7 Temmuz 2018 Cumartesi

24 HAZİRAN 2018 SEÇİM SONUÇLARININ DEĞERLENDİRİLMESİ




24 HAZİRAN 2018 TARİHİNDE YAPILAN SEÇİM SONUÇLARININ DEĞERLENDİRİLMESİ

     Yüksek Seçim Kurulu (YSK), 24 Haziran Cumhurbaşkanlığı ve 27. Dönem Milletvekilliği seçiminin kesin sonuçlarını 4 Temmuz 2018 günü itibariyle açıkladı. Sonuçlara göre Cumhurbaşkanı Erdoğan 52,59 oy oranı ile Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi'nin ilk cumhurbaşkanı oldu. Erdoğan'ı 30,64 oy oranı ile CHP'nin adayı Muharrem İnce izledi. Geçerli oyların seçime katılan siyasi partilere ve bağımsız adaylara dağılımı ile bu dağılımın oranlarına göre AK Parti toplam 21 milyon 338 bin 693 (yüzde 42,56) oyla parlamentoda 295, CHP 11 milyon 354 bin 190 (yüzde 22,65) oyla 146, MHP 5 milyon 565 bin 331 (yüzde 11,10) oyla 49, HDP 5 milyon 867 bin 302 (yüzde 11,70) oyla 67, İyi Parti 4 milyon 993 bin 479 (yüzde 9,96) oyla 43 milletvekili kazandı.
    Saadet Partisi 672 bin 139 (yüzde 1,34), HÜDA PAR 155 bin 539 (yüzde 0,31), Vatan Partisi 114 bin 872 (yüzde 0,23) oy aldı ve bu oranlarla milletvekili çıkaramadı.
     Açıklanan seçim sonuçları, seçim öncesi yapılan istatistikleri, tahminleri altüst eden sonuçlar olmuştur. Özellikle muhalefetteki partilerin ve kamuoyunun beklemiş oldukları oy oranlarının çok altında kalması büyük hayal kırıklığı yarattı. Çünkü kamuoyundaki beklentiler ve anketler MHP’nin,  kendi içinde ortaya çıkan bölünme ile ve parti olarak AK Parti kimliğine bürünmesi, AK Partinin bütünü ile etkisi ve kontrolü altına girmesi nedeniyle alabileceği oy oranında büyük düşüş yönünde idi. Hatta bu düşüş nedeniyle MHP ‘nin seçim barajı altında kalacağı düşünülmüştü.  MHP ‘nin seçim barajı altında kalarak meclise giremeyeceği düşünüldüğünden çözüm olarak siyasi partilerin ittifaklar kurarak seçime girmesi için seçim yasasında değişiklikler yapılmış ve MHP-AK Partisi İttifakı oluşturulmuştu. MHP’nin seçimlerde alabileceği en yüksek oyun yüzde dördü-beşi geçemeyeceği düşünülüyordu. Buna karşılık MHP’den ayrılarak kurulan İYİ Parti, siyasi yaşamın parlayan yıldızı bir partiydi. İktidar ve özellikle iktidardan destek almakta olan MHP’den görmüş olduğu tüm baskılara rağmen, İYİ Partiye büyük katılımlar oluyor, toplum tarafından büyük bir ilgi ve taktir görüyordu. İYİ Partinin, Türkiye’nin merkezde bir partisi olarak en az yüzde onbeş hatta yüzde yirmi ikilere varan oranlarda oy alacağı, Genel Başkanları Sn. Meral AKŞENER’in Cumhurbaşkanı seçilme olasılığının yüksek olduğuna inanılıyordu.

      CHP’nin Cumhurbaşkanı adayı olarak ilan edilen Sn. Muharrem İNCE ise tüm solu bir araya getirerek büyük bir oy alacağı, birinci turda olmasa da ikinci turda “Millet İttifakının” ve tüm solun oylarını alarak cumhurbaşkanı olmasına kesin gözü ile bakılıyordu.  Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin birinci turunda yapmış olduğu mitinglerde görmüş olduğu ilgiye bakılarak yüzde kırklara varan oy alması ihtimalinden söz ediliyordu. Sayın Muharrem İNCE’nin tüm solu bir araya getirerek alacağı oy, yıllar sonra, rahmetli Bülent ECEVİT’ten sonra ilk kez solun gerçek gücünü göstermesi açısından da önemli bir test olabilecekti.
     Ancak beklenen tahmin, anket ve öngörüler,  seçim sonuçlarının ortaya çıkmasıyla büyük bir düş kırıklığı ile sona ermiştir.
    24 Haziran 2018 seçimlerinin sonuçlarını ortaya çıkaran nedenleri üç ana grupta inceleyebiliriz. 1- İktidar partisinin ve ittifak ettiği partilerin seçim stratejileri ve demokrasi ile uyumlu olmayan seçim çalışmaları 2- Muhalefet partilerinin yapmış oldukları seçim çalışmalarındaki hatalar. 3- Uluslar arası güçlerin seçimler üzerindeki etkileri

1- İktidar partisinin ve ittifak ettiği partilerin seçim stratejileri ve demokrasi ile uyumlu olmayan seçim çalışmaları:
     İktidardaki AK Parti seçim çalışmalarında devletin tüm açık ve örtülü parasal gücünü,  donatım araç ve gereç olanaklarını kendi lehinde ve ittifak ettiği partiler lehine kullanmıştır. Ülkenin tüm basını, medya kuruluşları seçim döneminden önce olduğu gibi seçim döneminde de bütünü ile seçim propagandalarında kendilerine hizmet etmiş, halkı duygusal ve rasyonel olarak yönlendirmiştir.
     AK Partiyi iktidara taşıyan en önemli etken 2001 yılı ekonomik krizi olarak görünmektedir. 2002 seçimlerinden sonra yapılan anketlerde insanlar AK Partiye oy verme nedenleri arasında en çok ekonomiyi işaretlemişlerdir. 2001 ekonomik krizi devlet yönetiminde bir dönüm noktası olmuştur.
     AK Parti iktidarı Mahfi EĞİLMEZ’e göre (Küresel Finans Krizi) bir “ Esnaf İktidarıdır”.  “Türkiye’nin değişimi açısından dünyadaki eğilimden en fazla farklılık gösteren şey esnafın iktidar olması meselesidir. Türkiye’nin içine girmeye çalıştığı Avrupa ailesinde hiçbir ülkede tek başına esnaf iktidarı söz konusu değildir. Ya sermayenin tarafındaki muhafazakârlar ya da emeğin tarafındaki sol partiler siyaset dümenindedir. Dolayısıyla Türkiye’nin ekonomik, sosyal ve kültürel değişimi, aralarına katılmaya çalıştığı gruptan farklı bir yöne doğru hareketlenmiştir.”  
    Ancak Mahfi Eğilmez’in gözlemlemiş olduğu veya teşhis etmiş olduğu gibi AK Parti İktidarı salt bir “Esnaf İktidarı” olmamıştır;  toplumun salt küçük esnafın çıkarlarını temsil eden bu toplumsal katmana dayanan bir parti değildir. Küçük esnaftan çok büyük esnaf tarafından, fabrikatörler, finans kapitalistler kısaca büyük patronlar tarafından her türlü koşul ve şekil altında parasal olarak, maddi ve manevi olarak desteklenen, korunan, büyütülen, yüceltilen bir iktidar olarak ortaya çıkmıştır ve AK Parti de bu toplumsal katmanların çıkarlarını çıkarmış olduğu yasalarla, devletin her türlü olanakları ile korucusu, destekleyicisi olmuştur. Diğer halk tabakaları, işçi, memur, hizmetli, tarım ve hayvancılıkla üretim yaparak toplumu besleyen köylüler de dahil diğer halk kesimleri desteklenmemiş, korunmamış ancak onlardan oy istenmiştir. Bu siyasal anlayış ve strateji  yeni dönem 24 Haziran 2018 Seçimlerinde de devam etmiştir.  Bu gerçeği çok basit gözlemlerle herkes görebilir, tanık olabilir. Hatta görmemek için kör olmak gerekir. Defalarla ekonominin daraldığı dönemlerde esnaf için “Destekleme Kredisi” adı altında düşük faizle veya faizsiz krediler tahsis edilmiştir ama tarım ve hayvancılıkla çalışan köylüler için böyle bir desteklemenin düşüncesi dahi söz konusu olmamıştır.

