddam rejiminin yıkılması ile ortaya çıkan karmaşa devlet otoritesinin sağlanamamasının sonucudur. Suriye’de 2011 yılında ortaya çıkan ve günümüze kadar gelen iç savaşta 500 binden fazla insan ölmüş, 1 milyon 880 bin insan yaralanmış, 4,5 milyon insanı dış ülkelere göç ederek büyük yoksulluk ve acılar içinde kendilerine yeni güvenli bölgeler arayışına girmiştir. Bir ülkenin başına gelebilecek en büyük felaket olan bu durum Suriye toplumunda düzeni, güvenliği, barışı sağlayacak; yurttaşların canını, malını iç ve dış saldırganlara karşı koruyacak devlet otoritesinin ortadan kalkmanın sonucudur.
     Ocak 2011 tarihinde yolsuzluğa, insan hakları ihlallerine, baskılara, işsizlik ve yoksulluğa karşı iktidardaki Beşşar Esad yönetimine karşı küçük gösterilerle başlayan olaylar, hükümetin tutuklamalar, işkenceler ve şiddet başvurularına karşılık büyüyerek sürmüştür. Nisan 2011 ayının sonuna doğru Beşşar Esad, direnen şehirlere ve kasabalara karşı büyük ölçekli askeri bir harekât başlatmış, harekâta tanklar, piyadeler ve ağır silahlar katılmış, tüm bunlar kısa sürede büyük sayılarda sivil can kayıpların olmuştur. Askeri baskıların ardından, pek çok asker göstericilere katılmak için firar etmiş ve pek çok gösterici de silahlanmaya başlamıştır.  Sivillere ateş etmeyi reddeden bazı askerlerin gizli servis elemanları tarafından infaz edilmelerinin ardından firar ederek göstericilere katılmasıyla muhalefet giderek büyümüştür. İç Savaşın başlamasının ardından hem Muhaliflere hem de Suriye rejimine uluslararasındaki ülkelerden destekler gelmiştir. Amerika, Türkiye, Katar ve Suudi Arabistan Muhalifleri desteklerken, Suriye hükümetini de İran ve Rusya desteklemiştir. Türkiye sınırı üzerinden Muhalif gruplara Muhalifleri destekleyen ülkeler, özellikle ABD’nin bölgedeki Kürt örgütlere lojistik ve askeri araç-gereç sağlamaları Kuzey bölgesindeki yerleşimlerin Suriye rejiminin otoritesinden Kürt örgütlerin eline geçmesine neden olmuştur. Uluslar arası ülkelerin iç savaşa dışarıdan etkileri, ülkede barışı, güvenliği, birliği sağlayacak olan devlet otoritesinin Muhalifler veya Suriye hükümeti tarafından yeniden kurulmasını engellemiştir ve bu engelleme halen de sürmektedir.


      Irak’ta önemli bölgeleri hâkimiyetinde bulunduran IŞİD, tüm Arap ve Müslüman ülkeler ile dünyanın her yanındaki ülkelerde kontrol ettiği militanlarla Suriye’de de önemli bir bölgeye egemen olmuştur. Irak ordusundan ele geçirdiği ağır silahlar ve yine Irak Ordusu'nda görev yapmış üst düzey askeri uzmanları, Körfez ülkelerinden yüksek miktarlarda topladığı bağışlarla ki Hem İran hem de Irak, Suudi Arabistan ve Katar IŞİD'i finanse etmekle suçlanmaktadır, sahip olduğu mali güçle Suriye’de ve Irak’ta otoriteyi sağlayacak güçte bir örgüt olarak ortaya çıkmıştır. Ancak  IŞİD'in artan hakimiyetine karşı ABD  ve koalisyon güçlerinin başlayan  hava operasyonları ile örgütün  bölgede sınırlı bir alanı  kontrol edecek durumda bırakılmıştır. IŞİD çağdaş bir İslam devleti modeli olmaktan uzak olduğu için, özgür ve laik bir yaşamı tercih eden Irak ve Suriye halkı tarafından benimsenmesi olanaksızdır. Bu nedenle bu örgütün katı İslam ideolojisine dayanan bir devleti bölgede kurarak gereksinim duyulan devlet otoritesini sağlama hareketleri gerçeklerden uzaktır.
      Suriye’de uluslar arası güçlerin gerek doğrudan kendi silahlı güçleri ile gerek bölgede çeşitli örgütler aracığı ile devlet otoritesini sağlamak için yapmış oldukları savaş, barış ve güvenliği sağlayacak bir devlet otoritesinin kurulmasının tersine terörün ve iç savaşın sürmesine neden olmaktadır. Bu koşullarda ülkede barışı sağlayacak bir değişimin olmadığı görülmektedir. Barışın sağlanmasında en büyük engel ise bölgede, Türkiye’yi de içine alan olayların başlamasına neden olan ABD’nin Orta Doğu ve Kuzey Afrika’daki İslam ülkeleri üzerinde geliştirmiş olduğu Genişletilmiş (Büyük) Orta Doğu Prroeji (BOP)  olarak görülmektedir. Bölgede barış ve güvenliği getirmeyi amaçlayan bu projenin geldiği son nokta, ne zaman biteceği belli olmayan Suriye İç Savaşı ve IŞİD ile birlikte terörün tüm dünyaya yayılmasına neden olduğudur.

      Doğu Blok’unun dağılması sonrasında ABD ve Batı Avrupa’nın Ortadoğu ülkelerindeki çıkarlarını koruma amacı taşıyan ve ilk olarak 1995 yıllarında tasarlandığı anlaşılan Genişletilmiş (Büyük) Orta Doğu Projesi (BOP) üzerine ünlü istihbaratçı Mahir KAYNAK,  “Yeni Ortadoğu Haritası”, adını taşıyan kitapta düşüncelerini şöyle açıklamaktadır.
 “ ABD dışişleri ile yakın ilişkide olan bu kuruluşlardan Rand Corporation'da 1995'te Genişletilmiş Ortadoğu diye bir bölüm oluşturuldu. Bu coğrafyanın tanımını yaparken, Afganistan'dan başladılar,  Hazar'ın doğusu,  Kafkasya,  geleneksel Orta Doğu coğrafyası, Kuzey Afrika'yı da içine alan bir hat çizdiler.  Kissinger, Aralık 1994'de Washington Post'daki bir yazısında ABD'nin hayati çıkarlarının bulunduğu alanı Hindistan'ın batısından başlayan ve Akdeniz'e uzanan bir bölge olarak tanımlıyor ve NATO'ya Hindistan'ı da içeren bir rol verilmesini öneriyordu. Bu coğrafya enerji kaynaklarının da yoğun olarak yer aldığı çoğunlukla İslam coğrafyası.  ABD başkanı Bush'un ileri sürdüğü stratejisinde
Ortadoğu için daha fazla özgürlük yaratılması amacıyla 'Genişletilmiş -Büyük- Ortadoğu
Girişimi' ortaya atıldı. Batı'nın Arap ülkelerine demokrasi,  pazar reformları ve insan hakları
doğrultusunda çaba göstermek için destek vermesi öngörüyordu…..1995'te ABD'nin Ulusal Güvenlik Konseyi direktörü Anthony Lake, "Demokrasi icin mücadele ediyoruz, çünkü demokrasi havuzu ne kadar geniş olursa, bizim güvenliğimiz ve refahımız o
kadar büyük olur…. “1996'da karanlıklar prensi diye adlandırılan-Richard Perle ve Douglas Feith'in de içinde bulunduğu yeni göreve gelen neo-conlar Netenyahu hükümetine bir bölgesel strateji raporu sunmuşlardı.  Bu raporda Saddam Huseyin'den kurtulmanın yanında Suriye'nin zayıflatılması ve kontrol altına alınması öneriliyordu.” ( s.11 )


      “Washington'un istediği ABD'nin Körfez’deki ve Hazar havzasındaki enerji kaynaklarını kontrol etmesine yardımcı olabilecek ve kendi kontrolünde tutabileceği bir yapı oluşturmaktır. Komşularıyla kavgalı ve bu nedenle ABD'ye bağımlı politikalar izlemek zorunda olacak bir sorunlu bölge (Müslüman, fakat Arap, Türk ve Fars olmayan: 'Müslüman İsrail: Kürdistan') yar tılma çabası var. Böyle bir yapılanma ABD'nin Ortadoğu politikasının temelini oluşturan İsrail’in güvenliğinin sağlanması ve petrol üretiminin ABD kontrolünde aksama olmadan dış pazarlara taşınabilmesinin sağlanması hesabına hizmet edecektir. İsrail ve bazı müttefiklerinden gelen görevlilerce Kuzey Irak'ta silahlı Kürt gruplara askeri eğitim verilmesi, 1996'da CIA’nin Kürtleri Saddam yönetimine karsı başarısızlıkla sonuçlanan bir ayaklanmaya kışkırtması bölgede gelecek için ne tür hesaplar yapıldığı hakkında bilgi vermekteydi. Böyle bir yapılanma ABD'nin Ortadoğu politikasının temelini oluşturan ve Condoleezza Rice, Richard Armitage, Brent Scowcroft gibi isimlerin kaleme aldığı/Amerika'nın Ulusal Çıkarları' adlı Richard Armitage, Brent Scowcroft gibi isimlerin kaleme aldığı/Amerika'nın Ulusal Çıkarları' adlı Temmuz 2000 tarihli raporda da belirtildiği gibi İsrail’in güvenliğinin sağlanması ve petrol üretiminin ABD kontrolünde aksama olmadan dıs pazarlara taşınabilmesinin sağlanması hesabına hizmet edecektir.” (s.15-38)

       ABD ve Batılı dostlarının çıkarlarına hizmet etmek anacını taşıyan ve görünürde çok adil, insancıl, çok demokratik olan bu proje Türkiye ve Arap ülkelerine terör ve iç savaş getirmiş, kendi çıkarlarına hizmet yönünde çok kusursuz olarak uygulanacağını sandıkları projeleri ile terörün bütün dünyaya yayılmasına ve uluslar arası çatışmaların ortaya çıkmasına neden olmuşlardır.


       IŞİD (Irak-Şam İslam Devleti) Hareketi arkasında Arap Milliyetçiliğinin bulunduğu “Radikal İslamii” bir harekettir. Bu radikal İslamcılık hareketi İslam dinini devlet yönetiminde en katı şekilde uygulayarak Irak ve Suriye’de iç barışı,  güvenliği, toplumsal düzeni sağlayacak devlet otoritesinin kurulacağına inanılan bir harekettir. Bu nedenle de Başta Arap ülkeleri olmak üzere tüm dünyada finanse edilen ve destek gören bir harekettir. Terörün dünya çapında yayılmasının nedeni de budur. Projeye karşı Arap Milliyetçiliğinin çıkarları bu şekilde tepki vermiştir.

