7 Şubat 2018 Çarşamba

KAMU AÇIKLARI, ENFLASYON VE FAİZ ARASINDAKİ İLİŞKİLER



KAMU HARCAMALARI İLE ENFLASYON VE FAİZ ARASINDAKİ İLİŞKİLER

       Yayınlanan 2017 Kasım ayı enflasyon rakamlarına göre, Tüketici fiyatları Endeksi (TÜFE) yüzde 1,49 oranında artarak yıllık yüzde 12,98;  Üretici Fiyatları Endeksi (ÜFE) yüzde 2,02 oranında artarak yıllık yüzde 17,30 oranında yükselmiştir. Böylece enflasyon Aralık 2003 tarihinden bu yana en yüksek seviyesine yükselmiş oldu. Yükselen enflasyon ve TL’deki değer kaybı nedeniyle Merkez Bankası 14 Aralıkta faiz oranlarını yarım puan arttırdı.  Fiyatlardaki artış sürekli ve bütün harcama kalemlerinde oldu.
       Fiyatlar genel düzeyindeki sürekli artışa enflasyon adı verilir. Ülkemiz artan bir enflasyon baskısı altında bulunmaktadır.
      Eskiden olduğu gibi günümüzde de,  ülkemizin önemli siyaset ve devlet adamlarının da katıldığı önemli bir tartışma bulunmaktadır:  Yüksek enflasyon mu faizin yükselmesine neden olmaktadır, yoksa yüksek faiz mi enflasyonu yükseltmektedir?  Bu sorunun cevabı olarak iktisatçılar,   faiz ve enflasyonun birbirinin nedeni ve sonucu olmadığını, her iki olayın nedeninin arz ve talepte ortaya çıkan dengesizlikler olduğunu söyleyeceklerdir.

      Mal ve hizmetlere yönelik tüketim talebi miktarı, üretilerek arz edilen miktardan fazlaysa o zaman genel fiyatlar düzeyinde yükselme yani enflasyon ortaya çıkacaktır. Bu enflasyona ‘Talep Enflasyonu’ denir. Talep edilen mal ve hizmetleri üretmek için kullanılan, hammadde halindeki ürün, teknik araç gereç, enerji  ile  üretim faktörü adı verilen kira, ücret, kar, kar payı, faiz, vergi...vb. gibi  yapılan her türlü ödemelerin genel fiyat düzeylerinde ortaya çıkan artışların neden olduğu enflasyona ‘Arz Enflasyonu’ veya ‘Maliyet enflasyonu’ denilir.
      Faizin enflasyon ile ilişkisini belirlemek için maliyet enflasyonu içindeki diğer girdi ve üretim faktörleri ile birlikte enflasyonu yükselten oranına bakmalıdır. Faiz oranı ne kadar yüksek ise diğer etkenlerle birlikte enflasyonu o kadar yükseltecektir.
      Arz(maliyet) enflasyonu ve talep enflasyonunu birbirinden bağımsız değerlendirmemek gerekir. Sonuçta Arz Enflasyonunu ortaya çıkaran girdi ve faktörlerin fiyatları da talebe bağlı olarak yükselmektedir. Faiz de serbest piyasa ekonomisi içinde kendisine duyulan ihtiyaca bağlı olarak yükselip düşer.


     Bütün olarak Enflasyon,  talep ve arz enflasyonuna neden olan ekonomik etken ve olguların bir döngü boyutu içinde birbirleriyle etkileşimi sonucu olarak ortaya çıkar ve ekonomik olguların neden ve sonuçlarını ortaya çıkarmak, enflasyonun döngüsel boyutu içinde ekonomik olayların iyi gözlenmesi ve düşünülmesi ile olanaklı olur.
       Yılın başında 2017 Ekonomik görünüm ile ilgili öngörülerin bazıları şöyledir: “Büyümenin kaynaklarına bakıldığında ise geçen senelerde olduğu gibi iç talep ağırlıklı büyümenin devam ettiği ancak kamu harcamalarının katkısının giderek arttığı görülüyor. Nitekim devletin tüketim harcamaları üçüncü çeyrekte %24 oranında artış gösterdi ve büyümeye 2,8 yüzde puan katkı yaptı….2009 yılında döviz geliri olmayan şirketlerin de dövizle borçlanmasına imkan getirilmesiyle reel sektörün döviz açık pozisyonu hızla artarak 200 milyar doların üzerine çıktı. Türkiye’nin dış borcu da bu dönemde GSYH’ın %50’sine yaklaştı….Kurdaki artışın enflasyonu artıracağı, alım gücünü sınırlayacağı ve tüketici güvenini olumsuz yönde etkilemeye devam edeceği öngörülmüştür. Bu nedenle özel tüketimdeki artışın sınırlı olacağı tahmin edilmektedir. Yatırımların ise artan siyasi belirsizlikler, güvenlik sorunları ve küresel koşulların finansman maliyeti üzerinde yaptığı baskı nedeniyle zayıf seyrine devam etmesi beklenmektedir. Kamu harcamalarının Orta Vadeli Programda öngörüldüğü şekilde gerçekleşeceği varsayılmıştır. Bu durumda büyümeye buradan gelecek katkı 2016 yılına kıyasla daha sınırlı olacaktır.” (Akbank Ekonomik Araştırmalar, 2017 Görünüm)
      2017 yılı başında yapılan öngörülerde de belirtildiği gibi ekonomik büyümemizde kamu yatırımlarının oranı büyüktür.  Ancak ekonomik büyümede kamunun katkısının büyük oranlarda olması kamu açıklarını ortaya çıkarmaktadır. Kamu giderleri, kamunun vergilerle elde etmiş olduğu gelirleri aşarsa Kamu Açığı ortaya çıkar. Kamu kesimi finansman açıkları altı birimin açıkları toplamından oluşmaktadır. Bunlar: Merkezi Hükümet, KİT’ler, Yerel Yönetimler, Döner Sermayeli Kuruluşlar, Sosyal Güvenlik Kuruluşları ve Kamu Fonları.
       Birçok yorumcu özellikle son zamanlarda birçok tüketim malları üzerinde olan yüksek sayılacak vergi artışlarının enflasyonu hızlandıracağını belirtmiştir. Yüksek kamu harcamalarındaki açıkları kapatmak için bir yandan vergilerde artışlara gidilmesi, bir yandan da iç ve dış borçlanmalarla TL ve dövize talebin artması faizlerin yükselmesine neden olmaktadır.  Vergi ve faizlerdeki sürekli artışlar üretim maliyetlerini arttırdığından enflasyonu her yıl daha yüksek oranlarda arttırmaktadır.
      Devletin bütçe açıklarını kapatmak için vergileri arttırması fiyatları arttıracağından enflasyona ve kurlara yükselme yönünde baskı yapacaktır. Vergi artışları kamunun borç düzeyinde azalmalarına neden olabilir ancak enflasyonu düzeltmez, düşürmez. Tam tersine, piyasada maliyetlere etki ettiğinden enflasyonun yükselmesine neden olur.
       Kamunun yapmış olduğu yatırımların iktisadi büyüme açısından özellikle gelişmekte olan ülkelerde önemi büyüktür. Ancak bu yatırımlar, özel yatırımlarda finansman yetersizliğine ve yüksek enflasyona yol açarak tam tersi etkileri de bulunmaktadır. “Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde yaşanan istikrarsız büyüme, yüksek reel faizler, büyük boyutlara ulaşan cari açıklar, bütçe açıkları, aşırı oynak döviz kurları, iç ve dış borç yükü, yüksek enflasyon gibi makroekonomik sorunlar içerisinde kamu kesimi finansman açıklarının önemli bir yeri olduğu kabul edilmektedir. Kamu kesimi finansman açıklarının da kamu harcamalarındaki artıştan kaynaklandığı belirtilmektedir…. ….kamu sektörünün ekonomideki payının büyümesi, kamu harcamalarının giderek daha az verimli alanlara kanalize edilmesine neden olabilmektedir. Böyle bir durum ise iktisadi büyümeyi yavaşlatmakta ve hatta azalmasına varan etkiler yaratabilmektedir.
….. Bu olumsuzluklara ilaveten, siyasal iktidarların popülist amaçlarla uygulamaya koyduğu politikalar da dikkate alındığında, sistemin verimliliği neredeyse ortadan kalkmaktadır (Uzay, 2002: 151). “( Kamu Harcamaları ve Ekonomik Büyüme Arasındaki İlişki Üzerine Ampirik Bir Analiz:1984-2014 Türkiye Örneği, Mensura Koçak, Ali Yasin Kalabak, Hasan Boran, EconWord2015@Torino, 18-20 August, 2015; İRES, Torino, İtaly)
        Serbest Piyasa Ekonomisinin kurallarına göre işleyen piyasalarda faiz oranları ne kendiliğinden artar, ne de yukarıdan alınan kararlarla indirilebilir. Faiz oranlarındaki artış ve düşüş piyasa koşullarında kredi taleplerinin artan miktarına bağlıdır.  Merkez bankasına gelen ticari bankaların ve kamu kurumlarının kredi taleplerine bağlı olarak Merkez bankası, dolaşımdaki para miktarını kısmak amacıyla faiz oranlarını arttırmaktadır. Merkez Bankalarının görevi enflasyonu önlemek olmamak ile birlikte düşük enflasyon ortamında fiyat istikrarını sağlamaktır. Ancak faiz yükseltilip para sıkılırken faiz oranlarındaki yükselişin kendisi bir enflasyon nedeni olmaktadır. Diğer yandan büyümeyi sürdürmek ve ekonomiyi canlı tutmak için yapılan kamudaki verimli verimsiz harcamalar,   kamu harcamalarındaki savurganlık, enflasyonu daha da artırmakta, ekonomiyi kısır bir döngüye sokmaktadır.