      2002 yılına kadar, vatandaşın vergileri ile kurulan ve yaşayan devletin bir kurumu olan Türkiye Radyo ve Televizyon Kurumunun (TRT ) özerkliği,  tarafsızlığını ortadan kaldırılarak AK Partinin resmi bir kanalı gibi yayın yapmasına başlatılmasıdır.  Öyle bir “ esnaf iktidarı !” kurulmuştur ki kendileri iktidara son verme kararı almadığı sürece sürecek bir iktidardır.  2008 yılındaki ekonomik krizde Sn. Mahfi Eğilmez “Yani esnaf, önümüzdeki dönemde kendi iktidarına son verecek tek güç olarak görünüyor, “ derken, AK Parti iktidarına devam deniliyordu. Bugün de her ne koşulda olunursa olsun, AK Parti ve İttifak ettiği partiler için devam denilmiş ve devletin her türlü parasal, araç gereç, ,insan kaynağı, propaganda desteği ile birlikte “esnafların!” (Patronların)  bütün olanakları sonuna kadar kullanılarak verilmiştir. Hatta özellikle İYİ Parti’ye doğrudan şiddet ve baskılar yapılarak, OHAL koşullarında seçime gidilmiştir. Tüm bu demokratik olmayan eylem ve davranışlar, halkın gerçek iradesini ortaya koymasını engelleyeceğinden sağlıklı seçimin de olduğunu söylemek olanaksızdır.
     AK Parti ve onu destekleyen güçlerinin bu siyasi anlayışı gelinen son ekonomik koşullar göz önüne alındığında iflas etmiştir. Yüksek kur, yüksek faizler, yüksek enflasyonla birlikte ekonomide ortaya çıkan çıkmaz durum, yanlışlığı kanıtlamaktadır. Baştan yanlış bir bakış açısına dayanan bu siyasi anlayışa rağmen AK Parti iktidarının seçimlerde başarısının diğer etkenlerinden ikincisi aşağıdadır.
2- Muhalefet partilerinin yapmış oldukları seçim çalışmalarındaki hatalar:
     Muhalefet partilerinin, Millet İttifakı olan CHP, İYİ PARTİ ve Saadet Partisinin yapmış olduğu ve Cumhur İttifakının yani AKP ve MHP ‘nin sonuna kadar özellikle seçimin son bir haftası içinde yoğun olarak kullandığı hatalı seçim çalışması, karar ve düşüncesi;  HDP Cumhurbaşkanı adayının seçim çalışmaları katılabilmesi için serbest bırakılması açıklamaları olmuştur.  CHP Cumhurbaşkanı adayı Sn. Muharrem İNCE’nin HDP cumhurbaşkanı adayını cezaevinde ziyareti ayrı bir hatadır. Halkın yüzde doksanı HDP ile PKK’yı özdeş gördüğü ve onu her ne koşul altında olursa olsun olumlu olarak destekleyenleri de PKK’lı terörist olarak görme eğiliminde olduğu bir ortamda bu seçim konuşma ve çalışmaları, etnik milliyetçi teröre duyulan öfke nedeniyle büyük tepki oluşturmuştur. Halkın çoğunluğu,  ülkemizin içinde bulunduğu terör koşullar nedeniyle duygusal tepkilere sahip olduğu için,  konunun hukuki ince ayrıntıları üzerinde durmayacağı düşünülmeliydi. HDP ile ilgili konulara hiç değinilmemiş olmak, bulaşmamak,  uzak olmak seçim çalışmaları için daha doğru seçim kararlar olacaktı.  AK Parti,  bu konudaki toplumsal duygusal duyarlığı büyük bir fırsat olarak değerlendirerek sahip olduğu basın, medya ve tüm iletişim araçları ile büyük bir propagandaya dönüştürmüştür.
     En çok tartışılan konulardan birisi de HDP’nin seçim barajını aşması konusudur:  HDP barajın altında kalırsa Doğudaki tüm oylar ve milletvekilleri AK Partiye gidecektir. Bu yanlış tutum HDP’nin barajı aşmasını sağlamıştır ancak Cumhur ittifakının millet meclisinde çoğunluğu elde etmelerini önleyememiştir. Fakat bu yanlış seçim stratejisi CHP’ye çok oy kaybettirmiştir.  Sn Muharrem İNCE’nin ve Sn.Kemal KILIÇDAROĞLU’nun kendi memleketlerinde bile kendi partilerine oy çıkmamıştır.  Bunun sonucunda milletvekili genel seçimlerinde oy oranı %22,65’te kalmış, yüzde yirmişbeşlere bile yaklaşılamamıştır. Bundan daha kötüsü CHP’nin,  HDP’nin desteklenmesi nedeniyle PKK ile özdeşleştirilmesine, HDP’nin barajı aşmasına neden olduğu için PKK’lı olarak nitelenmesine neden olmuştur.