      Rusya ve Çin Amerikan projesinin başarısının kendi çıkarlarına zarar vereceğini gördükleri için ABD ye karşı harekette yer alarak onu yıpratmak için mücadele ve savaş içine girmişlerdir. ABD Suriye’de kendi projesini uygularken, Suriye İç savaşı sürecinde yaşanılan olaylardan da anlaşılacağı gibi bu ülkeyi işgal etmeyi değil karışıklıklar çıkarmayı,  iç savaş oluşturmayı amaçlamış bu amaç gerçekleşmiş ancak, uluslar arası ülkelerin karıştığı bu iç savaşın bölge dışına etki etmesine neden olacağını hesaplayamamıştır.
     Bu proje gereğince Kürtlere verilen destek ve fonksiyonla Kuzey Irak ve Kuzey Suriye’de bir Kürt devletinin kurularak haritanın değiştirilmesi emelleri karşısında Türk ve Arap Milliyetçiliğinin tepkisi ölçülememiştir. Türklerin Misak’ı Milli sınırları içindeki ülke bütünlüğünü korumak için Kuzey Suriye ve Kuzey Irak’ta Kürt devleti oluşumuna izin vermeyeceğini, bunun için gerekirse tek başına her türlü askeri harekatı yaparak tepki göstereceğini Arap Milliyetçiliğinin ise IŞİD ile tepkisi göstereceğini düşünememiştir.  ABD enerji ve petrol kaynaklarının kontrolünü amaçlayan bu proje ile Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun ilk yıllarında İngiltere’nin bölge üzerindeki amaçlarından doğan rolü takip etmekledir,  Bu rol ve hedefler ise Türkiye’yi yeniden, kışkırtılan, ayaklandırılan Kürt örgütleri ile savaşmak zorunda bırakmakta, proje gereği enerjisini, kaynaklarını, yeteneklerini ilerleme ve  kalkınma alanlarında harcamasına engel olmaktadır..  PKK, PYD, birer Kürt terör örgütü olarak bu amaçlara hizmet edecek şekilde ortaya çıkmıştır.

GENİŞLETİLMİŞ ORTADOĞU PROJESİNDE TÜRKİYE’NİN YERİ  VR FETHULLAH TERÖR ÖRGÜTÜNÜN ORTAYA ÇIKIŞ SÜRECİ:
      Stratejik İlişkiler Uzmanı, Özel İstihbarat ve öngörü firması Stratfor’un kurucusu ve yöneticisi olan George FRİEDMAN gelecek yüzyıla ilişkin öngörülerde bulunurken Türkiye için gelecekte Osmanlı İmparatorluğuna benzer bir bölgesel güç olacağını ve  2070’li yıllarda Üçüncü Dünya savaşının da Türkiye’nin Japonya  ile oluşturacağı koalisyonun, ABD ile yapacağı savaş sonucu ortaya çıkacağını yazar. (George Friedman, Gelecek 100 yıl, Pegasus yayınları, 2010 ) George FRİEDMAN’nın, yer yer bilim-kurgudan uzak masalsı öngörülerine rağmen Türkiye hakkındaki öngörüleri gerçekçi görünmektedir. Türkiye’nin bölgesel bir güç olma potansiyeli çok büyüktür. Bu potansiyel güç Japonya ile değil ama Orta Asya’daki Türk cumhuriyetleri, Arap ülkeleri ve Rusya ile kuracakları sağlam dostluk ilişkileri ile olma olasılığı daha yüksektir.:

     “Ve 2040'ların ortalarında Türkiye gerçekten de önemli bir bölgesel güç olacak. Rusya ile Türkiye tarımsal ürün ve enerji [alanlarındaki işbirlikleri sayesinde] derin bir ilişkiler sistemi kuracak. Irak ve Suriye' de hâkim olacaklar ve böylece etki alanları giderek azalan petrol ve doğalgazı ile -ki bunlar Amerikan ekonomisini hızla büyüten faktörlerdir- Suudi Yanmadasına kadar ulaşacak. Türkler ardından etki alanlarını kuzeybatı ya, Balkanların ortalarına doğru ilerletecek, bu bölgede Amerika'nın kilit müttefikleri olan ve etkilerini doğuya, Ukrayna'ya uzatarak kuzey Karadeniz kıyılanında Türk etkisi ile mücadele etmek isteyecek olan Macaristan ve Romanya ile çıkar çatışması yaşayacak. Türk ekseni etrafında, yerel konvansiyonel savaştan gerilla direnişe kadar çeşitli çatışmalar yaşanacak. Türkiye, zaten mevcut olan ordusunu ihtiyaçlarına göre geliştirecek ve bu gelişim hatırı sayılır kara kuvveti ile dişli bir deniz gücü ve hava gücünü de içerecek.”(s.210)

      ““….Türkiye'nin eski İslami kesimin kalıntılarını toplayıp bölgedeki varlığına ideolojik ve ahlaki ağırlığını ekleme biçimi de aynı derecede rahatsızlık verici olacak. Etkisi yayılırken Türkiye de askeri güçten daha fazlası haline gelecek. Bu durum Hindistan gibi Amerika'nın da huzurunu kaçıracak…… Türkiye’nin  bölgesinde ve dünyada büyük bir güç olmasını kendi çıkarları için büyük bir tehlike olarak gören ABD  bu gücü engellemek için hazırladığı büyük projelerle bölgede uluslar arası sorunlar , yerel konvansiyonel savaşlar, gerilla direnişleri (PKK, YPG,…) çıkararak Türkiye ve ortaklarının güçlerini bu sorunlarla boğuşarak harcamalarını sağlayacak. …En iyi senaryoda Amerika çözülmesi güç uluslar arası sorunlar çıkararak onların dikkatlerini ivedi meselelerden başka yere çekmek istiyor olacak. En kötü durumda ise Amerika jeopolitik bir çöküş için yol açıyor olacak…Türkiye ekseni etrafında yerel konvansiyonel savaştan gerilla direnişine kadar çeşitli çatışmalar yaşanacak. (s.213)  
George FRİEDMAN’ın bu öngörüleri Türkiye'nin“Genişletilmiş Ortadoğu Projesindeki” gizli yerini açıklamaktadır. Öngörü zamanı olan 2020’lerde değil ama içinde bulunduğumuz tarih olan 2016 yılında bu projedeki senaryolar adım adım acımasız olarak gerçekleştirilmektedir. Türkiye’nin bölgesel güç olmasında etken olacağını düşündüğü ılımlı İslam ideolojisini kontrol ederek devlet içinde kendi çıkarları yönünde iç çatışmaları senaryolaştırırken, bölgedeki PKK, PYD, YPG ayrılıkçı terör örgütlerini destekleyerek barışı, güvenliği, devlet otoritesinin sağlanması konusunda Türkiye’nin bütün gücünün, kaynaklarının bu yönde harcanmasına neden olmaktadır.

      Gerçekte Türkiye’nin dünyada büyük bir bölgesel güç olmasına etken olacak olan düşünsel güç, Cumhuriyet’in kurucu ilkelerine düşünce alanında yapacağı özgün katkılarla ortaya koyacağı devlet örgütlenme ve siyasal yönetim anlayışı olacaktır.
İslam ideolojisi ise Osmanlı İmparatorluğunun parçalanmasında olduğu gibi yeni Türkiye Cumhuriyeti devleti kurulduktan sonra, bu yeni devletin dağılması, parçalanması. kendi çıkarları yönünde yönlendirilmesi, denetim altında tutulması için İngiltere,  ABD ve Batı ülkeleri tarafından kullanılmıştır. Cumhuriyet döneminde bu amaç ve hedeflerde Sovyet Rusya’ya karşı ABD ile imzalanan bir ittifak çerçevesinde dinin araç olarak kullanılması ikinci dünya savaşı sonrasında başlar.

“Soğuk Savaş döneminde ABD, en büyük rakibi Komünist Rusya’ya karşı hep “din” silahını kullanmıştır. ABD, 1945’ten itibaren Sovyet Rusya’yı çevresindeki Müslüman ülkelerle kuşatmak istemiştir. Afganistan, İran ve Türkiye bu bakımdan ABD’nin doğrudan etkisi altındaki İslam ülkeleridir. ABD, bu ülkelerde radikal İslami hareketleri desteklemiş, bu ülkelerde dini referanslı siyasi oluşumların iktidar olması için çaba harcamış ve hatta bu ülkelere yardım ederken de “din şartını” öne sürmüştür. ABD’nin bu “din eksenli”, “İslam merkezli” politikasının bilinen adı “Yeşil Kuşak Projesi”dir…..1945 yılında Türkiye, Sovyet yayılmasına karşı ABD’den yardım isteyince ABD, İsmet İnönü yönetimindeki Türkiye’ye, “Komünizm ve Sovyet yayılmasının en büyük düşmanı dindir. Atatürkçülüğü, ulusçuluğu, bilimgüder (laik) yönetim biçimini, devletçiliği bırakıp dingüder bir yönetime dönüşmezseniz, size yardım edemeyiz,” demiştir. İnönü de bu doğrultuda bir “din açılımı” gerçekleştirmiştir. Atatürk’ten sonra, Atatürk’ün Dinde Öze Dönüş Projesi’nin unutulması, dinin dört, beş yıl ihmal edilmesi, ABD isteğiyle yapılan bu “din açılımının” kısa sürede “din istismarına”, “dinciliğe” evrilmesine yol açmıştır. Nitekim Mayıs 1948’de radikal İslamcı çizgideki Sebilürreşad dergisi yeniden yayımlanmaya başlanmıştır.  “(s.28. Sinan Meydan, El Cevap, İnkılap Kitapevi, 2013 )

     Bu tarihten itibaren laik devletten adım adım uzaklaşılarak Türkiye’deki devlet kurumlarına, siyasi partilere Komünizm tehdidine karşı İslam dini ideolojisi ve bu ideolojinin ilkeleri yerleşmeye başlamış, dini ilkeleri siyasi parti programlarında öne alan partiler, ABD ve ABD’nin siyasi projelerini uygulamayı, izlemeyi kendilerine görev bilen Batılı ülkeler tarafından bütün parasal kaynakları, devlet kurumları, siyasi kurumları, gizli istihbarat örgütleri tarafından desteklenmiştir. Bu destek Türkiye Cumhuriyetinin kendi kurumlarınca da her alanda yapılmış, din ideolojisine bağlı Milliyetçi-muhafazakar partiler, siyasetçiler, bürokratlar devlet makamlarında görevlendirilmiştir. İsmet İnönü’nü zamanında kabullenilen bu proje ile,  cumhuriyetin ve Atatürk devrimlerinin koruyucusu ordu, güvenlik güçleri, laik devlet kurumları bir yandan yeni cumhuriyetin temel ilkelerine bağlı kalmaya çalışırken bir yandan da adım adım bu ilkelerden uzaklaşacak din ideolojisinin hâkim olduğu İslamcı-milliyetçi-muhafazakar yönetim anlayışına doğru desteklenmiştir. Cumhuriyet’in çağdaş uygarlığın bilimsel ilkelerine göre ortaya çıkan devrimlerine bağlı yetiştirilen özgür bilimsel düşünceye sahip kuşaklardan olan devlet kadroları yerine dinsel ideoloji çerçevesinde düşünceleri şekillenen yeni nesiller ve devlet kadroları desteklenmiş, bunun dışında her alandaki kadroların tasfiye edilmesine başlanmıştır.