       Sanayileşmiş ülkelerle gelişmekte olan ülkelerin ekonomik yapıları farklı olduğundan bütçe açıklarının (genişletici maliye politikalarının)  enflasyon ve döviz kurları üzerine etkileri,  ters yönde gerçekleşmektedir.  Bütçe açıkları “G7 ülkelerinde bütçe açıklarının azaltılmasında kamu harcamalarında yapılacak kesintinin, vergi artışlarına nazaran reel döviz kurunu daha fazla artırdığı bulunmuştur……Kim & Roubini (2008)’de ABD’de 1973- 2004 dönemi için, bütçe açığı (genişletici maliye politikası) şokunun, özel tasarruflarda artış ve yatırım harcamalarında azalmanın etkisiyle cari dengeyi olumlu etkilediği ve reel döviz kurunu düşürdüğü sonucuna ulaşılmıştır.”
     Ancak:” finansal piyasaların derinliğinin fazla olmadığı gelişmekte olan ülkelerde bütçe açıklarının döviz kuru üzerindeki etkileri daha şiddetli bir şekilde görülebilmektedir. Türk ekonomisinde incelenen dönemde bütçe açığının artmasının reel döviz kurunu artırdığını göstermektedir.”  Genel olarak gelişmekte olan ülkelerde kamunun giderek artan kamu açıkları, döviz kurlarını, faizi, enflasyonu arttırmakta, kronik enflasyon da sonuçta ekonomik büyümeyi olumsuz etkilemektedir.
       Gelişmiş ülkelerde, her ülkenin ekonomik yapısının özelliklerine bağlı olarak uygulanan genişletici maliye politikaları (Kamu açıklarına bağlı büyüme modelleri) , genelde gelişmekte olan ülke ekonomilerinde uygulanan genişletici maliye politikaları sonucunda ortaya çıkan sorunlarla karşılaşmamaktadır. Uygulamaya konulan ekonomik kurallar aynı olduğu halde, bu ülkeler arasında ayrı ayrı ekonomik sonuçların ortaya çıkmasının nedenleri olarak şunlar söylenebilir: Gelişmiş ülkelerde, ekonomik koşullarının her dönemlerinde olmamakla birlikte  kamu harcamalarının artışı, özel sektörün üretim ve ihracatını arttırarak döviz girdisini arttırmaktadır. Gelişmekte olan ülkelerde ise, kamu harcamalarının artışı özel sektörün üretimi,  verimliliği ve dış satım gücünü kısa zamanda arttırmamakta, tersine piyasalarda girdi mallarına olan ihtiyaç ve maliyetleri arttırarak,  bir yandan döviz kurlarını yükseltmekte diğer yandan fiyatlar genel düzeyini arttırarak enflasyonun artışına neden olmaktadır. Bu karşılıklı etkide faizlerin de artışı ile enflasyondaki artışın önüne geçilemez duruma gelmekte,  yamaçtan yuvarlanarak büyüyen kartopu örneği gibi enflasyon, döviz, faiz, ücretler, fiyatlar etkileşimi ile hızla büyümektedir.


       Genişletici maliye politikalarına bağlı olarak kamu harcamalarının ekonomik büyüme üzerine olumlu ve olumsuz etkilerinin, gelişmiş ve gelişmekte ülke olsun, her ülkenin içinde bulunduğu kendi özel ekonomik koşullarına bağlı olduğunu söyleyebiliriz. Enflasyonun düşük düzeyde sürdüğü dönemler içinde ve büyümenin, faktörlerin verimliliği sonucu yüksek oranlarda gerçekleştiği dönemler içinde, hükümetlerin merkez bankası kaynaklarını kullanmaları enflasyonu yükseltmeyecektir, çünkü büyümedeki oran kadar piyasalarda artan talep,  nitelikli olarak gerekli sayıda yeterince ürün ile desteklenecektir. Üretimdeki nitelikli artış ihracata da yansıyarak döviz kurlarında artışı engellemiş olacak, ürünlerin fiyatları yükselmeyecek, sonuçta enflasyon yükselişe geçmeyecektir
     Yükselmekte olan enflasyon dönemine girildiğinde,  gerekli nitelikli üretime, verimliliğe dayanmayan, zayıf ekonomilerde kamu harcamaları piyasalarda canlanma sağlamaz, faiz artışları yatırım harcamalarına kaynak sağlamaz, döviz kurundaki artışlar ve kamu harcamalarındaki savurganlık ile birlikte beslendiğinde, enflasyon önlenemez bir yükselişe geçer. Yüksek enflasyonla birlikte, piyasalardaki bozulma, vergi gelirlerindeki yetersizlikler kamu kaynaklarının tükenmesine yol açarak, ekonomik krizlerin ortaya çıkışına zemin hazırlar.
       Düşük faiz, düşük enflasyon ve bu koşullarla uyumlu ekonomik yatırımlarla ekonomik büyüme sürecinde olan bir ülke ekonomisinde,  döviz, faiz ve enflasyonun yükselişine en büyük etken aşırı Kamu Harcamalarıdır.  Kamu harcamalarındaki orantısız artışlar, savurganlık ölçüsündeki verimsiz yatırımlar ve kamu hazinesinin yolsuzluklarla resmi ve özel kişiler tarafından soyulması, harcanması,  kamunun İç ve dış borçlanmalarda yüksek faiz oranlarına bağlı borçlanması, kamu açıklarının borçlanma yanısıra yüksek oranlardaki vergi artışlarıyla finanse edilmesi, piyasa üzerinde genel fiyatlar düzeyinin artmasına neden olur. Artan üretim maliyetleri, ürün fiyatlarının,  işçi ücretlerinin ve paranın ücretinin artışını da etkiler. Artan faiz, yetersiz döviz miktarına bağlı kurlardaki yükseliş enflasyonu yükseltir.
     Yabancı yatırımcıların devlet tahvil ve bonolarına veya sermaye piyasasında hisse alımlarına olan talebi döviz kurunu düşürür.  Döviz kurunun düşmesi fiyatlar genel düzeyinin, en azından yükselmesinin önüne geçer. Bununla birlikte devletin dış borçlanma miktarını ve faiz oranlarını artırır.
     Gelecekteki faiz ve döviz kurunun artacağı şeklinde bir beklentinin kamu harcamaları ve izlenen maliye politikaları ile ortaya çıkması, faiz ve döviz kurlarında yapay yükselmelere de neden olur. Bu yapay, varolan ekonomik koşullardan uzak yükselişler ekonomide dengelerin daha da bozulmasına neden olacaktır. Bu durumlarda merkez bankalarının ilan ettiği resmi faiz oranları ile yapay faiz yükselişleri önlenir.
     Faizin Merkez bankası tarafından alınan resmi rakamlarla düşürülmesi, özellikle beklenen yüksek enflasyon ortamında talep dışında yapay olarak artan faiz oranlarını önlemek için doğru bir karar olabilir, ancak hiçbir zaman dışarıdan müdahale ile faiz oranları belirlenemez.  Merkez Bankası tarafından ekonomik koşullarla ilişkisi olmadan alınacak faiz oranları piyasalarda kısa vadede mümkün olsa da uzun vadede faizlerin doğal düzeyine gelmesine engel olunamaz. Faiz ve enflasyonun yükselişine etken kamu harcamalarındaki artış,  her türlü şekliyle iç ve dış borçlanmadaki artış ve bağlı olarak vergilerdeki artıştır.
   İç borçlar yurt içi piyasalardan sağlandığından vadeleri ve ödeme şartlarına ilişkin koşullar dış borçlara göre daha kolaylıkla belirlenebilmektedir. Bu nedenle devletler çoğunlukla iç borçlanmayı tercih ederler Merkez bankası, ticari bankalar ve özel kişi ve kurumlar kamu iç borçlanmasının temel kaynakları arasındadır.


     İç borçlanmanın koşulları daha uygundur ancak kamunun bu borçlanması,  bir yandan faizlerin yükselmesine neden olmakta, diğer yandan yerli piyasaların verimliliğini düşürmekte, üretim yapamaz duruma getirmektedir. Bu sonucun nedeni, şirketlerin yatırım ve üretim yerine faiz ile gelir sağlama yoluna gitmeleri, küçük faaliyetler ile varlıklarını sürdürmeleridir. Şirketler ihracata dönük, büyük ve gelişmiş teknolojilerle üretim yapan yatırımlara yönelmemektedirler. Bazı şirketler ise devletin savurganlık boyutlarına varan ihalelerinden aldıkları paralarla gelirlerini tamamlayarak, daha verimli ve üretken alanlara yatırım yapmadan ekonomik hayatlarını sürdürmeyi tercih etmektedirler. İhalelerde yaşanan usulsüzlükler ise kamu açıklarını daha da arttırmaktadır.
     “….özellikle kamu sektörünün genel ekonomideki büyüklüğüne vurgu yapılarak kamu sektörünün genel ekonomideki payı küçük olduğu ölçüde, borçlanmanın ve dolayısıyla dışlama etkisinin az olacağı dışlama etkisinin özellikle kamu sektörünün büyük olduğu ekonomilerde söz konusu olacağı belirtilmektedir. Buna göre, büyük kamu sektörünün hem borçlanma ile hem de vergilerle özel sektör yatırımları üzerinde bir dışlamaya neden olacağı ileri sürülmektedir (Dar, AmirKhalkhali, 2002: 690).”
     Kamunun iç piyasa borçlanma kaynaklarından en önemlisi olarak ticari bankalardan borçlanma yoluna gitmesi, piyasa faiz oranlarını arttıracaktır. Yüksek faizlerle verilen borçların devletten tahsil edilmesi ile elde edilen gelir, gelişmiş ülkelerde olduğu gibi ihracata yönelik verimli yatırımlara dönüştürülemediği için kamu borçlanması döviz, faiz, artan maliyetlere bağlı olarak genel fiyat ve ücretler düzeylerinin artmasına neden olmakta sonuçta enflasyon hızla yükselmektedir.