    Yapılması gereken, doğudaki seçmenlerin oylarının CHP’ye kazandırılması için; HDP ‘nin barajı aşmamasının hiçbir sorun oluşturmayacağı, Kürt oylarının  bu PKK destekçisi partinin üzerine zimmetli  olmadığı, CHP’de Kürt oyları ile seçilecek bölge halkı temsilcilerinin daha iyi hizmet vereceği yönünde seçim çalışmasının yoğun olarak yapılmasıydı.  Burada, HDP’nin barajı aşmasında AK Partinin de büyük suçu vardır. Sahip olduğu büyük parasal ve iletişim gücüne rağmen bu amaç yönünde yeterince propaganda yapmamış, bölge halkını ikna etmeyi becerememiş, HDP’nin aynı oy oranını almasının önüne geçememiştir.  Sonuçta iki zıt parti MHP ve HDP mecliste hemen hemen aynı oy oranları ile yer almıştır. İYİ Parti MHP’den,  ama bir o kadar da AK Parti’den aldığı oylarla meclise girmiştir.
     CHP’nin AK Parti’nin hâlihazırda varolan projelerine karşı yapmış olduğu doğrudan doğruya karşı olan seçim konuşmaları olumlu olmamış, halk yapıcı olarak görmemiştir. Her projenin uygulanabilmesi için gerekli ekonomik zamanlama ve koşulunun olduğu,  yeri ve zamanı gelince gerekli her türlü projenin uygulanmasının ekonominin istikrarı için gerekli olduğu yönündeki açıklamalar, CHP ‘nin bu projelere doğrudan doğruya karşıymış gibi görünümünü önleyebilirdi.
     CHP’nin milletvekili adaylarını belirlerken, kendi içinde delegeler bazında da olsa, kısa bir zaman içinde,  bir ön seçim yapması, uyandıracağı olumlu hava nedeni ile seçimlerde oy oranı üzerinde olumlu etkide bulunabilirdi. 
3- Uluslar arası güçlerin seçimler üzerindeki etkileri:
     Donalt Trump ABD devlet başkanı seçildiğinde ülkenin istihbarat servisi FBI, Rusya’nın seçim kampanyasına müdahale ettiğini söylemiştir. Başkan seçilen Trump Rusya'nın başkanlık seçimindeki rolünün soruşturulmasına önayak olan FBI Başkanı James Comey'i görevden almış, soruşturmayı yürüten özel savcı Robert Mueller'i önlemek için de elinden geleni yapmıştır. Rusya soruşturmasını yürüten Özel Yetkili Savcı Robert Mueller, 13 Rus vatandaşı ile 3 Rus kurumunu "2016'daki başkanlık seçimlerine müdahale etmek" ile suçlamıştır. Büyük Jüri'nin yayınladığı iddianamede, Rus vatandaşlarının ve kurumlarının 2014 yılından başlayarak Amerikan seçim sistemine siber yollarla müdahale etmeye başladıkları ve 8 Kasım 2016'da yapılan başkanlık seçimlerine de müdahale etmek için girişimlerde bulunduklarına dikkat çekilmiştir.
     Uluslar arası büyük güçlere sahip olan ülkeler, dünya üzerindeki güçlerini ve hegemonyalarını kurarak koruyabilmek için, diğer ülkelerin siyasi faaliyetlerine etkide bulunmaktadırlar. Bir ülkeyi kendi istekleri yönünde yönetip yönlendirmenin en kolay yolu,  o ülkenin ileri gelen önde siyasetçilerini ve siyasi partilerini bir şekilde kontrol etmekten, onların yönetimini ele geçirmekten geçer. Dünyanın en büyük gücüne sahip ABD bile bu faaliyetlerden etkilendiği bir dünyadaki siyasi ortamda Türkiye’nin etkilenmemesi olanaksızdır. AK Parti iktidarı ile Rus yönetimi arasında uzun bir süredir paralel bir yapı ortaya çıkmıştır. Türkiye’nin erken seçim sürecine girmesi ve seçim sürecinin işlemesi ile birlikte siyasi çalışmaların dünyadaki bu güçlü ülkelerin etki alanına girdiğini düşünebiliriz. Kamuoyunun beklentileri ve anketlerin sonuçlarının işaret ettiği seçim sonuçları ve bu sonuçların koşullarına rağmen seçimlerin çok farklı sonuçlanması, bu etkileri düşündürmelidir.
     Dr.Aidin Salih “Gerçek Tıp” adını verdiği kitabının “Zihin Kontrolü” bölümünde siber saldırılarla insan oylarının, uzaktan insan zihninin nasıl kontrol edilerek yönlendirildiğini şöyle açıklamaktadır: “Bugün bir bilgisayar, herhangi bir insan beyin faaliyetini çözümleyerek ekrana yansıtabilir, aynı zamanda beyin faaliyetini etkileyecek ve kontrol edecek dalgalar gönderebilir. Geçmişte, bu amaçla insanların kafalarına elektrotlar yerleştirilerek deneyler yapılmıştır. 1960’larda hayvanlar üzerinde yapılan “radyo sinyalleri ile yönlendirme deneyleri” sonradan psikologlar tarafından Vietnam askerlerine uygulanmıştır. Esir askerlerin kafalarına elektrotlar yerleştirilmiş, sonra ellerine bıçaklar verilerek birbirini öldürmeye yönlendirilmiştir. Yıllar sonra başlayan zihin kontrolüyle ilgili bu tür araştırmalar ve deneyler ara vermeden bugüne kadar ulaşmıştır. Ancak bu kaba metodlar yerini artık daha ince metodlara bırakmıştır; günümüzde her şey kablosuz olarak gerçekleştirilmektedir…herhangi bir fikre, belli bir adaya oy vermeye, bir ürüne bağımlılığa ya da başka bir amaç doğrultusunda yönlendirerek beyinleri yönetmek mümkündür….Bilim adamlarına göre, psikotronik ve psikotronik teknoloji, atom bombasından daha tehlikelidir. Onlara göre bu teknoloji, insanlardan her emri yerine getiren “zombiler üretme teknolojisi”dir.  Bu, sadece bir kişiye ya da küçük bir gruba değil, bir etnik gruba veya bir millete karşı kullanılabilecek çapta büyük bir teknolojidir.
     Müslüman olduğu anlaşılan Aidin Salih’e göre de uzaktan zihin kontrolünün etkilerinden korunabilmenin tek yolu ise yüksek dini inanç sahibi olmaktır:” Bu dehşetli araştırmaları yapan bilim adamlarının ortak kanaatine göre Psikotronik ve Psikotronik silahların etkisinden korunabilenler yalnız inanç sahipleridir. İnanan insanı ne hipnoz, ne de elektronik dalga ile kontrol altına almak mümkün değildir. Bu çarpıcı fenomen, bütün araştırmalarda ve denemelerde yalın bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Örneğin bu denemelerden birinde hipnoz altındaki bir adama birisini öldürme emri verilmiş, ancak adam tam bıçağı saplayacakken koluna kramp girmiştir. Demek ki, katil olmayan, etki altında da öldürmez, haramdan kendini koruyan harama yaklaşmaz, yalancı olmayan yalan söylemez, hain olmayan ihanet edemez….”