      Yeşil Kuşak Projesi”nin uygulanması ve içte ve dışta büyük güçler tarafından desteklenmesi devlet otoritesinin dinsel ideolojiye sahip siyasi partiler, kamu görevlileri, devlet adamları tarafından yönetilen kadroların eline ve bu otoritenin korunmasına çalışılmasına neden olmuştur. Ancak dinsel duygular çok hassas ve çok yayılmacı etkiye sahip olması nedeniyle, sınırları ve etkileri hesaplanamamış, her zaman radikal İslam’ın yayılmasına ve devlet kadrolarının ele geçirilerek Atatürk cumhuriyetinin yıkılması tehlikesi ve toplumsal kargaşanın çıkmasına neden olmuştur. Radikal islama karşı olan, Atarürk cumhuriyetinin değerlerini, korumakla görevli ordu ve bu ilkelerle yetişen devlet kurumlarında bulunan kuşak tarafından 1960, 1980 askeri darbelerinin yapılmasına, cumhuriyetin değerleri askeri muhtıralarla ordu tarafından korunmaya çalışılmasına rağmen, bu eylemlerin hemen arkasından iç ve dış büyük güçlerce desteklenen “Yeşil Kuşak Projesi”ne bağlı kalınarak dinsel kadrolar devlet yönetimine getirilmiştir.

“Türkiye Cumhuriyeti, 1945’ten 2013’e ka dar zaman zaman artan, zaman zaman azalan ama kesintisiz devam eden bir şekilde Atatürkçü, yani tam bağımsızlıkçı ve laik çizgiden tam bağımlı ve dinci çizgiye doğru sürüklenmiştir. Türkiye’nin 1945 son rası tarihi biraz da bu acı sürüklenişin tarihidir. Bu süreçte neredeyse bütün dincisağ iktidarlar ve onların güdümlü aydınları, hocaları, yazarları Atatürk’e ve onun kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı söylemler ve tarih tezleri geliştirmiştir. 1945-2013 arasında Atatürk ve Cumhuriyet, ABD ve onun yerli işbirlikçilerince sürekli kötülenmiştir. Özellikle 2000’lerde gündeme gelen “Yeni Osmanlıcılık” çerçevesinde Türkiye Cumhuriyeti ve o Cumhuriyet’in kurucusu Atatürk, olabildiğince eleştirilmeye, karalanmaya hatta yok edilmeye çalışılmıştır. Çünkü dış ve iç odaklar, Türkiye Cumhuriyeti ve o Cumhuriyet’in kurucu aklı Atatürk’ü kötülemeden, karalamadan,  halkın gözünden düşürme den bu ülkeyi ne din devletine ne de federasyona dönüştüremeyeceklerini çok iyi anlamışlardır. “(s.37)

     İşte bütün Atatürkçü, Atatürk devrimlerine bağlı çağdaş, laik, özgür bilimsel düşünceye sahip olanların devlet kadrolarından arındırılarak dinsel ideolojiye sahip siyasi kadroların devlet yönetimine getirilmesinin nedeni, Atatürk ilkelerine bağlı ordu ve güvenlik güçlerinin bizzat kendileri tarafından kendilerini yadsıyarak dinsel ideoloji ile bağımlı cemaat, tarikat mensubu siyasi partiler, siyasetçiler, bürokratlar tarafından kadrolaştırılması çelişkisinin nedeni bu anlayıştır
Bu çelişki 12 Eylül 1980 ihtifalinden sonra da hiçbir olay olmamış gibi daha da radikalleşerek sürdürülmüştür:
    11 Eylül olaylarından sonra radikal İslamcılığın kendisi ve Batılı dostlarının bölgesel çıkarlarına zarar verdiğini gören ABD, Türkiye’de “ılımlı İslam’ın” gelişmesini amaçlamıştır.
     “CIA görevlisi ve CFR üyesi Samuel Huntington’un Türkiye’nin îslami çizgiye kaymasını, İslam dünyasının lideri olmasını istemesi nin nedeni, Türkiye’yi ya da İslam’ı çok sevmesi değildir kuşkusuz, Huntigton’un tek düşündüğü şey ABD’nin yüksek çıkarlarıdır ve bu çıkarlar, 1946’dan beri olduğu gibi 1996’dan sonra da Türkiye’nin, Batı medeniyetinin temellerindeki “akıl” artı “bilim” artı “laiklik” eşittir “çağdaşlaşma” formülünden bir an önce uzaklaştırılmasını ge rektirmektedir. … Ortadoğu’daki çıkarları açısından çağdaş, laik, bilim üreten bir Türkiye yerine “İslamcı” ve “savaşçı” bir Türkiye’den yanadır. Nitekim bugün (2013) ABD’nin egemenlik kurduğu İslam dünyasının neredeyse tamamı, aklı ve bilimi ikinci plana atmış, radikal İslamcılıkla ve radikal İslamcı gruplarla çepeçevre kuşatılmıştır. ABD, Türkiye’nin de benzer bir “dinci kuşatmayla” kuşatılmasını istemektedir. Ancak radikal İslamcılığın zamanla bölgesel çıkarlarına zarar verdiğini gören ABD, Türkiye’de “ılımlı İslam’ın” gelişmesini amaçlamıştır. Türkiye’de bu “dinci kuşatmanın” önündeki en büyük engel ise Atatürk ve gerçek İslam’dır. “(s.44)

       ABD’nin Yeşil Kuşak, Genişletilmiş Ortadoğu,,,vb projelerinin Batılı dostları tarafından birebir uygulandığını, bu konuyla bağlantılı belgelerin açıklandığı  gazeteci yazar Hikmet ÇETİNKAYA’nın  aşağıdaki yazısından sıradan bir okur dahi düşünce yürüterek çıkarabilir:
“….Scheich Said Stifbung ...
Türkçesi Şeyh Said Vakfı ...
Vakıf, 27 Eylül 1996 yılında Almanya 'nın başkenti Bonn 'da kurulmuş          
...
Kurucu üyeler şunlar: Ali Homam Ghazi (Başkan), Abdurrahman
Durre (Sayman), Adnan Dindar (Yazman), Angelika Graf (Alman
Parlamentosu üyesi), Hans Branscheidt, Heinrich Lummer (Alman
Parlamentosu üyesi, eski Berlin Eyaleti içişleri Senatörü), Chriastoph
Monzel (Yayıncı).
Bonn 'da 1996 yılında kurulan Şeyh Said Vakfı 'nın yönetim kurulu
üyelerinden Heinrich Lummer' i Türk kamuoyu iki yıl önce Abdullah
Öcalan 'la yaptığı ikili görüşmelerden tanıyor ...
Şu anda Almanya Federal Parlamentosu' nda Dış lIişkiler Komisyonu
üyesi olan Lummer hakkında kimi iddiaların olduğu biliniyor.
Bunlardan en önemlisi Lummer'in uluslararası gizli servislerle
yoğun ilişki içinde olduğu yolundadır ...
Acaba Bonn'da kurulan Şeyh Said Vakfı 'nın amacı nedir?
Elimizdeki belgeye göre vakfın yapacağı işler şöyle sıralanmıştır:
1- İslam, Hıristiyan ve Yahudi cemaatleri arasında güven, anlayış
ve toleransın gelişmesini sağlamak. 2- Almanya 'da yaşayan tüm Müslümanlar
için dini, sosyal ve kültürel hizmetler sağlamak. Bu kapsama,
dini nikah, kutsal ülkelere gezi de girmektedir. 3- Daha yoğun bir
enformasyon akışı sağlayarak Kürt halkının kendi içinde, Kürt halkıyla
Alman ve Avrupalı halklar arasında diyaloğu geliştirmek. 4- Parasal,
tıbbi ve sosyal olarak Kürdistan 'daki savaş kurbanlanna, yer sarsıntısı, sel gibi doğal felaketlerden zarar görenlere destek sağlamak
ve bu ailelerin çocuklarının eğitimiyle ilgilenmek. 5- Almanya'da yaşayan
Kürtlerin yaşam standardının yükselmesi için çaba harcamak,
onların moral ve dini eğitimleriyle ilgilenmek. Bu amaçla sosyal ve
kültürel organizasyonlara girerek, sportif faaliyetler düzenlemek, Kürt
çocukları ve gençleri için gençlik örgütleri kurmak. 6- Enformasyon
akışı ve eğitim için kitap, gazete, film ve video gibi araçları kullanmanın
yanı sıra, elektronik medyanın da kullanılmasını sağlamak. Uzmanların
gözetiminde seminer, konferans ve tartışmalar düzenlemek.
* * *
Bonn'da kurulan Şeyh Said Vakfı'nın adresi şöyle:
" Bonn, Gebrüder Wright Strasse 59"
Vakıf, üyelerinden her ay 20 mark bağış alıyor ...
Şimdi Şeyh Said kimdir, bilmeyenler için anımsatalım:
Şeyh Said, 1925 yılında Diyarbakır'ın Piran Köyü'nde Kürt isyanını
başlatmıştır.
Halkı, İslam dini adına ayaklanmaya çağıran Şeyh Said, Mistan
ve Botan aşiretlerinin desteğini alarak Genç-Çapakçur üzerinden Diyarbakır'a
yürümüştür.
Daha sonra ordu birlikleri isyancıların üzerine yürümüş, Şeyh Said,
Çarpuh Köprüsü'nde ele geçirilmiştir...
Şeyh Said, Diyarbakır'daki 'Şark İstiklal Mahkemesi'nin kararı
ile 28 isyancıyla birlikte idam edilmiştir ...
İşte Almanya 'da kurulan Şeyh Said Vakfı bu nedenle çok önemlidir.
Aralarında Federal Parlamento üyelerinin de bulunduğu bir vakfın
Almanya 'da yaşama geçmesi düşündürücüdür ...
Şeyh Said, Güneydoğu 'da 'ıslam dini' adına Kürt isyanını 1925'te
başlattı, i 996 yılında ise Almanya'da Şeyh Said Vakfı kuruldu.
Neydi vakfın amaçları?
Kürtlerin yaşam düzeylerini yükseltmek, Güneydoğu'daki savaş
kurbanlarına destek sağlamak, Müslümanlar için dini, kültürel, sosyal
hizmet vermek!..
Bu laik, demokratik Türkiye Cumhuriyeti 'ne yönelik yeni bir tezgâhtır…
25.6.1997” (s.148. TÜRKİYE’NİN ŞEYTAN ÜÇGENİ,  Hikmet  Çetinkaya, Kasım 1998, Cumhuriyet Kitapları


11 Eylül olaylarından sonra ABD radikal İslami kendisi ve Batılı dost ülkelerin çıkarları için zararlı gördüğünden “Ilımlı İslamı” teşvik etmiştir. Ancak Ilımlı İslam ile Siyasal İslam arasında çok az, halkın deyimi ile soğan zarı kadar fark vardır. Çünkü Özünde iki hareket de İslam İdeolojisinin ilkelerine bağlıdır ve devlet yönetiminde İslam ideolojisini hedefler.