     Yüksek enflasyon ortamında bazı kişi ve firmalarda devletin yüksek faiz ödemeleri ile toplandığı düşünülen sermayenin gerçek büyüklüğü, artan döviz, faiz ve fiyatlar düzeyinde değer yitirdiği, sermaye değerini hızla kaybettiği için önemli bir sermaye birikimine neden olduğu görülmemektedir. Birikim olduğu düşünülen bu sermaye ile yüksek ve dengesiz bir piyasa ortamında yatırım yapma olanağı bulunmadığından, bu sermayeler de verimsiz olarak boşa tüketilmektedir. Diğer önemli bir sonuç, yüksek enflasyon ile birikim sağlanıldığı düşünülen sermayeye sahip olan kişi ve firmaların yatırım, üretim, ihracat yetenek ve beceriye sahip kişiler durumunda bulunmamalarıdır. Bu yeteneksiz ve beceriksiz ellerde toplanan para lüks tüketimlere, kişisel harcamalara gidilerek yok edilmekte, çok büyük toplum kesimleri zorunlu ihtiyaçlarını karşılamakta zorlanmakta, toplumun verimli üretim yapacak yetenekleri köreltilmektedir.
    1980-2000’li yıllar boyunca uzun bir tarih yüksek enflasyonla büyüme bilinçli olarak sürdürülmüş, sermaye birikimi ile yüksek enflasyonla büyünebileceği inancı ile büyük emek, sermaye ve zaman kaybına, toplumsal kargaşa ve huzursuzluklara neden olunmuştur.
     Bugün de benzer şekilde,  piyasalara koruma amaçlı müdahalelerle ekonomik kalkınma sağlanacağı düşüncesi ile zaman, emek ve sermaye harcanması yapılmakta, büyük bir kamu savurganlığına yol açılarak, gün geçtikçe yüksek enflasyon ve toplumsal dengesizliklere sürüklenilmektedir.
      Faizler kendiliğinden yükselmez. Paranın ücretinin yükselmesinin diğer bir deyimle faizlerin yükselmesinin ana nedeni, yetersiz gelir durumunda ihtiyaçları karşılamak, yatırım yapmak, en önemlisi de ödenmesi gereken borçların ödenmesi zorunluluk hallerinde paraya ihtiyaç duyulmasıdır. Bu zorunluluk hallerinde paraya duyulan talebin şiddetine ve toplumda bu talebi karşılayacak para miktarına bağlı olarak paranın kira geliri de artar. Toplumda Parayı faiz ile talep edenler, paranın en büyük müşterileri işadamları ve devletlerdir.  Toplumun büyük çoğunluğu yüksek faiz ile para alacağına, geçimlerini aldıkları ücretlerle sağlamayı tercih ederler. Kamu bütçe açıklarında ortaya çıkan azalmalar, iç piyasalardan borçlanma talebini azaltarak faizler üzerinde düşürücü etkide bulunurken,  dış piyasalardan borç verilebilir fonlara da talebi azaltarak döviz kurunun düşmesine etkide bulunacaktır. Sonuçta enflasyon döngüsünü yükselten iki ana etken etkisiz duruma gelecektir.
     Kamu yatırım ve harcamalarından doğan verimsizlik, savurganlık ve bütçe dengelerinin önemsenmemesi; yüksek faizlerle borçlanma arayışlarının ve temel kamusal görevlerini yerine getirebilmek için halkın üzerindeki vergi yükünün arttırılması ekonomik faaliyetlerinin en sonunda devletin zorunlu hizmetleri için gerekli mali kaynakları sağlayamaması;  iflasını açıklamak zorunda kalması ile büyük bir ekonomik krizin ortaya çıkmasına neden olmaktadır.
      Devletlerin zorunlu hizmetleri için harcamalarının kaynağı olan vergilerden elde edeceği gelirlerin artması, kişi ve şirketlerin gelirlerinin artmasına ile mümkündür. Kişi ve şirketler üzerinden alınan vergi miktarlarının, devletin artan harcamalarına göre, kişi ve şirketlerin gelirleri düşünülmeden arttırılması fiyatlar genel düzeyinde olumsuz etkilere neden olur. Özel sektördeki verim artışı ve kişilerin zenginleşmesi, devlete ödenecek vergi miktarında artışları getirerek,  devlet bütçesindeki açıkların kendiliğinden kapanmasını sağlar.  Özel sektörün verimliliğindeki artış fiyatlar düzeyinde, maliyetlerdeki düşüş nedeniyle düşüşe neden olacaktır. Verimsiz ve devlet olanakları ile desteklenen özel sektör hem devletin gelirleri için eksiklik hem de israftır.
      Sonuç olarak enflasyon kısır döngüsüne girmemek için kamu açıklarının yüksek iç ve dış borçlanmalarla, yüksek vergilerle karşılanma yoluna gidilmemesi, kamu harcamalarında verimliliğin esas alındığı sıkı bir parasal denetim ve disiplinin sağlanması hükümetlerin en önemli yapacağı görev olarak görülmektedir.

KAYNAKLAR:
1- Kamu Harcamaları ve Ekonomik Büyüme Arasındaki İlişki Üzerine Ampirik Bir Analiz:1984-2014 Türkiye Örneği, Mensura Koçak, Ali Yasin Kalabak, Hasan Boran, EconWord2015@Torino, 18-20 August, 2015; İRES, Torino, İtaly)

2- Kamu İç Borçlanmasının Büyüme, Faiz ve Enflasyon Oranı Üzerindeki Etkileri, Elektronik   Sosyal Bilimler Dergisi, Yaz-2008 C.7 S.25 (170-196) ISSN:1304-0278,
 Yrd.Doç.Dr. Murat DEMİR - Yrd.Doç.Dr. Ersan SEVER, Harran Üniversitesi, İ.İ.B.F Maliye Bölümü

3- Kamu Açıkları ile Enflasyon arasındaki İlişkinin Analizi ve Değerlendirilmesi, Haydar Lütfü Ejder, Gazi Üniv., İ.İ.B.F Dergisi 3/2002, 189-208)

4- Borçlanmanın Enflasyona Etkisi
Üzerine Teorik Yaklaşımların Temel Özellikleri, Yrd.Dç. İbrahim Halil SUGÖZÜ- Yrd.Dç.Mehmet YİYİT, Maliye Dergisi , Sayı 158 , Ocak-Haziran 2010)


İsmail İNCİ,  07/02/2018


                     
         ORJİNAL METNİNİ YUKARIDA YAYIMLADIĞIMIZ BU MAKALEMİZ BALYALILAR DERGİMİZİN OCAK 2018 SAYISINDA  YAYIMLANMIŞTIR.

     
             



       











29 Ekim 2017 Pazar



EKONOMİK BÜYÜME ÜZERİNE ETKİ EDEN FAKTÖRLER


Türkiye İstatistik Kurumu Türk ekonomisinin 2017 yılı ikinci çeyrek dönemine ait (2017 yılı Nisan-Mayıs-Haziran aylarına ait) büyüme rakamlarını açıkladı. Buna göre ekonomimizin hacmi 2017 yılının ikinci çeyreğinde bir önceki yılın aynı çeyreğine göre yüzde 5,1 arttı. Üretim yöntemiyle gayrisafi yurtiçi hasıla tahmini, 2017 yılının ikinci çeyreğinde cari fiyatlarla yüzde 16,3 artarak 734 milyar 211 milyon TL oldu.
Gayrisafi yurtiçi hasılayı oluşturan faaliyetler incelendiğinde; 2017 yılının ikinci çeyreğinde bir önceki yılın aynı çeyreğine göre zincirlenmiş hacim değeri olarak; tarım sektörü yüzde 4,7, sanayi sektörü yüzde 6,3, inşaat sektörü yüzde 6,8 arttı. Ticaret, ulaştırma, konaklama ve yiyecek hizmeti faaliyetlerinin toplamından oluşan hizmetler sektörünün katma değeri ise yüzde 5,7 arttı.


Ekonomik Büyüme Nedir?
Miray ÖZDEN’in, “İktisadi Büyüme ve Kalkınma Olgusunda Dış Ticaretin Yeri ve Önemi: Türkiye Örneği” adlı Yüksek Lisans Tezinde ekonomik büyüme ile ilgili çeşitli ekonomistlerden almış olduğu tanımlar bulunmaktadır. Bu tanımlardan bazıları şöyledir :
     “Bir toplumun ekonomisinde hem iktisadi etkinliklerin (faaliyetlerin) ölçeğinde meydana gelen bir büyümeyi; hem de iktisadi etkinliklerin toplam ölçeğindeki büyüme toplam nüfustaki büyümeden daha fazla olduğu için, kişi başına hâsılanın da büyümesini işaret eder’’ (Y.S.Tezel 1989, İktisadi Büyüme. Macintosh Bilgisayar Dizgi Tesisleri, Ankara).
     ‘’ Ekonomik büyüme; kişi başına reel (yani fiyat değişmelerinden arındırılmış) hâsıladaki artışlardır’’ (A.Kibritçioğlu 1998, Büyümenin Belirleyicileri ve Yeni Büyüme Modellerinde Sermayenin Yeri. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi.; İ.  Parasız 1997, Modern Büyüme Teorileri. Ezgi Kitabevi. )
    ‘’Ekonomik büyüme, ekonominin üretim kapasitesinin artırılması ve dolayısıyla daha fazla mal ve hizmet üretilmesidir’’ (A. Ertek 2005, Makroekonomiye Giriş. Beta Yayıncılık, İstanbul.)
      ‘’Ekonomik büyüme, zaman ve mekân bağlamında bir miktar, ağırlık ve hacim biçimindeki büyüklük artışıdır. Bu artış bireyler ve ülkeler için güç ve gelir düzeyinde gözlemlenebilecek çeşitli göstergeleri ifade etmektedir. Nüfus, sermaye, tasarruf ve milli gelir artışları, birer büyüme göstergesidir. Büyüme bir işletme, bölge ya da ekonomi için miktar ve büyüklük artışını ifade etmektedir. Ancak bu artışın saymaca (nominal) olarak değil, gerçek bir artış olması halinde büyümeden söz edilebilir” (A. Özgüven 1988, İktisadi Büyüme, İktisadi Kalkınma, Planlama ve Japon Kalkınması. Filiz Kitabevi, İstanbul. )
     Deliktaş (2006), iktisadi büyüme sorunun genel anlamda uzun vade sorunu olarak görüldüğünü belirtmekte ve bunun nedenini de, iktisadi büyümeyi sağlayacak olan ülkenin üretim ölçeğinin genişlemesi ya da potansiyelinin artması ya da daha etkin kullanılmasının ancak uzun vadede gerçekleştirilebilecek olan, üretim faktörlerinin miktarlarında veya üretkenliğinde gerçekleşecek değişiklikler olarak göstermektedir. 
     En çok üzerinde kabul gören tanım olarak “ Ekonomik Büyüme”: bir ülkenin bir yıl içinde üretmiş olduğu mal ve hizmet kapasitesinde meydana gelen, fiyatlardan arındırılmış net artışlardır. Bu net artışların ölçümü bir yandan ekonomik faaliyetlerin ölçeğindeki miktar belirlenerek, diğer yandan ülkede birey başına düşen gelir artışı ölçülerek yapılır.  
     Nüfus artış hızının üretimdeki artış hızından büyük olması durumunda, kişi başına üretim azalacak, bu da bireylerin refahının azalmasına neden olacaktır. Eşdeyişle üretimdeki artış oranının artan nüfusu besleyememesi, ihtiyaçlarını karşılayamaması, ülkenin refahında bir artış değil tersine azalışa neden olacaktır. Bu nedenle bir ekonomideki gerçek büyümeyi hesaplarken üretimdeki artış oranından nüfustaki  değişikliklerin oranını çıkarmak doğru olacaktır. Bunun için kullanılan formül, fiyat artışlarından arındırılmış yurt içi hâsılanın ülke nüfuna bölünmesi ile elde edilen kişi başına düşen gelirdir.

     Bir ülkenin ekonomik büyümesinin kaynaklarına veya ekonomik büyümesini belirleyen temel faktörlere bakıldığında dört temel faktörün bulunduğu görülür. Bunlar; ülkenin sahip olduğu sabit ( makine, araç ve gereçler) ve harcanabilir sermaye ( para, altın, döviz..vb) birikimi,  doğal kaynaklardaki artışları, sahip olduğu bilgili ve eğitimli insan gücü ve sahip olduğu teknolojik gelişmişlik düzeyidir.
İktisadi Kalkınma kavramı ile iktisadi büyüme kavramı sık olarak birbiri yerine kullanılmasına karşın aralarında içerik ve anlam olarak farklılık vardır. İktisadi büyüme kavramının içeriğini ve anlamını esas olarak yukarıdaki dört temel faktör oluştururken, iktisadi kalkınma kavramının içeriğini işsizliğin azaltılması ve önlenmesi, gelir dağılımı adaletinin sağlanması,  eğitimin ve kültürün geliştirilmesi, toplumda yozlaşmanın önlenerek olumlu gelenek ve göreneklerin, ulusal kültürün korunması, doğal çevrenin korunarak gelecek kuşaklara yaşanabilir bir dünya mirası bırakmak,  insanlar arasında tarafsız, adil yargılar veren bir hukuk ve adalet sisteminin bulunmasını,  toplumun sahip olduğu kültürel veya kurumsal etkenlerinin düzeyi, demokrasinin düzeyi, hükümet politikaları ve makroekonomik istikrar.. vb. gibi ekonomik, kültürel ve siyasal anlamda bir modernleşmeyi bütün olarak kapsar.
Anlam ve içerik olarak birbirinden farklı olmalarına rağmen ekonomik büyüme ve ekonomik kalkınma faktörleri  birbiri üzene doğrudan etkileri nedeniyle birbirinden ayrılamaz bir bütün oluştururlar.  Ekonomik büyümek isteyen bir ülke ekonomik kalkınma faktörlerine de sahip olmalıdır. Bir ülke kalkınabilmek için ekonomik olarak büyüme faktörlerinin zenginliğine de sahip olmak zorundadır. Örneğin Ekonomik Büyüme ile birlikte gelir dağılımında sorunların artması ve yoksulluğun azalmaması büyümenin olumsuz olduğuna işarettir.  Olumsuz yönlü bir büyüme ise o ülkenin kalkınmasının zayıf olduğunu, ekonomik kalkınmasını gerçekleştiremediğini gösterir.