     Ancak olaylar Aidin Salih’i doğrulamamaktadır. En büyük terör eylemleri, cinayetler, hem de canlı bomba olarak dini inançları yüksek olanlarca yapılmıştır. İslamiyet’in son yarım yüzyıldır terörle anılması bu yüksek dini inancın yolunda insanların birbirini öldürmesi sonucunda ortaya çıkmıştır. Demek ki uzaktan kontrol,  duygusal-ussal dini inançlara dayanan davranışlarla çok daha etkin olarak gerçekleştirilmektedir.
    Ak Parti iktidarı seçim çalışmalarında kullandığı vaatler, stratejik tasarılar bombardımanı diyebileceğimiz yönde açıklamış olduğu projeler ve uygulamaları ile insanların davranışlarını değiştirmeye çalışmıştır.  Bu ussal tasarı ve vaatlerin yanında etnik ayrılıkçı milliyetçi teröre karşı milli duyguları işleyerek, kendi lehinde seçmenin zihninde olumlu düşünceler, canlandırmaya çabalamıştır. Bu davranış değişiklikleri çabaları, uzaktan zihin kontrolü güçlerinin etkileri ile birleştiğinde, seçmenin AK Parti üzerine olumsuz düşüncelerini ortadan kaldıracaktır.

     24 Haziran 2018 seçimlerini uluslar arası güçlerin etkilerinden ayrı değerlendirmemek gerekir.  Ak Parti iktidarında bir Türkiye’ye olumlu bakmayan Batılı ülkelerin ve ABD’nin AK Parti iktidarını niçin engelleyemediğini düşünecek olursak,  sorunun cevabını iki yanıtta bulabiliriz: Birincisi Karşı Zihin Kontrolünde yetersiz kalmaları, başarısız olmaları; ikincisi de AK Parti iktidarında bir Türkiye’nin kendi çıkarları için de çok daha iyi olacağı düşüncesidir. AK Parti ve MHP yönetiminde bir Türkiye’yi kontrol etmek ve yönetmek,  İYİ Parti ve CHP yönetiminde bir Türkiye’den çok daha kolaydır. Çünkü bu partilerin yönetiminde bir Türkiye daha demokratik, daha bağımsız, nesnel (objektif), bilimsel düşünceye dayalı bir ülke olacak, Türkiye’nin gelişmesinin önü açılacaktır.  Ülkelerin zihin kontrolünün dış etkilerinden kendilerini koruyabilmelerinin geçerli yolu,  doğal olarak,  ülkenin elektromanyetik dalgalara karşı koruma şemsiyesi altına alacak teknolojileri geliştirebilmektir. Ancak bu teknolojiye sahip oluncaya kadar Uzaktan Zihin Kontrolünün etkisi altında kalmamanın tek yolu “Yüksek Objektif Bilince-bilişe(Vukuf) sahip olabilmekten geçer. Bu da şeffaflığı, bilgiye kolaylıkla ulaşılabilmeyi, eğitimi, yüksek bilince ulaşmış aydınların çabasını, adil bir seçimi, tarafsız güçlü bir adalet sistemini gerektirir.

SON SÖZ: SEÇİM SONUÇLARININ ORTAYA ÇIKMASI İLE ORTAYA ÇIKAN SİYASİ GELİŞMELER ÜZERİNE
     Seçim sonuçlarının kesinleşmesi ile Cumhurbaşkanlığı Sistemi adı verilen yeni yönetim anlayışı ile Cumhuriyetin Üçüncü büyük sürecine geçilmiş olduğunu düşünebiliriz. Birinci Cumhuriyet dönemi Tek Partili CHP’nin iktidar olduğu cumhuriyetin ilk yıllarıdır. İkinci Cumhuriyet süreci çok partili siyasal yaşamın başladığı 1950 Demokrat Parti iktidarı ile başlayan ve 24 Haziran 2018 yılına kadar gelen süreçtir. Bu tarihten itibaren cumhuriyet Üçüncü yeni bir sürece geçmektedir. Bu sürece ne kadar cumhuriyet denilebilir zaman gösterecektir. Çünkü bu sürece geçiş yılları dahil bugünkü durumu ile sürdürülen yönetim anlayışı 1.Cumhuriyetin katı otoriter yaşamında dahi görülmemiş, adalet, hukuk anlayışı ve sistemi sarsılmamıştır. Halkın karşısında,  demokrasinin ilkelerine aykırı olarak en ufak olumsuz habere, eleştiriye, düşünce ve görüşe tahammülü olmayan, sürekli olarak en küçük olumlu olguları büyük propagandalara dönüştüren bir siyasi anlayış vardır. Hitlerin Propaganda Bakanlığından daha güçlü bir örgütlenme oluşturulmuştur.  Bu süreç monarşik oligarşiye dayalı bir sisteme benzeyebilir ve cumhuriyet yönetim anlayışı sözde ve yazıda kalan bir yönetim biçimi olabilir. Halkı büyüleyerek, aldatarak ve baskı uygulayarak oluşturulan siyasal rejimler toplumları iyi yönlere yöneltmemişlerdir. Burada Putin’in Rusyası, Orta Asya’nın Türk Cumhuriyetlerindeki siyasal rejimlere bir özenti varsa, bu büyük bir yanılgıdır. Bu ülkeler henüz demokratik cumhuriyet yönetimlerine yeni geçen, siyasal kurumlarını oluşturmaya çalışan ülkelerdir. Onlar Türkiye Cumhuriyetine model olamaz, bizim onlara model olmamız, yol göstermemiz gerekir. 
     İçinde bulunduğumuz bu koşullarda,  CHP’nin kendi içinde kırgınlar oluşturacak hareketlerden uzak durarak birlik ve bütünlük içinde olması cumhuriyet idealinin yaşatılması için büyük önem taşır. Muharrem İNCE’nin genel başkan olacağı bir CHP için mücadele edilirken partinin zayıflatılması doğru bir yol değildir. Süreç zaman içinde, CHP’nin genel iradesi ile birlik ve bütünlük içinde gerçekleşebilir.  Ancak CHP genel başkan ve Merkez Yönetim Kurulunun, Parti Meclisinin, Kongre Delegelerinin temel siyasal bakış açısı olarak, toplumsal duyarlığı göz önüne alarak terör konusunda hiçbir şekilde ödün vermeden her türlü kişi örgütlere karşı durması,  uzak durulması büyük önem taşır.