Aslında bu iki hareketi, olayları daha iyi anlayabilmek için, biri “ılımlı İslam Hareketi” olarak tanımlanmışsa diğerini ”Radikal İslam Hareketi” olarak tanımlamak daha uygun olur. Veya “Arap ülkeleri eksenli İslam Hareketi”  ve “Amerikan Eksenli İslam Hareketi” olarak kavramlaştırmak iki hareket arasındaki ayrımı bize daha açık olarak sunacaktır.


Ilımlı İslam Hareketi ve Radikal İslam hareketi devlet içinde kadrolaşırken özünde ikisi de İslam ideolojine bağlı kadrolar oluşturmuş olmaktadır. İki hareketten biri diğerinin kadrolarını dışlamak isterken, aralarındaki ideoloji ayrımının zor seçilebilmesine bağlı olarak diğer İslami hareketin kadrolarından sızmaların önüne geçilememiş veya birbirlerinin kadrolarına göz yummuşlar, hoş karşılamışlardır. Genişletilmiş Ortadoğu Projesine bağlı olarak ABD ve müttefiki Avrupa ülkeleri Ilımı İslami Hareketi desteklemelerine rağmen, iki hareketin birbirlerinden ayrımının zor olması ve birbirlerine karşı hoşgörülü olmaları nedeniyle çok zordur. Bu nedenle devletin içine her zaman radikal İslam’ın kadroları sızmış,  kadrolarını arttırmasına engel olunamamıştır.

     “Bugün Türkçüsünden Kürtçüsüne, Hizbullah'tan Refah'a, ıBDAC'den
DYP'ye kadar uzanan bir kesim sekiz yıllık kesintisiz eğitime
neden karşı çıkıyor? Sevr özlemcileri niçin bir anda birleşip laik demokratik
bir eğitime karşı tavır alıyor? Tarikat şeyhleri neden bir yandan
RP'ye karşı tavır koyar gibi gözüküp öte yandan demokratik eğitimi
hafife almaya yöneliyor?
Başta belirttiğimiz gibi, Türk Silahlı Kuvvetleri' nde örgütlenmeleri
engellediği için . . .
Tarikat şeyhlerinin 'devleti ele geçinne' planı 2 bin yılında ger-
çekleşecekti. Tarikat şeyhleri o nedenle kendi adamlarını RP, ANAP
ve DYP'ye yerleştirmişti ...
Adil düzenin teorisyeni Necmettin Erbakan'ın en yakını olan tarikat
şeyhinin müridi ne diyor bugün:
"RP'den umduğumuzu bulamadık, yeniden organize olmak zorundayız. (s.232)

              Radikal İslam’ın devleti eline geçirmesini önlemek için yapılması gereken ise, özünde birbirlerinden çok farklı olmayan, Atatürkçülüğe, çağdaş laik Türkiye’ye, Cumhuriyetin kuruluş ilkelerine, devrimlerine karşı olan bu iki hareket arasında uzlaşmazlıkları, düşmanlıkları arttırmaya çalışmaktır. Aynı zamanda Genişletilmiş Ortadoğu Projesine bağlı olarak Türkiye’de iç kargaşanın ve İç Savaşı ortamının oluşması için bu iki Hareket arasında ayrışmanın, uzlaşmazlıkların, düşmanlıkların arttırılması ama iki hareketin iç savaş niteliği kazanması için güç dengelerinin iyi hesaplanması da gereklidir.

     Yazımızın ikinci bölümünde 15 Temmuz 2016 tarihindeki Fethullah GÜLEN Cemaatı güdümündeki Askeri Darbe girişiminin nedenlerini, sonuçlarını; devlet otoritesi ile ilgili Suriye İç savaşı deneyinden çıkan sonuçları, Türkiye’nin terör hareketlerini ortadan kaldırabilmesi için, Suriye’de İç savaşın ve dünyada terörün sona ermesi için neler yapılması gerektiğini araştıracağız.
KAYNAK:
1) Mahir KAYNAK-Emin GÜRSES, Yeni Ortadoğu Haritası, Profil Yayıncılık, Şubat 2007.
2) George Friedman, Gelecek 100 yıl, Pegasus yayınları, 2010.
3) Sinan Meydan, El Cevap, İnkılap Kitapevi, 2013.
4)  Hikmet  Çetinkaya, Türkiye’nin Şeytan Üçgeni, Cumhuriyet Kitapları, Kasım 1998.
5)  Alpaslan IŞIKLI, Said Nursi, Fethullah Gülen ve Laik Sempatizanları, Nisan 2001, Cumhuriyet Kitapları

İsmail İNCİ, 06/09/2016




11 Ağustos 2016 Perşembe

KAMU HARCAMALARININ EKONOMİK KRİZLERİN ÖNLENMESİNDE EKONOMİK DENGELERİN YENİDEN KURULMASI ÜZERİNDEKİ ROLÜ



KAMU HARCAMALARININ EKONOMİK DENGELER ÜZERİNE ETKİLERİ

     Toplumlarda devletin varlığını ortaya çıkaran neden, bireylerin bireysel ve toplumsal gereksinmelerinin karşılanması ortak anlayışı olmuştur. Bu anlayış birliği, toplum üzerinde varolan dış (doğaya ve diğer toplumlara karşı kendini savunma) ve toplumsal olarak yaşamadan doğan iç gereksinmelerin ( güvenlik, adalet, sağlık, gıda ve barınma gereksinimleri…vb) bireysel olarak karşılanamaması zorunluluğunun sonucudur. Devletin varlığı özellikle savaş zamanında toplumsal varlığın bütünlük içinde korunması zorunluluğundan, barış zamanında ise bireylerin toplum içinde kişisel çıkarlarının çatışması sonucu mal ve can güvenliğinin adaletli olarak sağlanması gereksinimlerinden ortaya çıkar.  Devlet varlığını, toplumsal örgütlü bir güç olarak özellikle diğer devletler karşısında bağımsız, egemen oluşu ile belirgin olarak gösterir. Bireyler devlet örgütlenmesi ile toplumsal yaşam içinde kendilerini güven ve özgür kılarlar; mal, can ve namusları devlet örgütlenmesi ile onun ortaya çıkardığı birliğin gücü ile koruma altına alınır. Bu durum insanlarda duygusal olarak devlete karşı ana-baba sevgisi olarak yansır. Devletin amaç ve hedefleri, kendi amaç ve hedefleri ile özdeşleşir.

     Bu zorunluluklara bağlı, ortak çıkarların birliği sonucu devlet örgütlenmesinin oluşumu, bireylere devlete karşı bir yandan toplumsal haklar verirken diğer yandan aynı zamanda toplumsal görevler verir.


     Devlet toplumun savunması, eğitimi, adaletin sağlanması için kamu kurumları kurar. Bu kurumların çalışması için gerekli bayındırlık işlerini yapar. Devletin yurttaşlarının eğitimi, güvenliklerinin yurt içinde ve dışında sağlanması için yapmış olduğu kamu harcamaları bireylerin üretimini olumlu etkilediği gibi, devletin yol, kopru, baraj….vb gibi diğer önemli bayındırlık hizmetleri de toplumun üretimini kolaylaştıracak bayındırlık hizmetleridir.,

     “Eğitim alanındaki kamu harcamaları, öğretmenlere, müdürlere, okul binalarına, bilgisayarlara, yemek ve kitaplara yapılan ödemeleri kapsamaktadır. Beşeri sermayenin ekonomik büyümeye etkisi üzerine yapılan çalışmaların bir çoğunda eğitime ilişkin göstergeler tercih edilmektedir. Webber (2002), eğitim seviyesindeki gelişmelerin bilinci artıracağını ve daha sağlıklı bir toplumun oluşumuna katkıda bulunacağını ileri sürmektedir… Sağlıklı bir toplumda işgücünün verimliliği artacak, işgücü kaybı engellenecektir. Ayrıca artan sağlık harcamaları, bireylerin yaşam
süresini ve beklentisini artırmaktadır (KELL Y, 1997 :64; WANG. 2002: 1634).
“Sosyal Güvenlik Harcamaları Sosyal harcamalar da sosyal barışın sağlanmasına katkıda bulunarak ekonomik genişlemeye neden olabilir ve beşeri ve fiziki sermaye yatırımlarını artırıcı bir atmosferin oluşmasına yol açar. Yoksulluğun azaltılması ve sosyal refahın iyileştirmesi özünde doğru bir politika olmanın yanısıra ekonomik büyiimeye de katkıda bulunmaktadır… Alt Yapı Harcamaları:
özel sektörün yatırımlarını kolaylaştırmakta ve karlılığını arttırmakta ve
dolayısıyla sermaye birikimine de katkıda bulunmaktadır…”
Muhsin Kar - Sami Taban,  Kamu Harcama Çeşitlerinin Ekonomik Büyüme Üzerine Etkileri , Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, e 58-3 )


 Devletin bütün bu yatırımlarının büyük harcamaları gerektirdiği kuşkusuzdur.
     “Ana yollar, köprüler, gidiş gelişe elverişli kanallar, limanlar vb. gibi bir ülkenin ticaretini kolaylaştıran bayındırlık işlerinin yapımıyla bakımının, topluluğun başka başka dönemlerinde pek değişik derecelerde masrafa lüzum göstermesi gerektiği ispatsız olarak meydandadır.”(s.392, Adam Smith, Milletlerin Zenginliği)
     Devletin bu ödevleri yerine getirebilmesi için yapacağı masrafların karşılanması toplumdaki her bireyin devlete karşı en önemli görevidir. Devlet bu harcamalarını bireylerin en önemli yurttaşlık görevlerinden olan vergi ödemelerinden elde ettiği gelirle karşılar. :” “Dolayısıyla, hükümdara ya da devlete özgü olabilecek iki gelir kaynağı, yani kamu sermayesi ile kamu arazisi, herhangi büyük ve uygar bir devletin gerekli masrafını ödemeye hem yaraşmayan hem yetmeyen mali kaynaklar oldukları için, kala kala bu masrafın büyük kısmı, hükümdar için ya da devlet için kamu geliri vücuda getirmek üzere, halkça özel gelirlerinin bir parçası verilerek şu ya da bu tür vergilerle ödenmek gerekir.” (s.450, Adam     Smith, Milletlerin Zenginliği)
     Bu yönü ile devlet toplumda gelirlerin toplandığı ve harcamaların yapıldığı en büyük örgütlenmedir. Gelir ve harcamalar, toplumda üreten ve tüketen tüm birey ve şirketleri etkiler.