 2017 Yılı İkinci Üç Aylık Büyümenin Özellikleri:
İkinci üç aylık dönemde büyümenin arkasında, inşaat yatırımlarının artışı ve ihracat artışı bulunmakta olup, daha önceki büyümelerde ağırlığı olan özel tüketimin katkısının azalmış olduğu görülmektedir.

     İkinci çeyrekte bir önceki yıla göre 5,1 oranındaki büyümeye oranını, inşaat ağırlıklı yatırımlar yüze 2.9,  özel tüketim yüzde 1.9, net ihracatın (ihracat artışı - ithalat artışı) yüzde 1.7 puanlarının toplamı oluşturmuştur. 
     “İlk üç aylık dönemde yüzde 6.0 büyüyen inşaat kesimi, ikinci üç aylık dönemde yüzde 6.8 ile büyümeyi sürdürdü… yatırımlardaki büyüme, inşaat yatırımlarındaki büyümeden kaynaklanıyor. Birinci üç aylık dönemde yüzde 14.0 büyüyen inşaat yatırımları, ikinci üç ayda yüzde 25.0 büyüdü. Buna karşılık makine ve teçhizat yatırımlarında gerileme devam ediyor. Makine ve teçhizat yatırımları ilk üç ayda yüzde 12.0 gerilemişti. İkinci üç ayda gerileme yüzde 8.6 oldu…. Dayanıksız mal tüketiminde ağırlığı mutfak harcamaları oluşturur. İkinci 3 ayda ekonomi yüzde 5.1 büyürken, hane halkının özel tüketim harcamasındaki artış hızının gerilemesi yüzde 3.2 olması, büyümenin nimetlerinden orta ve alt gelir grubu hane halkının göreceli olarak yararlanamadığına işaret ediyor.” (Güngör URAS, Olayların içinden, www.milliyet com.tr, eklenme tarihi 11.09.2017)
     Çoğu iktisatçıya göre ekonomik büyümenin en önemli kaynağı teknolojik gelişmedir. Gelişmiş ülkelere bakıldığında teknolojik gelişmelerin üst düzeylerde olduğu görülür. Teknolojik yatırımların artması ekonomik verimliliği, üretimi büyük oranlarda arttırmakta, rekabette üstünlük sağlayarak ihracatın artışında büyük etken olmaktadır. Daha da ötesi, uluslararasında siyasal ve askeri güç sahibi olunması, büyük devlet ve ülke olmak teknolojik olarak ekonominin büyümesine bağlıdır. Ağırlıklı olarak İnşaat kesiminde gerçekleşen ve kişi başına ulusal gelir artışı sağlamayan ekonomik büyümeler olumlu büyüme ve kalkınmalar değildir. Teknolojik ağırlık büyüme ise eğitim ve öğretimin içeriğinin bilimsel-teknik araştırma ve yöntemlerini bireylere öğretme yeteneği ve ülkelerin sahip olduğu kültür ile orantılıdır.


Ekonomik Büyüme ve Kalkınmada Eğitim-Öğretimin Yöntem ve Temel Niteliklerine İlişkin Tarihsel Bir Örnek:
Marc J.SEIFER,  Nicola Tesla Adlı biyografik kitabında babasının amcası olan ünlü Elektrik-elektronik mühendisi ve fizikçi Nicola Tesla’nın yaşamını, içinde bulunduğu zamanın toplumsal olayları ile birlikte ele alarak anlatır.
Nicola Tesla’nın içinde yaşadığı çağ, elektrik çağıdır. 1850-1940 yıllar Elektrik üzerine çok büyük ve çok kişi tarafından araştırma ve deneylerin yapıldığı, patentlerin alındığı, alınan patent hakları ile zenginlik ve ün sahibi olmanın kavgalarının yoğun olarak yapıldığı bir çağdır.
Özellikle doğa bilimlerinde (fizik, kimya, biyoloji…vb), laboratuarlarda yapılan deneyler sonucu bulunan yeni buluşların, bu buluşları öğrenmek isteyenler tarafından deneylerin yenilenerek denenmesi, hem öğrenme ve pratiği geliştirme açısından hem de daha ileri, gelişmiş bağlı bilgilere ulaşma yönünden çok önemli bir yöntemdir. Aynı deneylerin üst aşamalarına ulaşmak daha önce deneyleri yapılan buluşların denenmesini gerektirmektedir. Bu deneyler o alandaki deneylerin gerçekleştirilmesi bilgisine sahip olmayı sağlarken, ileri deneylerin oluşturulması yolunun açılması ve bu alandaki eksikliklerin gözden geçirilmesinin yapılmasını,  eleştirilerle yeni bilgilerin bulunmasını sağlayan en uygun “ bilimsel yöntemdir”.
Nicola Tesla’nın elektrik-elektronik alanındaki birbiri ardına gelen buluşların ortaya çıktığı çağının araştırma ve bilimsel çalışma yöntemi de bu yöntemle olmaktadır.
“Bilimin herhangi bir dalında olduğu gibi, başkalarının çalışmalarını incelemek ve tekrarlamak bir gelenekti ama elektrik mühendisliğinde başarı, sadece adını tarihe yazdırmayı değil ama aynı zamanda maddi faydaları da garantiliyordu. Bu nedenle daha önce adı geçenler gibi birçok kişi çok fazlı sistemi deneyip kendilerininmiş gibi göstermeye çalışıyordu.”(s.97)
Fakat bu elektrik-elektronik alanında yılmadan çok büyük deneyler tasarlayan ve gerçekleştiren, ardından mühendislik bilgileri ile teknik araçlar üretenler aynı zamanda filozof denecek kadar felsefe bilgisine sahiptirler. Nicola Tesla’nın kendisi de Carl Stumpf (Felsefeci-psikolog) ile Davit Hume felsefesini tartışıyor ve bu felsefi tartışmalarla  beynin duyu organları ile bilinçli duruma geldiğini kavrıyor. Doğuştan bilgi yoktur. İlk bilgiler elektrik sinyalleri ile beyinde oluşur ve ikincil bilgiler sonra işlenerek ortaya çıkar. Aristo ve John Locke irade ve ruhun duyu organları etkileri ile ortaya çıktığını söylemektedir.  Descartes’e göre insanlar ve hayvanlar basit makinelerdir ve özdevinime duyu organlarının etkileriyle kavuşurlar. Göz ve kulağın dış dünyadan verileri toplayarak beyine elektrik sinyalleri ile ilettiği bilgisini Newton, Herbert Spencer, Goethe…vb. birçok bilim insanı kabul etmiştir. Fizikçi ve mühendisler gökyüzünün yapısına ait araştırmalarda, hiçbir fiziksel olayın birbirinden bağımsız olmadığı, en küçük fiziksel olayın diğer fiziksel olaylardan etkilendiği sonucuna varmıştır….Özet olarak bilimsel felsefi bilginin tüm değişik görüşlerine Tesla ve çağının bilim insanları sahiptir ve özgür düşünce ile elektrik-elektronik üzerine tasarılarını yapmaktadırlar.

Özgür düşünce ve tasarımlamaya dayanarak, en basit laboratuvar ortamlarından milyonlarca dolar değerindeki laboratuvarlar tasarlanmış, buralarda sürekli deneyler yapılarak bu günkü elektrik ve elektronik araç ve gereçlerin sahip olunduğu uygarlık yaratılmıştır. Bu uygarlığın ortaya çıkmasına aracı olan insanların bulunduğu ülkeler de ekonomik olarak büyümede ve ülke olarak kalkınmada diğer ülkelerin üstünde çıkmışlardır.


KAYNAKLAR:
1-https://www.cnnturk.com/ekonomi/simsek-buyume-rakamlarini-yorumladi


3-(Miray ÖZDEN, Namık Kemal Üniv., Fen Bilimleri Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi,  İktisadi Büyüme ve Kalkınma Olgusunda Dış Ticaretin Yeri ve Önemi: Türkiye Örneği, Ocak 2014)

4-Güngör Uras, www. Milliyet.com.tr, Olayların içinden, Tüm Yazıları, Eklenme Tarihi: 11.09.2017

 5- Marc J.SEIFER, Nicola TESLA (Bir Dahinin Biyografisi), : İnkılap Kitapevi-     Bahçelievler-ISTANBUL,  5.Baskı, Ağustos 2015




BU MAKALE BALYALILAR DERGİMİZİN EKİM 2017 SAYISINDA YAYIMLANMIŞTIR.













İsmail İNCİ,  29/10/2017




29 Ağustos 2017 Salı

EKONOMİK GÜÇ İLE SİYASAL GÜÇ ARASINDAKİ İLİŞKİLER VE YENİ DEĞERLER DÖNEMİ







EKONOMİK GÜÇ İLE SİYASAL GÜÇ ARASINDAKİ İLİŞKİLER

     Toplumlarda ekonomik gücü temsil eden şirketlerle, siyasal otorite sahibi olan siyasal güç sahipleri arasındaki ilişkiler gelişmiş sanayi toplumları öncesine kadar uzanır. İmalat sanayinin hakim olduğu 16. Yüzyıldaki Avrupa toplumlarında, devlet ile daha çok ticaret ile uğraşan şirketler arasındaki ilişki devletin özellikle denizaşırı ticaret ile elde edilecek kazançların ülkenin egemenliği, bağımsızlığından ayrı olarak düşünülmemesinden ileri geliyordu. Bu nedenle devlet bu şirketlere Tekelleşme hakkı vermiş ve kendisi de ortak olmuş durumdaydı. Devletin desteği ticari olmanın yanında askeri koruma sağlayarak askeri destek olarak da veriliyordu. Bunun en büyük örneği İngiltere’nin Doğu Hindistan Şirketidir. (East İndia Company),
     Bu şirket Hindistan yarımadasında 250 milyon insana egemen olmuş, dünyanın en büyük hazır kuvvetini buyruğunda tutarak denizlerde 43 savaş gemisi dolaştırmıştır. Britanya İmparatorluğunun genel valileri ile Doğu Hindistan Şirketi tarafından bu yarım kıta tam bir özel şirket gibi yönetilmiştir.
     İlk İngiliz denizaşırı ticaret örgütü olan “Hammadde Tüccarları Şirketi” (Company of the Merchants of the Staple) krallık hazinesini doldurmak amacıyla 14. Yüzyılda kurulmuş ve krallık zamanla girişimci tüccarlarla daha çok ekonomik ve siyasal güç paylaşmaya başlamıştı.