 İsmail İNCİ,  07/07/2018





17 Mayıs 2018 Perşembe

EKONOMİK KRİZLER VE EKONOMİK KRİZLERİN TÜRLERİ









EKONOMİK KRİZLER,  EKONOMİK KRİZLERİN GRUPLANDIRILMASI VE ORTAYA ÇIKIŞ NEDENLERİ


     “Apaçi dağları ötesindeki geniş arazinin ziraata açılması ve pamuk çırçır makinesinin icadı, çiftçiler için eski toprakların verimliliğini daha dikkatli bir ziraat yöntemiyle arttırmaya kalkışmaktansa, verimli topraklara geçmeyi daha karlı hale getirdi.” (s.380, Amerika Tarihi, Allan Nevins-Henry Steele Commager )
     Geçmiş çağların toplumlarını göçe zorlayarak yeni coğrafi bölgeleri keşfetmelerine, yeni yerleşim yerleri kurmasına neden olan en büyük etken, tarım yaptıkları toprakların iklim koşulları nedeniyle veya uzun yıllar kullanılmış olmaları nedeniyle verimliliklerinin sona ermesi, hayvanları için otlak arazilerin azalması veya bitmesi olmuştur.
     Arap ülkelerinin İsrail’e ABD ve bazı Batı Avrupa ülkelerine karşı petrol ambargosu koyması Ekim 1973’ten itibaren, petrol fiyatlarının artması ve arzının azalmasına neden olmuştur. Bu şekilde hissedilen kriz dolayısıyla enflasyon artmış, büyüme hadleri düşmüş ve ödemeler dengesi altüst olmuştur. Dünya ticaret hacminde büyük daralmalar görülmüş ve doğal olarak durgunluk dönemi yaşanmıştır. Bu durgunluk, dünyanın Büyük Bunalım’dan sonra karşılaştığı en büyük durgunluktur.
     “1904, 1907 ve 1921 krizleri kısa sürmüştü. Fakat 1929 neredeyse 10 yıl sürdü…Bu kriz, bir başka bakımdan daha öncekilerden farklıydı. Apaçık biçimde kıtlığın değil bolluğun doğurduğu krizdi. Servetlerin ve malların dağılış sisteminin yıkılışına başka hiçbir depresyonla karşılaştırılamayacak kadar büyük bir kanıt oluşturuyordu…1929 krizini ele alırsak, açıkça çöküşe götüren bazı etkenler vardı. Öncelikle ülkenin üretim kapasitesi tüketim kapasitesinden daha büyüktü. Bunun en önemli bir nedeni milli gelirin büyük bir bölümünün halkın yüzde itibariyle küçük bir bölümüne geçmesi, bunların ellerindekinin de tekrar tasarruf ve yatırıma çevrilmesi, böylece gelirin yeterli derecede, bir bölümünün işçi, çiftçi, memur ve görevlinin eline geçmemesiydi…  ” (s.481- 482, s.380, Amerika Tarihi, Allan Nevins-Henry Steele Commager)
     24 Ekim 1929’da (Kara Perşembe) işlem yapan Hollandalı ve Alman yatırımcılar portföylerini boşaltmaya ve piyasadan çıkmaya başladılar. Böylece borsadaki gerilme daha da hızlandı.
      Ancak borsanın çöküşü birkaç gün sonra 29 Ekim 1929 Salı günü gerçekleşti. “Kara Salı” (Black Tuesday) olarak tarihe geçen o gün, 1929 fiyatlarıyla 4.2 milyar dolarlık bir zarar doğdu. Kısa bir süre içinde 4000 civarında banka iflas etti.
     “Morgan, ünlü borsa işlemcisi James Keene’i, ….yapay hisse yaratmak amacıyla tuttu. Keene, boğa piyasası görünümünü oluşturmak için sahte yatırımcılara büyük miktarda blok alım-satımları yaptı. Bu numara işe yaradı ve birkaç hafta içinde New York Menkul Kıymetler Borsası tarihindeki en aktif işlem gününü yaşadı. “Büyük Çelik’in” piyasaya 38’den sunulan adi hisse senedi neredeyse bir anda 55’e yükseldi. “(s.335, Nikola Tesla, (Bir Dahinin Biyografisi), Marc J.SEIFER )

EKONOMİK KRİZİN TANIMI:
     Kriz, Türkçe’de buhran" ve "bunalım" kelimeleri ile eş anlamlıdır. Kelimenin kökeni Latince ve Yunancaya dayanmaktadır.
     Yukarıda yazının girişinde açıklanan ekonomik olgulardan yararlanarak ekonomik krizin tanımını yapabiliriz. Bu ekonomik olgular üzerinde düşündüğümüzde ekonomik krizi, toplumlarda ortaya çıkan büyük üretim ve tüketim dengelerinde bozulmalar olarak kavrarız.  Üretimde hızlı bir daralma, fiyatlarda düşme, çok sayıda iflas, işsizlikte artma, ücretlerde gerileme, toplumsal gerginlikler ve genel olarak finans sisteminde görülen borsa ve banka sisteminin çökmesi ile ortaya çıkan ekonomik olaylar toplamını ekonomik kriz olarak tanımlayabiliriz.

EKONOMİK KRİZLERİN GRUPLANDIRILMASI:
     Ekonomik krizler araştırılırken değişik iktisatçılar tarafından çok farklı gruplara ayrılarak incelenmektedir. Bazı iktisatçıların ekonomik krizleri ortaya çıkmış oldukları piyasa çeşitlerine göre finans sektörü (döviz, hisse senedi piyasaları, bankacılık sistemi) ve reel sektör (mal, hizmet, emek piyasaları) krizleri olarak gruplandırarak incelemelerini krizlerin ortaya çıkış nedenlerine işaret etmediğinden olumlu bir yol olarak görmüyorum.  Ekonomik krizleri ortaya çıkaran ana nedenlerine göre gruplandırmak daha mantıklı bir yöntemdir. Bu yöntem krizleri anlamamıza ve krizleri önlemek için çözüm yolları bulmamıza yardımcı olacak bir yoldur. 
     Ekonomik krizleri ortaya çıkış nedenlerine göre gruplara ayırmak ekonomik krizlerin ne zaman, nasıl, hangi sektörde ortaya çıkacağı konusunda ileriyi görmemizin de yolunu açar. Ekonomik krizlerin öngörülebilirliği için ekonominin bütün öğelerinin süreçleri içinde, ortaya çıkaran ana nedenleri göz önüne alınarak yakından izlenmelidir. Ekonomik krizler kendilerini fiyatlardaki yüksek artışlar, faiz oranlarında, döviz kurlarındaki aşırı artışlar..vb gibi bazı önemli belirtilerle kendini göstermektedir.
     Ekonomik krizleri yukarıda belirttiğimiz gözlenen örnek ekonomik olgulardan yola çıkarak,  üç ana gruba ayırabiliriz: 1- Gereksinmeleri karşılayan ana ekonomik öğelerin yokluğundan ve yetersizliğinden kaynaklanan ekonomik krizler. 2- Gereksinmeleri karşılayan ürünlerin talep edilenden fazla üretiminden kaynaklanan ekonomik krizler. 3-Finans piyasalarında yatırımcıların haksız kazanç sağlamak eylemlerinden (spekülatif faaliyetlerden) ileri gelen ekonomik krizler.
     Bu gruplar da kendi içinde ayrı alt çeşitleri barındırırlar.