KAMU HARCAMALARININ EKONOMİK GELİŞME ÜZERİNE ETKİLERİ:
     “Dünya bayındırlığının madde ve kaynağı da devlettir. Devlet ve hükümdar mal ve paraya muhtaç olur, geliri eksilir, tükenir, yahut da masrafları kısmazsa, devlet hizmetinde bulunan memur, asker ve devleti koruyanların elindeki para da azalır, bunlar akrabalarına ve hizmetlerinde bulunanlara vermekte oldukları aylıkları keserler. Bu suretle bunların da harcama güçleri azalmış, geçinme vasıtaları kısılmış olur. Halbuki bu kimseler, ahalinin çoğunluğunu teşkil eden diğer sınıflardan ziyade pazarlarda alışveriş ederler. Bunun bir sonucu olarak pazarlarda durgunluk başlar. Ticaret mal ve eşyasından az kâr gelir. Bu durgunluk devletin haraç kabilinden olan gelirini azaltır. Çünkü haraç ve diğer vergilerin kaynağı, yurdun bayındırlığına, alışveriş gibi muamelelere ve ahalinin kâr ve fayda elde etmek üzere çalışmasına bağlıdır. Gelirlerin bu yolla azalmasının bir sonucu olarak devletin parası azaldığı için, bundan devlet zarar görür. Çünkü yukarda anlattığımız gibi, devlet en büyük pazar ve bütün pazarların anası, gelir ve masrafların kaynağıdır. Devletin gelir ve masrafları azaldıktan sonra o nispette pazarlarda alışverişin azalması pek tabiîdir. Belki devletten ziyade pazarlar bundan müteessir olur. Üstelik para ve servet tebaa ile devlet arasında ortak olup, tebaanın elinden devlete, devletin hazinesinden tebaanın eline geçer ve bu suretle ikisinin arasında dolaşır. Devlet paralan saklarsa, tebaanın elinde para kalmaz.” (s.75, İbni Haldun, Mukaddime, Cilt 2)

     Ünlü düşünür İbni Haldun’un dediği gibi devlet en büyük piyasadır. Kamu kurumları ve bu kurumlarda çalışanlar ürettikleri iş ve bayındırlık ürünleri karşılığında, gereksinmelerini karşılamak için gerekli olan mal ve hizmet ürünlerini piyasalardaki tarım, sanayi, ticaret alanlarında üretim yapanlardan karşılar. Devletin dışındaki üreticiler de devletin kendilerine vermiş olduğu zorunlu hizmet ve sabit yatırım ürünlerinden yararlanabilmek için üretimlerini daha çok arttırmalıdır. Bu karşılıklı üretim ürünlerinden yararlanabilmek için devlet örgütünde çalışanlar harcama yapmalıdır; bu ise kamu çalışanlarının gelirlerinin belirli bir dengede olmasına bağlıdır.. Devlet,  hazırladığı projelerle bir yandan okul, yol, köprü,  hastane, sosyal alanlar …vb sabit yatırımlar yaparken, bir yandan da hizmet kolunda çalışanları ile hizmet ürünleri sunar. Bu karşılıklı üretim tüketim dengesi ile devlet örgütü ve devlet dışında kalan üreticiler verimli olarak üretimlerini sürdürürler.

     Devlet dışında kalanların ürettikleri ürünleri satabilmesi için devletin tüketim ve yatırım harcamaları yapması ekonominin genel dengeleri için bir kuraldır. Devletin toplamış olduğu vergilerden elde ettiği gelirleri hazinede tutması, harcama yapmaması veya gelirlerinin düşmesi sonucu harcamalarını azaltması üretim ve tüketim dengesinin bozulmasına neden olur. Devletin dışında üretim yapanların üretimlerini sürdürebilmeleri, ürünlerinin piyasada talep bulmasına bağlıdır. Devlet en büyük talep oluşturan bir üretici olarak, elde ettiği gelirlerini gerek dengeli personel ödemeleri ile gerekse bayındırlık yatırımları ile harcamalıdır.


    Devletin yapmış olduğu kamu harcamalarının ekonominin gelişme rakamları üzerine etkileri konusunda birçok araştırma yapılmış ve bu araştırma sonuçlarında kamu harcamalarının kalkınma üzerinde olumlu etkileri olduğu görülmüştür.

KAMU HARCAMALARININ EKONOMİK DENGELER ÜZERİNE ETKİLERİ:
     Gerçekten de devletin yapmış olduğu  sağlık, eğitim, adalet  ve ticareti kolaylaştıran yol, köprü, liman…vb. bayındırlık  harcamaları  doğrudan yurttaşlarının üretim yapma güç ve yeteneklerini geliştirdiğinden ekonomik kalkınmayı olumlu etkilemektedir. Ancak devletin kamu harcamalarının ekonomik dengeler üzerine etkileri konusunda araştırmalar sınırlıdır.

      Devlet yapmış olduğu kamu harcamaları ile piyasalarda ortaya çıkan arz talep dengesizliklerine etkide bulunarak ekonominin bozulmasına engel olacak güçtedir. Bu gücün arz talep dengesi bozulan sektörleri hedef alarak harcamaları ve tüketimleri planlı, amaçlı yapması dengeleri sağlayacaktır. Eğer tüm ülke ekonomisini kapsayan sektörlerde ekonomik kriz ortaya çıkmış ise sektörlerin tümüne aynı anda etki etmek sonuç vermeyecektir. Bu durumda ekonomiyi yönlendiren inşaat, otomotiv gibi ana sektörlerde ekonomik dengeyi sağlamak hedeflenerek kamu yatırım ve harcamaları yapılması olumlu sonuç verecektir.


      Devletin bu müdahaleleri yaparken iç veya dış borçlanmalar ile elde edeceği gelirlere başvurması görülmüştür ki ekonomik dengelerin kısa zaman içinde yeniden bozulmasına neden olmaktadır. Türkiye’de 1990-2005 yılları arasındaki dönemde görüldüğü gibi kamu borçlanmasının vergi gibi kamu finansman kaynağı gibi düşünülmesi sonucu kamu borçlarının borçlanma karşılığı ödenen faizlerle borç sarmalı içinde kalmasına, neden olmuş, bu da devletin cari açığının artarak makro dengelerin bozulmasına, ekonomide hiper enflasyonlara neden olmuştur. Devlet içine düşmüş olduğu borç sarmalı sonucu olarak zorunlu olan kamu yatırımlarını dahi yapamayacak duruma düşmüştür. Bu durum Özel girişimcinin devleti tek bir fon kaynağı ve en önemli gelir elde ettiği yatırım alanı olarak görmesine yol açtığından üretim yapmak için gerekli yatırımlarda bulunma yeteneklerini kullanmalarını engellemiştir.

     Devlet her şeyden önce yurttaşlarından elde ettiği vergilerin desteği ile ekonomik dengeleri sağlayacak harcama ve yatırımlar yapmalı, bu harcamalarla yurttaşlarının gelirlerini arttırarak, artan gelirlerle vergilerinin de artışını sağlama amacı gütmelidir.

KAYNAK:
1- Yrd. Doç. Dr. Muhsin Kar, Yrd. Doç. Dr. Sami Taban, Kamu Harcama Çeşitlerinin Ekonomik Büyüme Üzerine Etkileri, , 146 e Ankara Üniversitesı SBF Dergisi e 58-3
2- Cuma ÇATALOLUK, Gaziosmanpasa Üniversitesi Maliye Bölümü, Balıkesir
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt 12 Sayı 21, Haziran 2009, ss.240-258.
3-İbn Haldun, Mukaddime II, Şark İslam Klasikleri,MEB Yayınları, 1996
4- Adam Smith, Milletlerin Zenginliği, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

  
İsmail İNCİ, 10/08/2016

 BU MAKALE ÜÇ AYDA BİR YAYINLANAN BALYALILAR DERGİSİNİN TEMMUZ 2016 SAYISINDA BAZI KÜÇÜK DEĞİŞİKLİKLERLE YAYINLANMIŞTIR.




  





















                        

30 Temmuz 2016 Cumartesi

NECİP HABLEMİTOĞLU SUİKASTİ VE 15 TEMMUZ 2016 ASKERİ DARBE GİRİŞİMİ


SUİKAST SONUCU KATLEDİLEN NECİP HABLEMİTOĞLUNU’NUN FETHULLAH GÜLEN ÖRGÜTLENMESİ ÜZERİNE DÜŞÜNCELERİ

Evinin önünde uğradığı suikast sonucu 18 Aralık 2002 tarihinde öldürülen Necip Halblemitoğlu öldürüldüğü tarihe kadar Ankara Üniversitesi'nde doktor öğretim görevlisi olarak yirmi yıl süresince Atatürk ilkeleri ve devrim tarihi derslerini verdi. Necip Hablemitoğlu'nu öldüren failler henüz ortaya çıkarılamamış, Türk Silahlı Kuvvetleri içindeki Ergenekoncu yapılanmanın üstüne yıkılmaya çalışılmıştır. Necip Hablemitoğlu’nun Fethullah GÜLEN örgütlenmesi ile ilgili yazdıkları bugünkü 15 Temmuz 2016 Askeri Darbe Girişimi olaylarını açıklamakta,  netleştirmektedir. Ve O’nun failleri konusunda da bir fikir vermektedir.
Şunu öncelikle ve net olarak saptamalıyız: Fethullah Gülen, baştan sona bir Amerikan operasyonudur. Yeni Dünya Düzeni'nin Türkiye'ye dayattığı mafya-Gladyo- tarikat sisteminin bir parçasıdır. Gülen'in önemi, ABD'nin Yeşil Kuşak projesinde üstlendiği rolden kaynaklanmaktadır. Saidi Nursi müritliğiyle Erzurum'dan yola çıkan Gezici Vaiz Fethullah Gülen'i, New York-Vatikan-Kudüs hattına taşıyan sihirli güç, "büyük müttefikimizdir. Fethullah Gülen'i Ahlat'tan şimdi bulunduğu Pennsylvania'ya uçuran süpürgenin üzerinde, CIA tarafından imal edilmiştir.