     16. yüzyılda uluslararası şirket faaliyetlerinin krallıklarla birlikte geliştirilmesi, yeni pazarların bulunması ve birlikte zengin olmanın bir yöntemi olmuştur. Şirketlere ticaret tekelleri ve hükümetin birçok yetkileri devrediliyor, onlar da karşılığında krallık için sömürge imparatorlukları oluşturuyorlardı. İngiltere ve Hollanda 17. Ve 18. yüzyıllarda birer tüccar devleti haline gelmişlerdi. Devlet tüccarlara siyasal güç ve destek veriyor, bu şirketler de gerektiğinde savaşlar sürdürerek koloniler kuruyorlardı.

     1825'te ölen Saint-Simon Kontu yazılarında, yakın veya uzak takipçilerinin modern toplumları örgütlemek üzere dayandıkları ilkeleri formüle etmiştir: "Bir ulus, büyük bir sanayi şirketinden başka bir şey değildir" diye yazmıştır. Bu "sanayi devrimi" çağında, anahtar terim burada ifade edilmiştir. Yine, "modern toplumun tek bir amacı vardır: Üretim, sanayi" demektedir.” (s.123, Werner BİERMANN-Arno KLÖNNE, Kapitalizmin Suç Tarihi,  Ekim 2007Ankara, Phoenix Yayınevi)

     Çağımızda da uluslararası şirketlerin hükümetleri etki altına alacak büyük ekonomik güçleri bulunmaktadır. Hükümetlerin siyasetlerinin ağırlık noktasını toplumun ekonomik durumunun geliştirilmesi, bireylerin refahının arttırılması oluşturduğundan,  toplumda ekonomik büyük güç olan şirketlerle, yürütmekte olduğu siyasi gücünü paylaşmak zorunda kalmaktadır.

      ABD’de hükümetlerin, ülkenin sahip olduğu dünyanın en büyük uluslar arası şirketlerine yapmış olduğu desteklerle bir şirket gibi davrandığı görülür. Kamu fonları ile desteklenen ABD şirketleri dünyanın her yanında yollar, limanlar, hava meydanları, oteller ve bankalar inşa etmiştir. Savunma Bakanlığı ihaleler yolu ile Amerikan şirketlerine yılda 40-50 milyar dolar dağıtabilmiştir. Pentagon yılda 6 milyar dolarlık araştırma bütçesinin büyük kısmını Boeing-707 gibi sivil ürünlerin geliştirilmesi masraflarına ayırmış, en büyük Amerikan şirketlerinin ana destekleyicilerinden olmuştur. “Amerika’nın askeri gücü, Amerikan özel sektörünün uyabileceği oyun kurallarını yerleştirmekte kullanılmıştır.” “Pentagon ve CIA,
azgelişmiş ülkelerde hükümet devirip kurmaya ne kadar istekli olmuşsa, A.B.D. şirketleri için yatırım ortamı o kadar elverişli olmuştur”(s.102, Evrensel Soygun, Rıchard J.Barnet-Ronalde Müller, Ağustos 1976, Birinci Baskı, E Yayınları, Istanbul)

     Ford Firmasının otomobil  fabrikalarında 1930’lu yıllarda işçilere karşı yasa dışı uygulamış olduğu önlemler, ülke ekonomisine otomobil üretimi ile yapmış olduğu dünya çapında katkıları nedeni ile görmemezlikten gelinmiş, ekonomik gücünü kötüye kullanarak toplumsal barış ve düzenin bozulmasına, mafya ve çetelerin üremesine neden olmuştur. Diğer ülkelerin gelişen sanayi işletmelerinde de  bu tipik olan olaylara tanık olunmuştur.
     “ABD hükümetleri de dahil, birçok ülke hükümetleri içinde, bir ülke ekonomisi kadar büyük ekonomik güce sahip olan şirketlerin devletleri tamamı ile etki altına alabilme endişeleri vardır. Aslında hiçbir hükümet, siyasal güç bir şirketin yan bir uzantısı ve aleti değildir. ABD Ulusal hükümetinin Hazine Bakanlığı, Ticaret Bakanlığı ve Savunma Bakanlığı arasında ulusal çıkarlarının ne olduğu ve evrensel şirketlerin Amerika’nın genel stratejisi içinde ne rol oynayacakları konusunda bazı durumlarda görüş ve yaklaşım ayrılıkları vardır.

 A.B.D. hükümeti evrensel şirket için hem bir dert, hem de bir gereksinimdir. Hükümet açısından ise, şirket hem bir ulusal güç kaynağı, hem de ulusal politikayı bozan bir güçtür.”(s.98, Evrensel Soygun, Rıchard J.Barnet-Ronalde Müller, Ağustos 1976, Birinci Baskı, E Yayınları, Istanbul)

“Başkan Eisenhower da sermaye belki de ulusu olmayan tuhaf bir şeydir. En çok nerede yarar görürse, oraya akar, derken, özde aynı noktayı belirtmekteydi. Uluslararası şirketler geleneksel olarak vatanseverlik konusunda gevşek bir tutum takınmışlardır.

İkinci Dünya Savaşı'nın başında Alman firmalarıyla kartel anlaşmaları yapmış bulunan büyük petrol ve kimya şirketleri, Hitler’le savaşmaya fiilen karşı çıkmışlardı. Sermayenin hem uluslararası, hem de ideoloji dışı olduğuna inanan Amerikan bankacıları, yıllardır Rus ve Bulgar ulusal bankalarıyla iş yapmaktadırlar. Londra’daki Morgan Guarnty Bank’ın müdürü Daniel Davidson, bankasının Bulgaristan’a açtığı yeni krediden söz ederken, gülümseyerek bizim için hava hoş, isterlerse uranyum satın alsınlar bununla, demiştir.” (s.101, Evrensel Soygun, Rıchard J.Barnet-Ronalde Müller, Ağustos 1976, Birinci Baskı, E Yayınları, Istanbul)

     Siyasal güçleri etkileri altına alacak çok büyük ekonomik güce sahip olan şirketlerin, bu güçlerini ortaya çıkaran çıkarcı tutkulu girişimci-eylem karakter ve doğalarının kökenleri, serbest piyasa ekonomisinin ve sanayi üretiminin de ortaya çıkmasına etken olan, Rönesans hareketleri sonucu Avrupa’da ortaya çıkarak yayılan kültür değişimidir.

     Ekonomik güce sahip olan şirketlerin ortaya çıkışı, Ortaçağ toplumlarında kahramanlık, şan ve onur değerlerinin kazanılmasının amaç olması ve bu değerlere sahip olan Aristokrasi ve din adamlarının siyasal güç olarak toplumlara egemen olması nedeni ile mümkün olmamıştır. Parasal kazanç çabalarından çok, şan ve onur uğrunda, mücadele etmek ortaçağ şövalyelik anlayışında yüceltilmiş durumdadır. Yeniçağ ile birlikte kahramanlık idealinin yerine serbest piyasa ekonomisi içinde ekonomik faaliyetlerde bulunarak para kazanma,  zenginleşme çıkar ve tutkusunun toplumsal zenginleşmenin en önemli etkeni olduğu anlayışının ve idealinin yer alması, toplumlarda büyük bir kültür değişimidir. Bu büyük değer değişimine yol açan kişilerin başında da ünlü Rönesans düşünürleri Makyavel, Montesguieu, Vico, Bernard Mandeville, Adam Smith, Hegel…vb gelir.


     Albert Hırschman, “Tutkular ve Çıkarlar”, adlı eserinde bu büyük kültür değişimini tüm ayrıntıları ile araştırmıştır:
“İnsanların tutkularını yönlendirerek toplumun faydası için kullanma düşüncesi Vico'nun çağdaşlarından İngiliz Bernard Mandeville tarafından daha detaylı biçimde ortaya konmuştur. "Bırakınız yapsınlar" düşüncesinin öncülerinden sayılan Mandeville, Arılar Masalı’nın çeşitli kısımlarında "becerikli politikacının ustaca yönetiminin bireysel günahları" "toplumsal faydaya" dönüştürmek için" gerekli bir koşul ve bu dönüşümü sağlayacak bir faktör olduğu düşüncesini ileri sürmektedir.” (s.38)

“Smith önermeyi daha ikna edici ve kabul edilebilir kılma yolunda çok önemli bir adım atabilmiştir: "Tutku" ve "günah" gibi terimlerin yerine "avantaj" ve "çıkar" gibi daha renksiz terimleri kullanarak Mandevilie'in paradoksunun şok edici sivriliğini yumuşatmıştır.” s.38.

     Batı uygarlığının gelişmesinin nedeni olarak; tutkuların, çıkarların ve bu yönde işlenen günahların yüceltilmesine dayanan kültür değişimi olmuştur. Mal ve mülk edinme tutkusunun toplumsal ruha yerleşerek destek görmesi toplumların gelişmesini, büyük bir hız katarak sağlamıştır. Ancak Bilim, teknik ve uygarlığın büyük bir gelişme gösterdiği, bu kültür yapısına sahip dünyada barış ve insani değerlerin gelişmesi, iyi bir toplumsal düzenin kurulması sağlanamamıştır. Birinci ve İkinci Dünya Savaşları ve kendi aralarında birçok küçük savaş, iç savaşlar yaşanmıştır ve günümüzde hala yoğun bir savaş sürmektedir.


       Böyle bir kültürel ruha sahip ekonomik güçlerin karşısına siyasal otoritenin çıkarak toplumsal düzeni sağlaması gerekirken, devleti yönetenler,  ticaret ve sanayi ile uğraşanların ekonomik gücü ile birlikte hareket ederek kendi bulundukları toplumların içinde daha baskıcı otoriter bir yönetim kurmuşlar, dış ülkeler ile ilişkilerinde ise devletin ve kendilerinin zenginleşmesinin emperyalizm ile gerçekleşeceği düşüncesi ile sömürgecilik anlayışına dayanan yönetimler oluşturmuşlardır.
     Devlet bir şirket değildir. Bir devlet ne kadar çok ekonomik olarak şirketlerin gücüne ihtiyaç duysa da şirket gibi, şirketler yararına yönetilemez. Kar ve çıkar anlayışı üzerine kurulu bir toplumda toplumsal barış ve düzen sağlanamaz. Dünyada ve toplumumuzda yeni bir ekonomik ve siyaset kültürü ruhunun oluşturulmasına büyük bir ihtiyaç vardır.