1- Gereksinmeleri karşılayan ana ekonomik öğelerin yokluğundan ve yetersizliğinden kaynaklanan ekonomik krizler:
      19. yüzyılın başına kadar, Avrupa'nın sanayileşmiş ülkeleri, ‘tahıl krizleri’ denilen, çok özel bir "kriz” türü yaşadılar. Kuraklık, yıllık tahıl üretimini hızla düşürüyor ve (eğer ihtiyat stokları yoksa) kıtlığa, açlığa ve öncelikle toplumun en yoksul kesimini etkileyen fiyat artışlarına neden oluyordu. Tarımdan elde edilen gelirin düşmesi, ekonomik faaliyetlerde bir daralmayı beraberinde getiriyor ve bu anlamda bir krizden, bir eksik üretim krizinden söz ediliyordu. Bu kriz ilkel teknolojilerin kullanıldığı tarım topluluklarının özelliğiydi. Bu tür krizler, bugün, yoksul ülkelerin birçoğunda ortaya çıkmaktadır.”(s.18, Bernard Rosier, İktisadi Kriz Kuramları)
     Tarımsal üretimde, gelişen sanayi ile birlikte ileri üretim teknikleri ile tarım yapılmaya başlanılan 19.yüzyılın başlarına kadar yeterli bir üretim sağlanamamaktaydı. 19. Yüzyıldan itibaren tarımda traktör, gübre, sulama teknikleri kullanılması, hastalıklara ve iklim koşullarına dayanıklı tohumlarla ekim yapılması üretimi aşırı arttırmış, tüketim gereksinmeleri yeterli ölçüde karşılanmaya başlanmıştır.
    Ancak sanayileşme ve ileri tarım tekniklerine rağmen tarımda yetersizlikler izlenen yanlış siyasetler sonucu yine de ortaya çıkmaktadır. Bu yetersizlikler özellikle çiftçi maliyetlerinin (gübre, tohum, makine…vb) üretilen tarım ürün fiyatlarının yeterince artmaması veya düşmesi sonucunda karşılanamadığı yıllarda ürünlerin tarlada kalması, imha edilmesi veya üretimine ara verilmesinden ileri gelmektedir.

     Özellikle Gelişme Yolunda Ülkelerde üretimde kullanılan ana mallardan birinin bulunamaması veya yeterince bulunmaması yüksek enflasyona ve ekonomik krizlere neden olmaktadır. 1974 yılında ortaya çıkan petrol krizi buna örnektir. Ekim 1973’ten itibaren, petrol fiyatlarının artması ve arzının azalması, enflasyon sorununu hızlandırmıştır. Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler krizden beraberce etkilenmişlerdir. Etkileri ağır şekilde hissedilen kriz dolayısıyla enflasyon artmış, büyüme hadleri düşmüş ve ödemeler dengesi altüst olmuştur. Dünya ticaret hacminde büyük daralmalar görülmüş ve doğal olarak durgunluk dönemi yaşanmıştır. Bu durgunluk, dünyanın Büyük Bunalım’dan sonra karşılaştığı en büyük durgunluktur.
     Döviz miktarında aşırı azalmalar, Merkez Bankası rezervlerinin erimesi ile ortaya çıkan döviz krizi,  devletlerin kamu açıklarına bağlı olarak ortaya çıkan ekonomik krizlerin bir nedenidir. Kamu açıklarının bulunduğu ülkeler, üretim için yetersiz doğal kaynaklara sahiptirler veya üretimleri gereksinmeleri karşılayacak döviz için yetersiz kalmaktadır. Bu iki yetersizlik kamu açıklarıyla birlikte toplumda arz ve talep dengelerinde büyük sapmalara neden olur. Örneğin 1994 yılının nisan ayında Türk lirası dolar karşısında ciddi değer kaybı yaşamıştı. Merkez bankası bu değer kaybını engelleyebilmek için ciddi miktarda döviz satarak döviz rezervlerinin yarısından fazlasını kaybetti. Bir yıl önce gecelik faiz oranları %70 iken 1994 de bu orana %700’e kadar yükselmişti. Bu dönemde borç dahi alamayacak duruma gelinmişti.  Enflasyon değerleri 66.0 dan 106.3 seviyelerine kadar yükselmiştir.
    ABD’de 1785 yılında ortaya çıkan ekonomik krizin nedeni, hükümeti kamu harcamalarını karşılayamayacak duruma düşüren gelirlerindeki düşüştür. Birleşik Devletlerin iç ve dış borçlarını ödemesi için gereken faiz ondört milyon dolar iken geliri ancak dört yüzbin dolardı. Bu ekonomik olgu, hükümetin kamu harcamalarını karşılayamaması sonucu, yetersiz gelire dayalı ortaya çıkan ekonomik krize örnek bir durumdur.
     Bu tarihte (1875 yılında) Amerika Birleşik Devletinde Ulusal-merkezi hükümet, gereken gümrük tarifelerini tespit etmek ve ticareti düzenlemek için gerekli iktidar ve yetkiye sahip bulunmamaktaydı. Birleşik Devletler hükümetinin Ulusal amaçlar için vergi toplama yetkisi olmadığından sadece bono çıkararak borçlanmalara giderek harcamaları karşılamaya çalıştığından, ülke bu çıkmaz duruma gelmiştir. Para basma yetkisi bulunmadığından alışverişler takas usulü ile yapılmaya başlanmış, bu da devletin gelirlerinin toplanmasına engel bir durum oluşmuştur. Takas usulü ile yürüyen ekonomide, ticareti kolaylaştıran bir araç olan paranın piyasada olmaması nedeni, birçok ürünün tarlada kalmasına neden olmuştur. Bu tarihte Merkezi yönetimin federal yönetimler üzerinde anasayal bir yönetim hakkı bulunmamaktaydı.  1786’da yapılan seçimlerde yedi devletin (eyaletin) yasama meclislerini kağıt para taraftarları ele geçirmiştir.
     Amerika’da 1893 başlayan ekonomik kriz 1895’te Amerika Birleşik Devletini iflas aşamasına getirmiş ve hazinede tek bir altın kalmamıştır. Bu ekonomik krize, yeniçağın yeni üretim gücü “elektrikli motorların” gelişiyor olmasına, elektrik konusunda teknik bilimsel bilgilerdeki şaşırtıcı ilerlemelere  rağmen gelinmiştir.  Bunun nedeni de aşırı israf derecesinde yapılan harcamalar, üretim değeri olmayan yatırım harcamalarından kaynaklandığı görülür: Konser binaları, alışveriş merkezleri, yol ve barajlar…vb. Kurtuluş çaresi olarak Yahudi sermayesine başvuruluyor ve Yahudi düşmanlığının başladığı noktada Amerika Yahudi ekonomik gücünün etkisi altına giriyor.
     “1893 Paniği’nde tahvil sahipleri kağıt para yerine altını güvence altına almış ve darphane tüm rezervlerini tüketmişti. 16 Ocak 1895’e gelindiğinde, ABD borçlarını ödeyememeye birkaç günlük uzaktaydı. Başkan Clevelant, sessizce, zengin bir Yahudi işadamı olan August Belmont’ dan altın rezervlerini güvence altına  almak için Avrupalı Rothshilds ile buluşmasını istedi….. Rothshildler Yahudi idi. Tüm ulusu kurtaranların Yahudi finansörler olması nasıl görünürdü. Bu nedenle ….dürüst bir episkopal olan J.Pierpont Morgan olaya dahil edildi…..Belmont’un yardımıyla Morgan, yabancı altın rezervlerinde 60 milyon doları güvence altına almayı başardı ve böylece ülke tasfiyeden kurtuldu.” (s.  216, Nikola Tesla, Bir Dahinin Biyografisi)
    Dünyadaki kaynakların artan nüfus sonucunda bin yıl sonra da olsa tükeneceği ve tek tanrılı dinlerin mahşer günü olarak adlandırdıkları günün birgün, Büyük Ekonomik Krizle geleceği kaçınılmaz olarak görünmektedir. Şimdiden “Şehirlerdeki milyonlar, gazete başlıklarını sinirli tiklerle okuyup, süpermarketler boşaldığında, yiyeceklerini teraslarda yetiştirmekten bahsediyor ve kıyameti getirecek son yıkımın yaratacağı enkazdan nasıl kurtulacaklarını merak etmekten kendilerini alamıyorlar” (s.12, Alvin TOFFLER, Ekonominin Çöküşü )