Fethulah Gülen'in bugün hükmettigi güç, Genelkurmay Başkanlığı tarafindan 1998 basında hazırlanan bir raporda söyle sıralanmaktadır: "Yurtiçinde, 85 vakıf, 18 dernek, 89 özel okul, 207 sirket, 373 dersane, yaklaşık 500 ögrenci yurdu ve biri İngilizce yayınlanan 14 dergi, 15 ülkede yayinlanan 300 bin tirajlı Zaman gazetesi, ulusal düzeyde yayın yapan 2 radyo ve uluslararası yayın yapan Samanyolu televizyonu; Yurtdışında, 6 üniversite ve yüksekokul, 236 lise, 2 ilkokul, 8 dil ve bilgisayar merkezi, 6 üniversiteye hazırlık kursu ve 21 örgenci yurdu olmak üzere toplam 279 eğitim kuruluşu" bulunmaktadır

Gülen'in müritlerinin sahip olduğu 300'e yakin şirketle 600 trilyon liraya hükmettiği hesaplanıyor. Yurtdışındaki okullarının yıllık gideri ise, Fethullahçilar tarafından 1.5 milyar dolar olduğu açıklandı. 1986 yılında, Özal tarafından gıyabi tutululuktan kurtarılan Gülen'in 12 yilda bu kadar büyük bir güce ulaşmasının izahı da uluslararası bağlantısıdır. CiA denetiminde yürütülen bu faaliyetin ilk basarîli örneği Moon tarikatıdır. 1951'de Kore'yi işgal eden ABD, Güney Kore'yi sömürgeleştirirken sömürgeleştirmenin aracı
olarak bir de Hıristiyan tarikatı kurdu. CiA'nin misyonerleri, bu tarikatı kullanarak Güney Kore nüfusunun yüzde 40'ini, Budistlikten vazgeçirip Hıristiyan yaptilar. Moon, iste bu tarikatın adıdır. Resmi adıyla söylersek; Birleştirme Kilisesi. CiA, Moon tarikatını kullanarak Dünya Anti Komünist Lig'ini örgütledi. Türkiye'de Komünizmle Mücadele Dernekleri, Dünya Anti Komünist Lig'inin uzantıları olarak kuruldu

Fethullah'in okullarının propagandası, "Adriyatik'ten Çin Seddi'ne kadar Türk dünyasının hizmetinde" sözleriyle yapılıyor. Oysa bu okullar, Türkiye Cumhuriyeti'nin değil, ABD'nin hizmetindedir. Fethullah Gülen cemaati tarafından yurt dışında, özellikle de Türk Cumhuriyetlerinde açılan okullarda, diplomatik pasaportlu Amerikalı CIA ajanları, "Ingilizce ögretmeni" diye
barındırılıyor. Bu işbirliği, Türkiye'de yapılan üst düzey resmi bir toplantıda, bizzat Fethullahçı okul yöneticisi tarafından itiraf edildi. Toplantida, dönemin Milli Eğitim Bakanı Mehmet Sağlam ve MIT temsilcisi de bulunduğu halde, olay karsısında sessiz kalındı. Durum, devletin resmi olarak yayımladığı kitapla da belgelendi.


ISTE ÇARPICI AÇIKLAMA
Tarih, 3 Mart 1997. Yer, Ankara'daki Başkent Öğretmenevi. Önemli bir toplantı yapılmaktadır. Ev sahibi, Milli Eğitim Bakanlığı Yurt Dişi Eğitim Öğretim Genel Müdürlüğü. Konu, yurt dışında açılan Türk okullarının sorunları. Toplantıya, basta Milli Eğitim Bakanı Mehmet Sağlam olmak üzere Bakanlığın bütün üst düzey bürokratları katılıyor. Dahası; Basbakanlik'tan, MIT'ten, Disisleri Bakanlığı’ndan temsilciler katılıyor. Dahası; Başbakanlıktan, MIT'ten, Dışişleri Bakanligi'ndan temsilciler de katılımcılar arasında. Ve elbet, yurt dışında okul açmış vakıf ve özel şirket yetkilileri de hazır.
Sıra, Özbekistan'daki 18 okulun sahibi gözüken Silm A.s.'nin yetkilisi Mehmet Mesut Ata'ya gelir. Bu okullar da, "Fethullahçilara ait" diye bilinmektedir. Ata, birçok talebini dile getirir. Sözlerini Amerika’nın Özbekistan'daki bir uygulamasını örnekleyerek bağlar. MEB'in yayımladığı "Yurt Dışında Açılan Özel Öğretim Kurumları Temsilcileri- İkinci Toplantısı" adli kitabin 63-64. sayfalarından okuyalım:

"Amerika Birleşik Devletleri, dostluk köprüsü adi altında getirdikleri 70 öğretmene diplomatik statü kazandırmışlardır. Biz de, eğer devletimiz, büyükelçiliğimiz, bu konuda diplomatik statü konusunda bize yardımcı olursa Türk öğretmenlerinin, Türk eğitim elemanlarının itibarlarının biraz daha artacağını zannediyoruz." Özbekistan’da diplomatik pasaportla bulunan ABD'li "öğretmen”lerin çoğu, Fethullah Gülen cemaatinin okullarında çalışmaktadır. İngilizce dil "öğretmeni" olarak gözükmektedirler.

HEMEN HER OKULDA INGILIZ VE ABD'LI VAR
Kırgızistan’da da 50-60 kadar Amerikalı "ögretmen" var. Bunlar da diplomatik
Pasaportlu. Ve Kırgızistan’da "Fethullahçi" diye bilinen okullarda "öğretmenlik"
yapıyorlar.
Fethullah Gülen'in okulları, Adriyatik'ten sadece Çin'e kadar değil, Vietnam'a,
Endonezya'ya kadar uzanmaktadır ve eğitim dili olarak da Türkçeyi değil, Ingilizce'yi kullanmaktadır. Özellikle hazırlık sınıflarında haftalık ortalama 24 saati bulan İngilizce derslerine, çoğu okulda ABD'li ve İngiliz "öğretmenler" giriyor..


CIA FETHULLAH'IN OGRETMENLERINE RESMI PASAPORT VERIYOR
Olayın ABD cephesini ise, 1 Mart 1998'de açıklamıştık; Fethullah Gülen'in yurtdışındaki okullarında çalışan bine yakin ABD'li öğretmende, yalnızca devlet görevlilerine verilen ABD resmi pasaportu var. Çoğunluğu Türk Cumhuriyetleri'nde faaliyet yürüten okullardaki ABD'li öğretmenler, İngilizce adıyla "official passeport"a sahipler. Amerikan Eğitim Bakanlığı personeli olmayan ABD'li öğretmenlerin, normal olarak turist pasaportu sahibi olmalari gerekiyor. Ancak, Amerikan devleti, Gülen'in okullarında çalışanları resmi
Görevli sayıyor. Türkiye'deki karsiligi "yeşil pasaport" olan resmi görevli pasaport ABD'li öğretmenlere diplomatik dokunulmazlık sağlıyor.
Amerikali kaynaklar, bu pasaportların CIA'nin talimatıyla düzenlendiğine işaret ediyorlar.

EMPERYALIZMIN İSTEDIGI ISLAM
Gülen'in Türk Dünyası’na yaklaşımı, Amerika'nin Orta Asya'ya olan yaklaşımı ile tam bir uygunluk göstermektedir. Türkiye'nin, diğer Türk cumhuriyetleriyle iliksilerini geliştirmesi, son derece önemlidir. Bu iliksilerin, koşulların elverdiği ölçüde sıkı olması, Türkiye'nin çıkarınadır. Ama Amerika’nın güdümünde kurulacak iliksiler, Türkiye'nin komsularıyla olan iliksilerinin bozulmasına, bölgesel karışıklıklara ve savaşlara yol açmaktadır. Amerika’nın istediği de budur. Fethullah Gülen, ABD'nin bu planlarında rol üstlenmiştir.
Son Özbekistan darbesi, Fethullah' Gülen’in, yani ABD'nin güdümündeki Nurculuğun, Türkiye'nin Türk Cumhuriyetleri'yle ilişkisinde oynadığı rolün son örneğidir”


Ferhullah Gülen örgütünün 15 Temmuz 2016 Askeri Darbe girişimi öncesi ve sonrasında gelişen olaylarla bütün olarak tasfiye edilme aşamasına gelmesinin nedeni, Dünyada Komünizm ideolojisinin çökmesi, Doğu Bloğunun dağılması ile ABD ve Avrupa’nın varlığını tehdit eden tehlikelerin ortadan kalkmış olmasına bağlı olarak GLADYO gibi bu örgütün öneminin kalmamasıdır. Aynı zamanda  örgütün varlığını sürdürmesi ve gelişmesinin Amerika. Rusya ve Batı ülkeleri için zararlı duruma gelişi örgütün sonunu getirmiştir.




www.iinci.blogspot.com      30/07/2016






18 Mart 2016 Cuma

SÜT KRİZİNDE TOPLAM TALEP YETERSİZLİĞİNİN İKTİSADİ DÜŞÜNCE SÜRECİNE BAĞLI OLARAK NEDENLERİ VE ÇÖZÜM ÖNERİLERİ





SÜT ÜRETİMİNİN TOPLAM TALEP YETERSİZLİĞİ SORUNU VE ÇÖZÜMLERİ

      İktisadi düşünceler tarihinde, piyasaların dengeye ulaşma modellerine bakış açılarına göre birbiri ile çatışan iki büyük ekonomik düşünce sisteminin bulunduğu görülür.  Birinci büyük ekonomik düşünce sistemi Klasik ve Neo Klasik ekonomistlerin temsil ettiği Liberal ekonomi anlayışıdır. Bu düşünceyi savunan ünlü Klasik ekonominin temsilcileri Adam Smith, Davit Ricardo John Stuart Mill, Jean
Baptiste Say, Robert Malthus’a göre piyasaların doğal işleyişi içinde, bireylerin özgür, akılcı davranışlarıyla, arz ve talebe bağlı olarak kendiliğinden ekonominin dengeleri oluşur. Devletin piyasalara müdahale etmesi ekonominin dengelerini bozar. Bireylerin “Rasyonel Seçenekler” kuralı gereği en akılcı tercihlerini yapması arz ve talep dengesini piyasalarda ortaya çıkaracaktır.  Tam rekabete dayalı serbest piyasalarda toplam arz toplam talebe denktir. Neo Klasik ekonominin önemli ekonomistlerinden Leon Walras’a göre firmalar karlarını, tüketiciler de faydalarını serbest piyasa koşullarında en üst düzeyde gerçekleştiririler. Bu kar-fayda ilişkisi, ekonominin dengesini tüketicinin toplam talebinin firmaların ürettiği toplam tüketim mallarına eşit olduğu noktada oluşmasına doğal olarak yol açacaktır. Piyasalarda bu biçimde dengenin oluşmasına ekonomide “ Genel Denge Modeli” denilir.