KAYNAKÇA:
1- Werner BİERMANN-Arno KLÖNNE, Kapitalizmin Suç Tarihi,  Ekim 2007Ankara, Phoenix Yayınevi)

2- Evrensel Soygun, Rıchard J.Barnet-Ronalde Müller, Ağustos 1976, Birinci Baskı, E Yayınları, Istanbul)

3- Yeni Gerçekler, Peter DRUCKER, T.İş Bankası Kültür Yay., 2.Baskı, Mart 1996, ANKARA)

4- Albert O.Hırschman, Tutkular ve Çıkarlar, Metis Yayınları, 1. Basım Ocak 2008, İstanbul )



”EKONOMİK GÜÇ İLE SİYASAL GÜÇ ARASINDAKİ İLİŞKİLER” Adlı bu makalem BALYALILAR DERGİSİ’nin Temmuz 2017 sayısında yayımlanmıştır






“EKONOMİK GÜÇ İLE SİYASAL GÜÇ ARASINDAKİ İLİŞKİLER”  DÜŞÜNCESİNİN TASARIMI VE İÇERİĞİNİN GERÇEK KAPASİTESİ

 _______Bu makale,  daha uzun bir yazı olmasına rağmen, derginin kapasitesine bağlı olarak mümkün olduğunca kısaltılarak bir yayın durumuna getirilmiştir.
Tasarımın aşamalarını sıra ile ele alırsak, makalenin aşağıdaki paragrafının açılımı çok daha geniş bir yazı alanı işgal edecekti.
 _______”Ford Firmasının otomobil fabrikalarında 1930’lu yıllarda işçilere karşı yasa dışı uygulamış olduğu önlemler, ülke ekonomisine otomobil üretimi ile yapmış olduğu dünya çapında katkıları nedeni ile görmemezlikten gelinmiş, ekonomik gücünü kötüye kullanarak toplumsal barış ve düzenin bozulmasına, mafya ve çetelerin üremesine neden olmuştur. Diğer ülkelerin gelişen sanayi işletmelerinde de bu tipik olan olaylara tanık olunmuştur.
Dergideki bu düşünceler kaynaktan alıntı ile desteklenecektir.
 “Sendikanın tanınmasına yönelik mücadelesinde ilk olarak Ford fabrikaları dışarıda kaldı. Çünkü o fabrikalardaki hizmet birimi, şiddete hazır etkinlikleriyle ünlüydü: Ford’da İş Polisi: “Hizmet Birimi” 3600 kişiden oluşuyordu. Başlarında Firmanın kurucusunun çok yakın bir ilişki içinde olduğu ve oğlundan daha çok yetkili kıldığı Bennett vardı. İş polisinin görevi, fabrikanın farklı bölümlerini kontrol etmek, işi fabrikada, yerinde gözetlemek, yüzlerce metre uzunluğunda banttaki ihlalleri bildirmek, ispiyoncu olarak işçilerin arasına karışmak, “işi karıştıranları” ortaya çıkarmak ve sendika örgütçüleri ile “kızıl”ların kışkırtıcılarını temizlemekti…. Birlikler ayrıca makineli silahlarla donatılmışlardı. Bu silahlar işteki mücadele sırasında da kullanılıyordu. 1932 yılındaki bir açlık grevinde iş polisi 4 protestocu işçiyi vurdu, 50’nin üzerinde işçiyi de yaraladı. Ulusal polis bu suçu hiçbir şey yapmadan, seyirci gibi izliyordu….; Ford fabrikalarının bulunduğu Dearborn kasabasındaki polis ve idare birimlerinin en büyük işveren ve vergi ödeyenle iyi ilişkileri vardı ve ona karşı fazlaca
uysal davranıyordu.
Hizmet biriminin yöneticisi bölgedeki yer altı dünyası ve daha sonraları da, büyük suç örgütleriyle sıkı ilişkiler kuruyordu. Bu ilişkiler 1930’lardaki grevlere yönelik saldırılar ve sendikalara karşı geliştirilen mücadelede ortaya çıkıyordu. Ford’un kendisi sırdaşlarının bu ilişkilerinin kanıtlanamayacağını düşünüyordu. Bennett, Detroit’in en büyük çetesinin reisine bir otomobil mağazası da devrettiği bir servet yapmıştı. Crescont Motor Sales Company’nin sahibinin aynı zamanda bölgedeki çete reislerinden biri olduğu devlet tarafından da biliniyordu. Bennett aynı zamanda bu çete reisinin Ford fabrikalarının kantininde meyve satması için de izin çıkmasının sağladı. Kendi iş üzerinde kontrolü elden bırakmayan Henry Ford’un tüm bu olup bitenlerden haberdar olmadığını düşünmek pek de inandırıcı bir durum değil. Bu organize suçlardaki başka bir yön de çok zaman geçmeden ortaya çıkacaktı. Bennett, New Yorklu iki lider gangster ailenin Ford arabalarının doğu kıyısındaki tüccarlara ulaştırılması işini almaları konusunda çaba harcıyordu. 1937 yılındaki bir protestoda işçiler üzerinde terör estirenler de bu ailelerin üyeleriydiler…” (s..126-127, Werner BİERMANN-Arno KLÖNNE, Kapitalizmin Suç Tarihi,  Ekim 2007Ankara, Phoenix Yayınevi)
_____Devletin otoritesinin mafya ve çetelerle paylaşıldığı bu olaylar sonucu, toplumda devletin düzeni, huzuru, güveni sağlama görevinin yasalara bağlı olarak yerine getirilmesi yerine yasa dışı grupların insafına terk edilmesi, devlete ve yasalara, hukuk sistemine, adalete olan güveni ve saygıyı ortadan kaldırmıştır. Birçok ülkede devleti hukuk devleti olmaktan uzaklaştırarak  devletlerin birer çete, mafya, polis ve cunda devleti olmasına neden olmuştur. Sayın Enis Berberoğlu’nun,  “Susurluk 20 Yıllık Domino Oyunu” adlı araştırma kitabında ortaya koymuş olduğu gibi, bu yanlış, yanılgılarla dolu toplumsal ve siyasal süreç, iki bloklu dünya içinde kendi bağımsız siyasetlerini yürütemeyen birçok ülkede olduğu gibi ülkemizde de bütün şiddeti ile yaşanmıştır:   
“….Aslında sol tehlikeyi durdurmak için 1960'lı yıllarda denenen formül hâlâ
gündemdeydi. Yani MHP ve MSP militanları. Yalnız bu kez lojistik desteğin boyutu
farklıydı. Çünkü sokaklar, okullar hatta kentler her gün ölü-yaralı sayısı artan silahlı
çatışmaların sonucuna göre el değiştiriyordu. Ülkücülerin ağır silahla donatılması
zorunluydu. İşte Abdullah Çatlı gibi isimler bu ihtiyacın ürünü olarak devreye girdiler.
Devletin gizli güçleri, MHP ve silah kaçakçısı mafya çeteleri arasında irtibatı kurdu.
Abdullah Çatlı, Mehmet Ali Ağca gibi namlı ülkücüler MHP ile yeraltı dünyası
nezdinde mutemet sayıldılar.
Abdullah Çatlı ve ekibi Bahçelievler katliamından hemen sonra İstanbul'a gelerek
işin başına geçti. Çatlı'nın bulduğu ordu malı patlayıcıların bir bölümü 16 Mart 1978
tarihli İstanbul Üniversitesi katliamında kullanıldı…. Abdullah Çatlı'ya silah satan yüzbaşı hapse düşünce, Reis lakaplı ülkücü Bulgaristan'ın Varna kentinde yerleşik, MHP yanlısı Türk bir silah kaçakçısıyla alışverişe başladı. Ülkücü camia, soygun, haraç, zorunlu bağış gibi eylemlerde topladıkları paranın kendilerine silah ve bomba olarak geri dönmesinden son derece memnundu.
Abdullah Çatlı, mafya ile yakınlaştıkça 12 Eylül sonrasının sıkıyönetim
mahkeme kayıtlarına geçecek bir ilişkiye tanık oldu: Devletin kolluk güçleri
istihbarat topladıkları mafyaya toleranslı davranıyor, ufak tefek eylemlerine göz
yumuyordu... Ancak bu alışveriş kimi hallerde yıllar sonra ilk MİT raporuna da
yansıdığı gibi tamamen çıkar ilişkisine dönüyordu.. Kısacası derin devlet ve MHP mafyadan yararlanıyoruz sanıyor, oysa çok önemli bir maddi güce ulaşmasına izin verilen yeraltı ekonomisi ülkenin gerçek ve tek patronu olmaya soyunuyordu….”(s.15-16, Susurluk 20 Yıllık Domino Oyunu, Enis BERBEROĞLU, İletişim Yayıları, 3. Baskı 1998)

______Devletin mafya ve çete devleti niteliği kazanması, çeteleşmenin toplumun da bir niteliği olması sonucuna neden olmuş, toplumun her köşesinde bir çete ve mafya ortaya çıkmıştır: Arazi mafyası, çek-senet mafyası, otopark mafyası, otobüse bilet-jeton mafyası, dilenciler mafyası...
Bu toplumsal karmaşa sürecinin yaşanmasının nedeni, adı geçen kitapta yeterince ortaya konduğu gibi,  siyasal otoritenin ülkenin güvenliğini, yasalardan uzaklaşarak mafya ve çetelerle sağlamaya başlaması, devletin yönetimini mafya ve çetelere teslim etmiş durumda bulunmasıdır. Doğru olan ise siyasal iktidarların, hukuk devleti olarak, yasalara bağlı devletin tüm güvenlik güçlerini harekete geçirerek gerekli önlemlerin alınmasıydı
Doğu Blok’u ve Batı Blok’u olarak dünyanın ikiye bölündüğü tarihsel süreçte ve sonrasında çete ve mafyalarla devlet yönetiminin paylaşılması olayının, ülkelerin siyasal iktidarlarının ve siyasal iktidarlarla yakın çıkar ilişkileri içinde bulunan şirketlerin zihinsel ve ruhsal yapılarına yerleştiği,  genetik yapıya büründüğü görülmektedir. Toplumun ve devletin bu yapısı Dünyada bloklar yıkıldıktan sonra da süreklilik kazanarak devam etmiş, çete ve mafya örgütlenmelerinin ülkenin özellikle metropol kentleri başta olmak üzere bütün köşelerinde faaliyette bulundukları görülmüştür.
 Birçok aydın ve sade yurttaş tarafından eleştirilen ülkemizin bu yapısı,  ikibinli yıllarda, F.Gülen Cemaati tarafından hesaplaşma konusu yapılacaktır. Bu cemaat veya terör örgütü arkasında emperyal devletlerin,  çıkarları yönünde ülkeyi yönlendirme ve kontrol etme çabalarının olduğu görülür. Bu hesaplaşmanın arkasında ve devamında örgütün tasfiyesi sürecinde bu kontrol ve yönlendirme etkilerini gözden uzak tutmamak gerekir.
Dergide de yayınlandığı gibi makaledeki aşağıdaki paragraf uluslararası şirketlerin ulusal siyaset üzerine olan etkilerinin büyüklüğüne dikkat çekmektedir:
“…….A.B.D. hükümeti evrensel şirket için hem bir dert, hem de bir gereksinimdir. Hükümet açısından ise, şirket hem bir ulusal güç kaynağı, hem de ulusal politikayı bozan bir güçtür.”(s.98, Evrensel Soygun, Rıchard J.Barnet-Ronalde Müller, Ağustos 1976, Birinci Baskı, E Yayınları, Istanbul)