2- Gereksinmeleri karşılayan ürünlerin talep edilenden fazla üretiminden kaynaklanan ekonomik krizler.
     Üretim fazlalığı ve talep yetersizliğine dayanan ekonomik krizlerin temel nedenleri,  sanayinin gelişmesine bağlı olarak üretim teknolojilerinde ve üretim yöntemlerindeki gelişmeler sonucunda yapılan aşırı üretimlerdir. Bu aşırı üretim, ekonomik dengelerin serbest çalışan bir piyasada kendiliğinden yerine geleceği düşüncesi ve sadece aşırı kar amaçlı yapılan yatırımlar sonunda gelir dengesizliği ile birlikte talep yetersizliğine neden olmakta, ülke dışı pazarlar bulunulamadığı taktirde işyerlerinin kapanmasına, zincirleme olarak borsa ve bankaların iflasına yol açarak ekonomik krizleri ortaya çıkarmaktadır.
     “İç Savaş ( 1860- 1865) ile 1900 yıllan arasında insan gücünün yerini buhar ve elektrik gücü aldı, ahşap malzemenin yerini demir ve demirin yerini de çelik aldı. (Bessemer işleminden önce demirin çeliğe dönüşmesi günde ancak 3 ile 5 ton arasında yapılırken, şimdi aynı iş 15 dakikada gerçekleştirilebiliyordu.) Artık makineler çelik araçları taşıyabiliyordu. Petrol makineleri yağlayabiliyor, evleri, caddeleri, fabrikaları aydınlatabiliyordu. İnsanlar ve eşyalar demiryollarıyla taşınabiliyor, trenler çelik raylarda buhar gücüyle işletilebiliyordu. Makineler çiftçiliği de değiştirdi… İç Savaş öncesi bir akrelik alanda buğday yetiştirmek için 61 saatlik bir emek gerekirken 1900'lü yıllarda bu 3 saat 19 dakikada başarılabiliyordu. Buz imalatı yiyeceklerin uzun mesafelere bozulmadan taşınmasını sağladığından paketlenmiş et endüstrisi de bu dönemde ortaya çıktı. Buhar gücü tekstil fabrikalarında iplik büken kirmenleri hızlandırdı, dikiş makinelerini çalıştırdı. Buhar da kömürden elde ediliyordu. Hava basıncı ile çalışan matkaplar, artık kömür bölgelerinde toprağın daha derinine inebiliyorlardı. 1860 yılında topraktan 14 milyon ton kömür çıkarılmıştı. Bu sayı 1884 yılında 100 milyon tona ulaşmıştı. Daha fazla kömür daha fazla çelik demekti; çünkü demir kömür fırınlarında çeliğe dönüştürülüyordu. 1880'li yıllarda bir milyon ton çelik üretilirken, 1910'da 25 milyon ton çelik üretilebiliyordu. Giderek buhar gücü de yerini elektrik gücüne bırakmaya başladı. Elektrik telleri için bakır gerekiyordu. 1880'de 30.000 ton bakır üretilirken 1910'da 500. 000 ton bakır üretilebiliyordu…..

      
William McKinley ise, "üretim fazlalıklarımız için yabancı bir pazar yaratmak zorundayız," demişti. Indiana Eyaleti senatörü Albert Beveridge 1897 yılı başlarında şöyle diyordu: "Amerika'daki fabrikalar Amerikalıların kullanabileceklerinin çok daha fazlasını üretiyorlar; Amerika'nın toprağında tüketebileceğimizden çok daha fazlası yetiştiriliyor. Yani kader bizim nasıl bir politika izleyeceğimizi zaten belirlemiş bulunuyor: Dünya ticaretini ele geçirmek zorundayız ve geçireceğiz de." 1898 yılında Dışişleri Bakanlığı şu açıklamayı yapmıştı: Amerikalı işçi ve zanaatkârlarının yıl boyunca işsiz kalmamaları isteniyorsa, her yıl yabancı pazarlarda satmak zorunda olduğumuz ve giderek artan bir imalat fazlalığı ile karşılaşacağımız belli olmuştur. Bu nedenle, atölye ve fabrikalarımızın ürettiklerini tüketecek yabancı pazarın genişletilmesi, yalnızca ticaret adamlarımızın değil, siyasal liderlerimizin de ciddi bir sorunu haline gelmiştir….