      Ancak Amerika’da ortaya çıkan ve bütün dünyayı etkileyen 1929 ekonomik krizi piyasalarda “Genel Denge Modeli”nin gerçekleşmediğini John Maynard Keynes ve daha önce aralarında Toplumcu ve Kurumcu Ekonomistlerin de bulunduğu ekonomi bilim adamları tarafından açıklanmıştır. Devletin piyasalara az veya çok müdahale etmesini savunan bu ikinci görüşe sahip Kurumcu ekonomistlerden John Rogers Commons,  Adam Smith’i eleştirerek, tarihe bakıldığında insanların direnmelerine rağmen mahkemelerin görünür ellerinin (piyasalara müdahale ettiğinin) görülebileceğini ifade eder. İktisadi yaşamı düzenleyen, biçimlendiren toplumsal denetim unsuru bir birim vardır.
       Serbest piyasa ekonomisini en iyi analiz eden ekonomistlerden biri olan Keynes, 1929 ekonomik krizinin ortaya çıktığı koşullarda serbest piyasa ekonomisini eleştirerek ekonomiyi kendi kendine dengeye yönelten görünmez bir elin olmadığını, ekonominin doğal düzeninin dengeye doğru değil tam tersine dengesizliğe hatta kaosa doğru eğilimli olduğunu açıklamıştır. Bunun için devlet tarafından müdahale edilerek piyasaların denetlenmesi, gözetlenmesi, yönlendirilmesi gerekir. Keynes’e göre piyasalardaki dengesizliğin temel nedeni Talep yetersizliğidir. Toplam talep yetersizliği nedeniyle toplam arz satın alınamamakta, diğer anlatımla ürünlerin satılamaması nedeniyle üretim durmakta, işsizlikle birlikte bozulan piyasa dengeleri ekonomide kaosa sürüklenmektedir.
      19’ncu yüzyılda” Birinci Sanayi Devrimi” ile “Makinelerle” üretime geçen firmaların üretim hacimleri artmış, yirminci yüzyılın başında “İkinci Sanayi Devrimi” ile “Teknolojiye dayanan üretimle” birlikte aşırı üretime geçilerek Klasik ekonomistlerin düşüncelerinin tersine piyasalarda büyük bir arz fazlalığı, üretim fazlalığına bağlı olarak talep yetersizliği oluşmuştur. Talep yetersizliğine rağmen fiyatların aşağıya,  ücretlerin de yukarıya doğru “Direngen” olması toplam talep açığını daha da arttırmıştır.


      İBN HALDUN’A GÖRE TALEP FAZLASININ NEDEN VE SONUÇLARI
         Gerçekte ise ünlü düşünür İbn Haldun Mukaddime adlı ünlü kitabında,  Adam Smith’den üçyüz elli yıl önce işbölümünün ulusların zenginliğini arttıran önemli bir etken olduğunu, piyasalarda arz talep dengesinin talep fazlası yönünde bozulduğunu, bunun toplumların zenginleşmesini, refaha ve daha uygar toplumların oluşmasına neden olan etken olduğunu açıklamıştır:
“O cemiyete mensup olanlardan bir kitlenin birbirine yardım etmek suretiyle istihsal ettiği maddeler, o kitlenin kendi ihtiyacı derecesinden kat kat fazla olur. Buğdayı örnek olarak düşünürsek, cemiyetin bir âzası tek başına buğday istihsal edemez. Cemiyet; üyeleri âzasından istihsal için gereken âletleri yapan demirciyi, marangozu, öküz sevkeden, toprağı süren ve (harman yerinde topladıktan sonra) taneleri başaklardan ayıran, çıkartan ve ekin ekerek buğdaya istihsal etmek için gerekli diğer ihtiyaçtan temin eden 5-10 kişiyi seçer. Bu yolla işleri aralarında bölüşmek suretiyle buğday istihsal ederlerse, elde edilen buğday bunların kendi ihtiyaçlarından çok fazla olur ve bu müstahsillerin sayısından kat kat fazla kişiyi geçindirir. Kısası, cemiyet ferdlerinin bir araya toplanarak istihsal ettikleri maddeler, istihsal etmek üzere çalışanların ihtiyaçlarından fazladır…. Kendi ihtiyaçlarından fazlasını istihsal etmek üzere harcadıkları emeklerinin mahsulünü, diğer bölgelerin ahalisi, karşılığını vererek ve kıymetini ödeyerek satın alırlar ve yurtlarına götürürler. Bu yolla emekleri ile bu maddeleri istihsal edenler servet kazanırlar… Servet ve zenginlik o cemiyeti bayatta bolluk ve geçim genişliğine, genişliğin icap ve itiyatlarından olarak evleri süslemeye, güzel ve nefîs giyimler giymeye, cihazlarını, çanak, tabak gibi ev eşyasını güzelleştirmeye, iyileştirmeye ve hademeler ve binek hayvanlar kullanmaya sevkeder… Cemiyet fertlerinin bir araya toplanarak çalışmaları sayesinde o şehir ve bölgenin bayındırlığının artması sebebiyle çalışma ve istihsal bir kat daha artar…”.”( İbn Haldun, Mukaddime, s.269-270)

      Yine İbn Haldun aynı eserinde bu talep fazlası üretim nedeniyle devletlerin-toplumların uygarlıkta belirli bir ilerleme aşamasından sonra gerileme dönemine girdiğini, sonunda da ortaya çıkan bu talep fazlası krizi ile uygarlıkların ve devletlerin çöktüğünü açıklamıştır. Fazla üretim ile “talebin doygunluğa” ulaştığını, toplam talepte “yetersizliğin” ortaya çıktığını, toplam talep dengesizliğinin varlığını İbn Haldun sosyalist ve Keynesyen ekonomistlerden dörtyüz elli yıl önceden açıklamış ve talep dengesizliğinin ekonomik krizlere neden olduğunu; toplumlarda refahın, zenginleşmenin getirdiği psikolojik etkenlerle birlikte uygarlığın gerilediğini, toplumların zayıflamasına neden olduğunu ve sonunda devletlerin çöktüğünü tarihsel anlatımla açıklamıştır.
        Toplam talep dengesizliği salt kapitalist sistemde varolan bir ekonomik olgu değildir. Tarihte  İlk büyük uygarlıkların ortaya çıktığı, büyük devletlere başkentlik eden Babil, Bağdat, Şam, Atina, Roma..vb  tüm büyük kent devletlerinde görülen ekonomik bir yasadır. Tarihte büyük bir uygarlığa sahip olmuş olan, büyük sanat eserleri, ürün zenginlikleri ortaya koymuş olan bu kentlerde görülen bir üründe fazla üretim sonucu toplam talep dengesizliğinin ortaya çıktığı görülür. Antik çağda kentlerdeki toplam talep yetersizliğine etken olan üretim tekniği insan gücüne dayalı basit mekanik üretim araç gereçleri ve köle işgücüdür. Eserlerin hammaddesi de taş, demir, bronzdur. Ortaçağda da aynı nitelikleri mekanik araçların biraz geliştirilmiş olarak kullanımı ile görürüz.
“Şehrin bayındırlığı artarak nüfusu çoğaldıktan sonra iş, yapı, usta ve yapı için gereken maddeler çoğalır ve şehir mükemmel bir hale gelinceye kadar bu hal devam eder. Şehrin bayındırlığı eksilerek nüfusu azalmağa başladıktan sonra hüner ve sanayi de o nispette azalır. Bunun bir sonucu olarak yapılar eskisi gibi iyi. sağlam ve süslü olarak yapılmamağa başlar. Ahalisi azaldığı için çalışma ve faaliyet de azalır. Neticede yapı için gereken taş ve su mermeri gibi maddeler az gelmeğe ve bulunmamağa başlar. Bundan sonra diğer yapılardaki maddeler söküp alınmağa ve bir yapıdan diğerine naklolunmağa başlar. Çünkü bayındırlığı azaldığı ve eski nüfusunu kaybettiği için büyük binalar, saray ve konakların çoğu boş kalmıştır. Yapı maddeleri bir saray ve konaktan diğerine nakledilmektedir, şehrin bütün yapılan bu suretle yıkılıncaya kadar bu hal devam eder. Bunun üzerine ahalisi, yapı işlerindeeskisi gibi göçebelik tarzına dönüp, yapılarında taş yerine kerpiç kullanmağa başlar, binaları süslemeyi büsbütün bırakır. Bunun bir sonucu olarak da şehrin binaları, köy ev ve binalanna benzer, binalarda göçebelik kültürü gözükür” (s.68)
Çağın egemen olduğu birkaç üretim kolunun ürünlerinin “Talebinde Doygunluğa” bağlı olarak işsizlik, işsizlikle birlikte göçler ve nüfus azalmaları, üretim düşüşleri, yokluk, üretim yapılamamasına bağlı ilkel ürünlere bağlı bir uygarlık içinde yaşamın sürdürülmesi zorunluluğu ortaya çıkmaktadır. Çağımızda ekonomilerin dayandığı üretim kolları olan inşaat sektörü ve otomotiv sektörünün ikisinde aynı anda oluşacak bir “Talep Doygunluğu”nun ekonomik krizlere ve ekonomilerin batışına neden olması da kaçınılmazdır.