______Evrensel veya uluslar arası şirketlerin dünyanın tek merkezli bir devlet yönetiminde birleşerek sınırların olmadığı evrensel bir hükümetin kurulmasından yana olması, milliyetçi düşüncelere karşı oluşları, şirketlerin evrenselciliği benimsemeleri, tüm insanlar tarafından kabul görerek benimsenmesinin sağlanması nedenleri önemli tartışma ve açıklanması gerekli konulardır..
“Bank America’nın başkanı Clausen, tek türden bir evrensel pazar gibi bir şey olmaması, hayatın acı bir gerçeğidir’,  diye yakınmaktadır. Ulus, kültür ve ırk ayrılıkları pazarlama sorunlarıyaratmaktadır.” (s.76, Evrensel Soygun, Richard J.Barnet-Ronalde Müller, Ağustos 1976, Birinci Baskı, E Yayınları, Istanbul)
______Üretimde makineleşme ve seri üretim yöntemleri ile çok büyük hacimde üretim yapan büyük uluslar arası şirketlerin ve ekonomileri bu şirketlerin varlığına dayanan kapitalist olarak adlandırılan ülkelerin varlıklarını sürdürebilmeleri dünya çapında pazarlarda ürünlerini satabilmelerine bağlıdır. Bu da dünyada sınırların kaldırıldığı, ticaretin dünyanın her köşesinde serbestçe yapıldığı, dünyanın tek bir siyasal yönetim ile yönetildiği bir anlayışı ortaya çıkarmıştır. İkinci bir seçenek ise “serbest piyasa ekonomi sisteminin” tamamı ile ortadan kaldırıldığı, tüm ekonomik faaliyetlerin devlet eli ile yapıldığı sosyalist ekonomik sistemini ve devlet yönetim biçiminin benimsenmesidir. Bu sistemde doğal olarak ekonomik güç olarak ortaya çıkan hiçbir şirkete yer yoktur. Tek güç sahibi devleti elinde bulunduran bürokratlardan oluşan topluluktur.  Bu sistemin savunucuları “Evrensel Devlet veya Evrensel Alışveriş Merkezi” oluşturularak, Tek bir devlet fikri ile kapitalist veya “serbest piyasa ekonomisinin” yaşamayacağını savunurlar. Bu nedenle “Evrencilerin” (Küreselcilerin) düşüncelerini toplumda ekonomik güçlerini sürdürebilmeleri, toplumu sömürmeye devam edebilmeleri için aldatıcı parlak sloganlar olarak görürler.
Paul M. Sweezy-Paul Baran ortaklaşa yazdıkları “Tekelci Kapitalizm” adlı ekonomi kitaplarında, Serbest Piyasa Ekonomisinin ekonomik buhranlardan kurtulamayacağını ve sonunda mutlaka sona ermek zorunda olduğu düşüncesini ileri sürerler.
Gelire oranla artan fazla miktarının yatırıma harcanması, iktisadın üretme kapasitesinin çıktılarından daha hızla geliştiği anlamına gelmelidir. Böyle bir yatırım kalıbı elbette mümkündür; gerçekten de, bu çeşit yatırıma, kapitalizm tarihinde sık sık görülür. Mümkün olmayan şey, bu çeşit yatırımın sonsuza kadar sürüp gitmesidir. Çünkü, fazla kapasit er geç, daha fazla yatırıma girişmeyi önleyecek kadar fazla büyüyecektir. Yatırım azalmaya başladığında da gelir, istihdam, dolayısıyla fazla da azalacaktır. Başka bir deyişle, bu yatırım kalıbı kendi kendini sınırlamakta ve iktisadi bir geriye dönüşle-bir durgunluk ya da buhranın başlaması-sonuçlanmaktadır.”
(s.101, Tekelci Kapitalizm, Paul a. Baran-Paul M.Sweezy, Doğan Yayınevi, Mayıs 1970, 1. Basım, Ankara)


______”Serbest Piyasa Ekonomisi”  içinde faaliyet gösteren şirketler, ilk yasaları büyüme olduğundan ve ülkelerin ekonomik güçleri,  bu şirketlerin büyümelerine bağlı olduğundan, bir yandan hammadde kaynaklarına diğer yandan da ulusal pazarlar dışında pazarlara sahip olabilmek için emperyalist amaçlar içinde olmuşlardır. Birinci ve İkinci Dünya savaşlarının ortaya çıkışının arka plandaki ana nedeni de uluslar arası pazarların paylaşılmasındaki anlaşmazlıklardır. Yine ABD’nin İkinci dünya Savaşından sonra Japonya, Almanya ve Batı Avrupa’ya sermaye akıtmasının, Marshall Planı ile yardımlar yapmasının nedeni de serbest piyasa sistemi içinde varlıklarını sürdüren şirketlerine yeni yatırım alanları yaratmak,  bu sistemin savunucuları için uluslar arası büyük bir Ortak Pazar (Avrupa Ekonomik Topluluğu) oluşturarak sistemin mümkün olduğunca sağlıklı yürümesini sağlamaktır. Fakat sistemin özünde var olan,  önlenemeyen büyük bir ekonomik güç olma hırsı, bu hırsa ve insanın doğaya hakim olma,  daha iyi yaşama isteğine bağlı olarak günden güne  gelişen  ileri teknoloji ile giderek çok daha büyük hacimli üretme kapasitelerine zorunlu olarak sahip olunması, serbest piyasa ekonomi sisteminin  Paul M. Sweezy-Paul Baran’ın sözünü ettikleri buhran noktasına gelmesine neden olmuştur.

1985-1990 yıllara gelindiğinde” serbest piyasa ekonomisi” içinde şirketlerin, yeni coğrafyalarda yeni pazarlar aramasına gerek kalmadan, kendi ulusal pazarı içinde buhranlara düşmeden varlıklarını geliştirerek ve nitelikçe büyüyerek var olabilecekleri ve dolayısı ile serbest ekonomi sisteminin sağlıklı olarak yürüyebileceği düşüncesi ortaya çıkmıştır. Paul M. Sweezy-Paul Baran’ın, sorunları çözen bu düşünce sonucu Serbest Piyasa Sistemi içinde toplumların zorunlu olarak Devletçi -Sosyalist bir sisteme dönüşeceği düşüncesi de yanlış bir düşünce olarak kalmıştır. Devletin tekelinde olan bir piyasaya göre daha dinamik ve gelişen bir piyasa olan “Serbest Piyasa Ekonomisinin” sorunlarını çözen bu “yeni düşünce sistemi”, ekonomide “ Ürünlerin Zorunlu Gelişmesi ve Türleşmesi” teorisi ile bu teoriye bağlı bir üretim yöntem ve sistemi olan “ Esnek Üretim Yöntemi’ dir. Ekonomide Bu düşünce sisteminin kabul edilmesinin sonucu olarak Sosyalist ekonomi sistemi çökmüş, bu çökmeye bağlı olarak Doğu Blok’unda var olan ekonomi sistemi de Serbest Piyasa Sistemine geçmiştir. Ulusların bu ekonomik aşamaya geldiği zaman içinde, Evrencilerin (küreselcilerin) düşüncelerinin uygulamaya konulmasının da ülkeler için daha olumlu olacağı düşünülmelidir.

Ancak tarihteki en büyük dönüşümlerden birisi olan toplumların bu gelişmesinde,  serbest piyasa ekonomisinde faaliyet gösteren şirketlerin kendi aralarında ve bu şirketlere sahip ülkelerin birbirleri üzerinde olan ekonomik ve siyasal güç sahibi olma davranışlarında,  emperyalist davranış biçimlerinde önemli bir değişiklik olmamıştır. Ülkelerin ve şirketlerin arasında ekonomik çıkarlardan doğan birbirlerine üstün ve egemen olmak için küçük ve büyük savaşlar, terör eylemleri, iç savaşlar, çete, mafya, cemaat halinde devletlere ve ülkelere egemen olma savaşımları artarak sürmüştür.

Ekonomik güç ile siyasal güç arasındaki ilişkiler araştırılırken görülmüştür ki, serbest piyasa ekonomisini büyük ölçüde geliştiren, büyüten insan düşüncesi ve psikolojisini ortaya çıkaran Reform ve Rönesans hareketleri ile sahip olunan bir kültür değişimidir.  Ekonomik güçlerin ortaya çıkışı, şan ve onur peşinde koşan ortaçağ toplum güçleri içinde aristokrasi ve din adamlarının egemenliği nedeniyle piyasa ekonomisinin ortaya çıkışına kadar mümkün olmamıştır. Kahramanlık idealinin toplumlarda değerinin düşüşü ve ekonomik faaliyetlerde bulunarak zenginleşme idealinin toplumda yer alması büyük bir kültür değişimi ve bağlı olarak toplumda değerlerdeki değişimden kaynaklanır.

 Bu nedenle, serbest piyasa ekonomisinin yeni ekonomik kuram ve “Esnek Üretim Yöntem” ve tekniği ile sorunsuzca sürdürülebilirliği düşüncesi ülke ve şirketlerde yer almış olmasına rağmen, serbest piyasa ile ortaya çıkan ekonomik güçlerin psikolojik alt yapılarına yerleşen bu kültürel düşünce yapısı değişmediği sürece sistemdeki sorunlar da sürecektir. Bu kültürel ve anlıksal yapıdaki insanlarda ve insanların kurmuş olduğu topluluk, kurum ve şirketlerde toplumca yüceltilen doyumsuz tutkuların etkisiyle vahşi  bir gücün oraya çıkmasına, sonuçta ülke ve şirketlerin emperyalist hareketlerine neden olmaktadır.

Dünyada büyük ekonomik güce sahip olan önemli topluluklardan birisi “ Yahudi Cemaatidir”. Parasal imparatorlukları, uluslar arası şirketleri ülkelerin siyasetlerine, ülke içinde ele geçirdikleri medya gücü ile ülke insanlarının düşüncelerine yön verebilmekte, ülkeler arası ilişkileri, ekonomik ve siyasal düşünceleri yönünde savaş ve barış koşullarını oluşturarak etkileyebilmektedir. Bu etkilerin hepsini özellikle Batı Avrupa uygarlığı içinde ortaya çıkan ve tüm dünyaya yayılan insandaki doyumsuz istek ve tutkuları yücelten yeni toplumsal değerler etkisinde yapmaktadırlar. Ve belki de bu Toplumsal Kültürü ortaya çıkaran ve yayan kendi cemaatlerine bağlı olan düşünür ve bilim adamları olmuştur. Çünkü Batı uygarlığının ortaya çıkmasına büyük katkıları olan büyük birçok filozof ve bilim adamı Yahudi cemaatine mensuptur. Masonluk ve Yahudi Cemaati ile ilgili yüzlerce yayın vardır. Bu yayınlardan birisi olan Necip Fazıl Kısakürek ile söyleşilerden derlenen kitaptan bazı küçük notlar düşüncelerimizi destekler yöndedir:  “ Dünyanın hemen her alanda en büyük kafaları bu esrar ve hakikatte insanlık düşmanı ırktan doğmuştur. Sar Bernar gibi eşi görülmemiş bir artist, Wagner gibi bir musiki dehası, Bismark gibi bir politika zekası….Meşhur bir Yahudinin sözü: ‘Bir millette büyük adam ya bir melezdir, ya bir Yahudi…” (s.41)
“….Meşhur Amerikalı milyarder Ford’un , Birinci Cihan Harbinden sonra yazılmış Beynelmilel Yahudi” isimli pek kıymetli  bir eseri vardır. Ford bu eserinde , Tarih boyunca Yahudiyi tekkik eder  ve şu hükmü verir….Sovyet Rusyada Bolşevikliğin temeli atan odur. Birinci Cihan Harbinde Alman felaketinden mesul olan odur. İngiltere’de ise tam bir dünya hakimi mertebesine ermiş, altun kuvveti ile her şeye hükmeder olmuş….rekabet, huzursuzluk ve dengesizlik bakımından milletleri birbirine kışkırtmak faaliyetini idare etmiştir….Yahudi, sayıca pek zayıf olmasına rağmen dünyanın bütün sermaye kaynaklarına sahiptir…..Yahudi,  başlıca araç olarak ticareti kullanır ve  paçavra alım satımından uluslar arası büyük partilere kadar bütün iş alemini sımsıkı elinde tutar…Yahudi…günübirlik küçük başarı ve saman alevi gibi gelip geçen hissi başarıların ağına düşmez….Borsanın keşfine dünya Yahudinin iktisadi yeteneğine müteşekkirdir. Berlin, Paris, Londra, Frankfurt ve Hamburg’da borsa, Yahudi etkisinin hakimiyeti altındadır. İngiltere Bankası, Hollanda Yahudileri sayesinde kurulmuştur. Amsterdam ve Hamburg bankaları teşekküllerini Yahudi etkisine medyumdurlar….Yahudilerin kan kardeşliğinde ve inanışta birbirine bağlı bulunarak Avrupa üzerinde yayılmaları hiçbir ırkın veya topluluğun başarılı olamamadığı uluslar arası bir hal almıştır….” (s..62, 63 , Necip Fazıl Kısakürek, Yahudilik, Masonluk, Dönmelik, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul, 2. Baskı, mart 2008)
­­ 
­­­_______ Dünya devletini gerçekleştirmek için kurulan Bilderberg, CFR (dış ilişkiler konseyi),  Busıness Round Table, Trilateral gibi bazı  uluslararası örgütler, birer Yahudi örgütü olduğu düşüncesini uyandırmaktadır. Bu yönde varsayımlar yürütülmesine neden, örgüt içinde dünya çapında Yahudi işadamları ve bürokratlarının bulunuyor olmasıdır.

Büyük parasal güce ve bu parasal güç ile siyasal güce sahip olan bu örgütlerin amacı  sahip oldukları şirketleri ile dünya çapındaki güçlerini korumaktır.  Sosyalist siyasal inanışa veya kapitalist siyasal inanışa dayalı bir dünya onlar için gerektiğinde sürdürülebilir olabilir.  Bu amaçla gerektiğinde Sosyalist Devletçi bir toplumsal düzeni için de bu örgütlerin destek verdiği görülmüştür.
Gary Allen,  “Gizli Dünya Devleti” adlı kitabında bu görüşü kanıtlamaya çalışır..
Yazar büyük kapitalistlerin ve masonların, ileri gelen zengin bürokratların, burjuva ve soyluların sosyalizme inanan ve sosyalizmin gerçekleşmesi için gizli olarak çaba gösteren güçler olduğunu, bu konudaki düşünceleri nedeni ile  uğrayacağı zararları göze alarak kanıtlamaya çalışmıştır
Bazı Dünya çapında zengin olan, uluslar arası şirketlere sahip olan masonların ve çoğu bilim adamı, avukat, yazar, düşünürlerden oluşan Yahudilerin sosyalizmi savunmaları, bu insanların kişiliklerinden ve yetişme tarzlarından ileri geliyor olabilir. Bu insanların büyük şirketlere sahip olması, büyük mali güçleri ile toplumları etkileri altına almaları, yaşam biçimleri ile onların sol ve sosyalist düşüncelere sahip olmalarına engel değildir. Gizli bir amaç olarak bu siyasal sistemler gerçekleştirmek için çalıştıkları söylenebilir. Bu bir komplo teorisi değildir, ancak komplo teorisi olarak reddedilmelerinin nedeni, uygun toplumsal koşullar ortaya çıkıncaya kadar bu faaliyetlerinin, gizli olarak yapılmasıdır. Bu siyasal amaç, düşünüş ve inanışları uğrunda büyük parasal güçleri ile gizli olarak destek verdiklere tanık olunmuştur. Ancak bir yandan bu gizli amaç ve hedefleri, diğer yandan içinde bulundukları sistemi koruma çabaları uluslar arası çatışma ve savaşların artmasına, iç savaşların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Örgüt, şirket ve toplulukları bulundukları ülke içinde ve dünyada olumsuz davranış biçimlerine iten etken içinde yetişmiş oldukları yüzyıllardan beri gelen “Kültürel Değerlerdir.”


Dergide yayınlanan makalede bu görüş derginin hacmi içerisinde mümkün olduğunca açıklanmıştır: “Siyasal güçleri etkileri altına alacak çok büyük ekonomik güce sahip olan şirketlerin, bu güçlerini ortaya çıkaran çıkarcı tutkulu girişimci-eylem karakter ve doğalarının kökenleri, serbest piyasa ekonomisinin ve sanayi üretiminin de ortaya çıkmasına etken olan, Rönesans hareketleri sonucu Avrupa’da ortaya çıkarak yayılan kültür değişimidir.

Ekonomik güce sahip olan şirketlerin ortaya çıkışı, Ortaçağ toplumlarında kahramanlık, şan ve onur değerlerinin kazanılmasının amaç olması ve bu değerlere sahip olan Aristokrasi ve din adamlarının siyasal güç olarak toplumlara egemen olması nedeni ile mümkün olmamıştır. Parasal kazanç çabalarından çok, şan ve onur uğrunda, mücadele etmek ortaçağ şövalyelik anlayışında yüceltilmiş durumdadır. Yeniçağ ile birlikte kahramanlık idealinin yerine serbest piyasa ekonomisi içinde ekonomik faaliyetlerde bulunarak para kazanma,  zenginleşme çıkar ve tutkusunun toplumsal zenginleşmenin en önemli etkeni olduğu anlayışının ve idealinin yer alması, toplumlarda büyük bir kültür değişimidir. Bu büyük değer değişimine yol açan kişilerin başında da ünlü Rönesans düşünürleri Makyavel, Montesguieu, Vico, Bernard Mandeville, Adam Smith, Hegel…vb gelir.

Albert Hırschman, “Tutkular ve Çıkarlar”, adlı eserinde bu büyük kültür değişimini tüm ayrıntıları ile araştırmıştır:

“İnsanların tutkularını yönlendirerek toplumun faydası için kullanma düşüncesi Vico'nun çağdaşlarından İngiliz Bernard Mandeville tarafından daha detaylı biçimde ortaya konmuştur. "Bırakınız yapsınlar" düşüncesinin öncülerinden sayılan Mandeville, Arılar Masalı’nın çeşitli kısımlarında "becerikli politikacının ustaca yönetiminin bireysel günahları" "toplumsal faydaya" dönüştürmek için" gerekli bir koşul ve bu dönüşümü sağlayacak bir faktör olduğu düşüncesini ileri sürmektedir…..”
“…….“Smith önermeyi daha ikna edici ve kabul edilebilir kılma yolunda çok önemli bir adım atabilmiştir: "Tutku" ve "günah" gibi terimlerin yerine "avantaj" ve "çıkar" gibi daha renksiz terimleri kullanarak Mandevilie'in paradoksunun şok edici sivriliğini yumuşatmıştır.” (s.38. Albert O.Hırschman, Tutkular ve Çıkarlar, Metis Yayınları, 1. Basım Ocak 2008, İstanbul )

     Batı uygarlığının gelişmesinin nedeni olarak; tutkuların, çıkarların ve bu yönde işlenen günahların yüceltilmesine dayanan kültür değişimi olmuştur. Mal ve mülk edinme tutkusunun toplumsal ruha yerleşerek destek görmesi toplumların gelişmesini, büyük bir hız katarak sağlamıştır. Ancak Bilim, teknik ve uygarlığın büyük bir gelişme gösterdiği, bu kültür yapısına sahip dünyada barış ve insani değerlerin gelişmesi, iyi bir toplumsal düzenin kurulması sağlanamamıştır. Birinci ve İkinci Dünya Savaşları ve kendi aralarında birçok küçük savaş, iç savaşlar yaşanmıştır ve günümüzde hala yoğun bir savaş sürmektedir.

       Böyle bir kültürel ruha sahip ekonomik güçlerin karşısına siyasal otoritenin çıkarak toplumsal düzeni sağlaması gerekirken, devleti yönetenler,  ticaret ve sanayi ile uğraşanların ekonomik gücü ile birlikte hareket ederek kendi bulundukları toplumların içinde daha baskıcı otoriter bir yönetim kurmuşlar, dış ülkeler ile ilişkilerinde ise devletin ve kendilerinin zenginleşmesinin emperyalizm ile gerçekleşeceği düşüncesi ile sömürgecilik anlayışına dayanan yönetimler oluşturmuşlardır.
     Devlet bir şirket değildir. Bir devlet ne kadar çok ekonomik olarak şirketlerin gücüne ihtiyaç duysa da şirket gibi, şirketler yararına yönetilemez. Kar ve çıkar anlayışı üzerine kurulu bir toplumda toplumsal barış ve düzen sağlanamaz. Dünyada ve toplumumuzda yeni bir ekonomik ve siyaset kültürü ruhunun oluşturulmasına büyük bir ihtiyaç vardır.”
______Gerçekte insanın içgüdüsünde, altbilincinde tüm canlılarda olduğu gibi “Özveri” duygusu-altbilinci vardır. İnsan özünde çıkarcı, bencil olmayan bir yapıya sahiptir. Bu yapının işlenmesi, geliştirilmesi, bu yönde toplumların Kültürel Değerler oluşturması kolaydır ve insanlığın olumlu geleceği için gereklidir.

İsmail İNCİ,  29/08/2017

























































SAVAŞ EKONOMİSİ VE PANDEMİ EKONOMİSİ-ORTAK NİTELİKLER VE ALINACAK ÖNLEMLER-

  ORTAK VE FARKLI STRATEJİLERİ İLE SAVAŞ EKONOMİSİ VE PANDEMİ EKONOMİSİ (1)        Savaş dönemleri ile Pandemi dönemlerinde ülkelerin iç...