       Günümüzde Süt Üreticilerinin içinde bulundukları ekonomik krizin temel nedeni olarak da arz fazlalığına bağlı toplam talep yetersizliği gerçeği görülüyor. Tüketici sütün piyasalarda 3 TL civarlarında olan fiyatları karşısında satın alma gücüne bağlı olarak ek talepte bulunmamakta, özellikle küçük üretici, büyük süt üreticilerine göre maliyetleri daha yüksek olduğundan fiyatlarda direngen olmakta, üretimde oransal artışa rağmen sütün satış fiyatını aşağıya çekme eğiliminde bulunmamaktadır. Fiyatlardaki direngenlik ve değişmezlik varolan talebi arttırmadığından fazla ürün elde kalmakta,  fiyatlarını düşüren büyük üreticiler ise varolan talepte artış yönünde değişiklik oluşturarak, piyasa “Talep Doygunluğuna” ulaşıncaya kadar üretimlerini sürdürebilmektedir.
SÜT ÜRETİMİ KRİZİNİN NEDENLERİ:
      İngiltere’de de Nisan 2015 tarihinden itibaren süt fiyatları düşmeye başlamıştır. İngiltere Ulusal Çiftçiler Birliği (NFU) Yönetim Kurulu Başkanı Rob Hamson düşen süt fiyatları konusunda yaptığı açıklamada Şöyle demektedir: “Gerçeği söylemek gerekirse birçok süt üreticisi için durum çok kötü…Kısa vadede düzeleceğine inanmıyorum..
İngiltere Merkezli şirket Müller ve Hollanda merkezli şirket Friesland Campina  süt fiyatlarının düşüş nedenini çok süt az talebe bağlamaktadır. Yine Dairy Crest ve First Milk de benzer açıklamalarda bulunmuş, Arla şirketi süt tedarikçilerine önlerindeki oniki ay gerçekleşecek olumsuz koşullar nedeni ile uyarıda bulunmuştur.
     Bugün deTürkiye’de süt ihracının düşmesi ve iç pazardaki talep azlığı nedeniyle ortaya çıkan üretim fazlalığına bağlı olarak firmalar üreticilerinden süt alımını durdurmuş durumdadır. Milas Süt Birliği Başkanı Ali İhsan Gezgin’in süt krizi üzerine gözlemlerine bağlı söyledikleri önemlidir:”  Kayıtlı 12 bin üreticinin bulunduğu ve yaklaşık yıllık 162 bin 200 ton süt üretiminin yapıldığı Muğla’da sütlerini satacak yer bulamayan üreticiler, önceki gün sokağa döktü…Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı 2008 yılında faizsiz, ilk iki yıl ödemesiz ve beş yıl taksitli kredi vermesiyle herkes hayvancılık yapmaya başladı. Aradan fazla zaman geçmeden, ülkedeki hayvancılık sektörü krize girdi, sütler satılmadı, et piyasası düştü ve sonunda da hayvanlar kesildi… Bugün dünya aile çiftçiliğine dönerken biz büyük işletmelere doğru geçiyoruz. Büyük işletmelerden de beş bin, onbin baş hayvan olmak üzere bütün sanayiciler, tekrar hızlı bir şekilde bu sektöre girdi; bu işi bilmeyen insanlarla girdiler. Bu sanayiciler devlet desteklerine daha çabuk ulaşırken benim üreticim, devletin verdiği imkânlardan faydalanamadı. Bugün yaşanan sorunun temeli, arz ve talep meselesidir. Artık arz ve talep birbirini tutmuyor. Yurtdışına ihracat yapamıyoruz, çünkü süt fiyatlarımız çok pahalı. Fransa’da süt 0,90 TL iken bizde 1,70 TL. Süt tozu 4 TL iken bizde 8 TL’ye mal oluyor. Biz bu şartlarda dışarıya süt ihraç edemezsek, hattâ dışarıdan süt ithal edersek sektörün sonu yine aynı olacak. Yurtdışından o kadar çok düve geliyor ki Avrupa’daki düveleri bitirdik.” 30 Ocak 2016, (http://www.tarimevi.com/satislari-azalan-sut-ureticileri-devletten-yardim-bekliyor/-)

      Küçük üreticilerin maliyetleri, büyük süt üreticileri süt üretimlerinde en yeni teknolojilerden yararlanarak ve ölçek ekonomisinin avantajlarını kullanarak üretim yaptığından, büyük süt üreticilerine göre yüksek olacaktır. Maliyetler eşit olmadığından büyük süt üreticisi çiftçi ile küçük süt üreticisinin rekabetleri de eşit olmayacaktır. Temelde de süt arzının artarak talep yetersizliğine etken olan üretim büyük süt üreticilerinin, maliyetleri azaltan ölçek ekonomisinden yararlanarak üçüncü sanayi devriminin Akıllı Teknolojisine” dayalı üretimleridir. Süt üretiminde talep fazlalığından doğan krizden etkilenenler de maliyetleri yüksek olan, süt fiyatlarını maliyetlerin yüksekliği nedeniyle düşüremeyen küçük üreticilerdir. Düşük maliyetlerle üretim yapabildiklerinden süt fiyatlarında tüketicinin talebi yönünde indirim yapan büyük üreticiler krizden daha az etkileneceklerdir. Bu nedenle büyük marketlerde bir litre süt üç liradan satılırken 1,5 TL’ye kadar düşmüştür. Devletin üreticilere eşit olmayan desteği ile müdahalesi ise süt krizini küçük üreticiler aleyhine daha da arttırır.  
SÜT ÜRETİMİ KRİZİ SORUNLARINA ÇÖZÜM ÖNERİLERİ:
     Bir ülke ekonomisinde esas olan üretimi arttırarak fiyatları düşürmek, sonuçta tüm halkın satın alma gücünün artmasını sağlayarak üretilen ürünlerden yararlanır duruma getirmektir. Bu aynı zamanda ülkenin zenginleşmesi, refahının arttırılması demektir. Bu nedenle öncelikli olarak krizden en çok etkilenen küçük üreticiler birleşerek daha az maliyetlerle üretim yapacak duruma gelmelidir. Daha az maliyetle ve daha fazla üretim yaparak fiyatlarda indirimle, piyasalarda yeni taleplerin ortaya çıkması, varolan taleplerin miktarının artması sağlanır. Tüketiciler düşen fiyat karşısında süt taleplerini arttıracaklardır. Teknolojiden ve Ölçek ekonomisinden yararlanarak yapılan fazla miktarda üretim sonucunda satışlardan düşük fiyatla elde edilen gelir ile, az miktarda üretimle yüksek fiyatlarla elde edilen gelir sonuçta birbirine eşittir. Arada önemli ayrım, üreticinin ürününü talep oluşturarak satabilir duruma gelmiş olması, üretimini, işini sürdürebilir olmasıdır. Üretimini sürdüren üretici ülke zenginliğinin artmasına katkısını sürdürüyor olacak, üretimin artmasına bağlı olarak üretimin belirli bir aşamasında zorunlu olarak  ortaya çıkan “ Azalan Verimler Ekonomik Yasası’nın olumsuz etkilerinden, fiyatların düşmesinden şikayet etmeyecektir.
       Süt talebi açığını kapatmak için uluslar arası rekabet edilebilir pazarlar bulunmalıdır.
       Süt kısa sürede tüketilmediğinde en çabuk bozulan gıda ürünlerinden biridir. Bu nedenle daha dayanıklı koşullarda uzun süre korunarak depolanma özelliği kazandırılan ürünlerinin imalatına gidilmelidir. Sütün dayanıklı duruma getirilerek  korunması için başta gelen imalat işlemi sütü, süt tozuna dönüştürmektir. Bu ürün değişikliğine gidebilmek için zaman kaybetmeden gerekli imalat şirketlerinin kuruluşuna gidilmelidir.  Sütün geleneksel ürünleri olan peynir, yoğurt ve çeşitlerinin imalatı süt üreticileri tarafından kurulacak işletmelerle arttırılmalı, var olan imalathaneler tam kapasite ile çalıştırılarak sütün dayanıklı ürünleri üretilmelidir. Sütün geleneksel ürünlerinin yanında yeni süt ürünleri geliştirilerek uluslar arası pazarlarda talep oluşturulmalıdır. Bu imalat çalışmalarında üretim miktarının arttırılması peynir, yoğurt ve çeşitlerinin tüketici yararına fiyatlarının da düşmesini sağlayacaktır.  
       Süt üretim fazlasının tüketiminin, Keynesyen ekonomistlerin anlayışına göre devletin doğrudan para ve mali politikalarla piyasalara müdahale edilerek sağlanması düşüncesi de çözüm önerilerinden birisidir.


      Devlet Müdahalesinin Talep Fazlası Krizi Üzerine Etkileri:
       Keynes’in düşüncesine göre devlet para ve maliye politikaları ile piyasaya müdahale ederek talebi arttırmalıdır. Bu anlayışa bağlı olarak düşünürsek devletin bir yandan tüketicilerin satın alma güçlerini arttırması diğer yandan ise üreticilerin maliyetlerini düşürücü etkide siyasal ekonomik önlemler alması gerekir. Devletin Keynesyen ekonomiye göre müdahale ederek uyguladığı mali ve para politikaları talebi bir miktar arttırabilir. Para basarak ücretlerin kısmen arttırılması, süt üreticisinin devlet katkısıyla maliyetlerinin azaltılmasına bağlı olarak süt fiyatlarını düşürmesi talebin artmasını sağlayabilir. Ancak devlet bu müdahaleyi belirli bir aşamadan sonra mali dengelerinin bozulması, enflasyon riski karşılığında yapabilecektir. Enflasyon ise fiyatların yükselmesine, talebine düşmesine, üretimin azalmasına, işsizliğe, durgunluğa..vb ekonomik dengelerin daha da bozulmasına neden olmaktadır. Keynes’in düşündüğünün tersine enflasyon ile ekonomik büyüme bir arada uygulandığında ekonomik krizler daha da artmaktadır.
       Keynesyen ekonomistlerin düşüncelerinin tersine devlet müdahalesi bazı talep artışlarına etki ettiği halde talebin tamamıyla doymuş olduğu noktada talep artışı gerçekleşmez. Çünkü, tüm tüketiciler belirli bir fiyattan satın alma güçleri ile ürün talebinde bulunarak tüketimlerini gerçekleştirmiş veya gerçekleştirmektedir. Doymuş talep noktasında bulunan piyasada Ek bir satın alma oluşturarak ek bir talep oluşturmak olanaksızdır. Belirli bir ürün piyasasında veya tüm ürünlerin bulunduğu tam bir piyasa bu noktaya geldiği durumda büyük ekonomik krizler ortaya çıkabilir. Bu krizlerden çıkışın formülü ise işletmelerin ve devletin siyasal ekonomi yöneticilerinin “Esnek Üretim Yönetimi” ekonomik düşünce sistemine ve bilincine sahip olmalarıdır.

KAYNAKÇA:
1-    İktisadi Düşünceler Tarihi, Anadolu Üniv. Yayını, No.2617
2-    Mark SKOUSEN, Modern İktisadın İnşası (İktisadi Düşünce Tarihi),Ankara, Adres   Yayınları, 2009  
3-    Gülten KAZGAN, İktisadi Düşünce veya Politik İktisatın Evrimi, Remzi Kitapevi, 2000
4-    İbn Haldun, Mukaddime, Cilt 2, MEB Yayınları, No:482, Çeviren:Zakir Kadiri UGAN, İstanbul 1996


www.iinci.blogspot.com       18/03/2016







    

SAVAŞ EKONOMİSİ VE PANDEMİ EKONOMİSİ-ORTAK NİTELİKLER VE ALINACAK ÖNLEMLER-

  ORTAK VE FARKLI STRATEJİLERİ İLE SAVAŞ EKONOMİSİ VE PANDEMİ EKONOMİSİ (1)        Savaş dönemleri ile Pandemi dönemlerinde ülkelerin iç...