     Walter Lafeber, The New Empire (Yeni İmparatorluk) adlı çalışmasında şunları söylemektedir: " 1893 yılına gelindiğinde Amerikan ticareti dünyadaki ülkelerin, İngiltere dışında, hepsini geçmişti. Toprak ürünleri, özellikle tütün, pamuk ve buğday bölgelerindeki refah, hiç kuşkusuz uzun bir süreden beri uluslararası pazarlara şiddetle bağımlı bir hale gelmişti. " (s.317-318-320, ABD Halklarının Tarihi, Howard ZİNN )
      Birleşik Devletler yayılmacılığı konusu üzerinde çalışan tarihçi Julius
Pratt bu ani değişikliği şöyle anlatmaktadır: Bugüne dek banşcı ve antiemperyalist olarak tanınan ve ticaretin özgür bir dünyada gelişmesi gerektiğini savunan bu gazete, Çin'in paylaşılması tehdidi
karşısında inançlarının temellerinden sarsıldığını gördü. Journal of
Conunerce 400.000.000 nüfuslu Çin pazarlarına özgürce ulaşmanın bütün
Amerika'daki fabrikaların üretim fazlalığı sorununu geniş ölçüde çözeceğini
ilan ederek, bundan böyle yalnızca Çin üzerindeki hakların eşit olması gerektiğini
şiddetle savunmakla kalmadı; aynı zamanda hiç çekinmeksizin bir
Panama kanalının açılmasından, Hawaii'nin ele geçirilmesinden ve deniz
kuvvetlerinin silahlandırılmasından bahsetmeye başladı ki bu üç konu daha
önce gazetenin şiddetle muhalefet ettiği konulardı.( s.370-371, ABD Halklarının Tarihi, Howard ZİNN )
     ABD ve tüm dünyayı etkileyen 1929 yılındaki ekonomik kriz, tüm pazar arayışlarına rağmen üretim fazlalığından ve gelir dengesizliliğinden ortaya çıkan bir krizdir. Üretim fazlalığı ve talep yetersizliğine dayanan ekonomik krizlerin temel nedenleri üretim teknik ve yöntemlerindeki yeniliklerdir ile birlikte gelir dağılımında aşırı dengesizliklerdir. İlerleyen teknolojiye bağlı olarak üretim tekniklerine ve yeni üretim yöntemlerine (Seri üretim yönteminin uygulanmasına)  bağlı aşırı üretimle sonuçlanan yatırımlar,  serbest piyasa ekonomisine dayanan aşırı kar amaçlı üretimler sonucu gelir dengesizliği ile birlikte birleşerek talep yetersizliğine neden olmakta, ekonomik sistem ülke dışı pazarlar bulamadığı taktirde işyerlerinin kapanmasına, zincirleme olarak borsa ve bankaların iflasına neden olarak ekonomik krizleri ortaya çıkarmaktadır.
“Her yerde milyonlarca ton yiyecek vardı; fakat bunları nakletmek ve
satmak karlı değildi. Dükkanlar giyecek doluydu; fakat insanların bunları
satın alacak paraları yoktu. Her tarafta insanlar kiralarını ödeyemedikleri
için zorla boşaltılmış çok sayıda ev görülüyordu ve buralardan
çıkarılan insanlar çöplüklerde, mezbeleliklerde yükselen "Hoover Köyleri"
adı takılan kulübelerde yaşıyorlardı.”(s.409. ABD Halklarının Tarihi, Howard ZİNN )

3-Finans piyasalarında yatırımcıların haksız kazanç sağlamak eylemlerinden (Spekülatif faaliyetlerden) ileri gelen ekonomik krizler.
     Önemli bazı ekonomik krizlerin ortaya çıkışı, aşırı kar hırsı ve rekabet sonucu hisse senetleri üzerinde yapılan spekülasyonlarla ortaya çıkmaktadır. Bazı iş adamları, önemli şirketlerin hisselerinin fiyatlarını düşürmek için satışlarının artışını ortaya çıkarırken aynı zamanda düşen hisseleri düşük fiyatlarla almayı tasarlayarak büyük karlar elde etme amacında olmaktadır. Ancak bu girişimler piyasalarda güveni ortadan kaldırınca banka ve şirketlerin iflasları zincirleme olarak başlamakta ve ekonomik krizler ortaya çıkmaktadır. Amerika’daki 1907 ekonomik buhranı bu spekülatif hareketlerin sonucudur. Ünlü fizikçi Nikola Tesla’nın yaşamının, içinde bulunduğu toplumsal tarihin koşulları ile birlikte anlatıldığı kitapta 1907 ekonomik krizi  aşağıdaki gibi anlatılmıştır:

     ““ Ekim ayında tanınmış spekülatör ve Guggenheim Şirketi’nin düşmanı F.Augustus Heinze, elinde bulunan çok sayıdaki United Copper hissesini satmaya başladı. Heinze, bu hisseleri daha düşük fiyattan geri alma hesaplarında yanılmıştı ve bu entrikası borsada düşüş ve bankası Mercantile Trust Company’nin gişelerine  akınla sonuçlandı. Heinze’ın diğer finansal kurumlarla bağlantıları nedeniyle histeri çabuk yayıldı ve 1907 Ekonomik Buhranı başladı…güçlü bankalar krize sadece rezervleri kadar dayanabilirdi. Knickerbocker Trust Company’nin direktörü Charles Barney tabancasını kafasına dayayarak intihar etti. Bu olayın ardından, özellikle  Knickerbocker’a para yatıran on sekiz bin kişi arasında intihar dalgası yaşandı…. Bold’un bankası Lincoln Trust, Knickerbocker, Merkantile ve bir düzine başka banka hafta sonuna kadar iflas etti.” (s.426, Nikola Tesla, (Bir Dahinin Biyografisi), Marc J.SEIFER)
     “ Borsanın çöküşü Morgan ile Ned Harriman arasındaki acı rekabet nedeni ile gerçekleşti….Morgan …Nothern Pacific’in ne pahasına olursa olsun geri alınması için emir verdi…9 Mayıs günü, borsa pay başına 150 dolardan 1000 dolara fırladı.Nipperden hisse alanları panik kapladı, henüz hisselerini tamamen alamamışlardı çünkü Harriman ve Morgan da hisseleri bırakmamıştı. Yatırımcılar, kayıplarını karşılamak için satış yaparken diğer stokların çoğu düştü….Morgan’ın gözbebeği Amerikan Çelik’te bile, pay başına olan 46 dolar sekiz dolara düştü. Çeşitli yatırımcılar  finansal olarak mahvolmuşlardı ve bazılarının bu nedenle intihar ettikleri söyleniyordu.”(s.350-353, Nikola Tesla, (Bir Dahinin Biyografisi), Marc J.SEIFER)
     “ Ekim ayında tanınmış spekülatör ve Guggenheim Şirketi’nin düşmanı F.Augustus Heinze, elinde bulunan çok sayıdaki United Copper hissesini satmaya başladı. Heinze, bu hisseleri daha düşük fiyattan geri alma hesaplarında yanılmıştı ve bu entrikası borsada düşüş ve bankası Mercantile Trust Company’nin gişelerine  akınla sonuçlandı. Heinze’ın diğer finansal kurumlarla bağlantıları nedeniyle histeri çabuk yayıldı ve 1907 Ekonomik Buhranı başladı…güçlü bankalar krize sadece rezervleri kadar dayanabilirdi. Knickerbocker Trust Company’nin direktörü Charles Barney tabancasını kafasına dayayarak intihar etti. Bu olayın ardından, özellikle  Knickerbocker’a para yatıran on sekiz bin kişi arasında intihar dalgası yaşandı. Başkan Theodore Roosevelt Henry Clay Frick  aracılığıyla, Morgan’ın kontrolünde kullanılmak üzere 25 milyon dolar transfer etti. Bu rakam güçlü kurumların kaybına eşit  bir miktar olsa da, Bold’un bankası Lincoln Trust, Knickerbocker, Merkantile ve bir düzine başka banka hafta sonuna kadar iflas etti.” (s.426, Nikola Tesla, (Bir Dahinin Biyografisi), Marc J.SEIFER)
     Serbest kur sistemi, iletişimin gelişmesi, elektronik ortamda işlemlerin yapılmasının gelişmesi, kolaylaşması finans ürünlerinin de işlemleri kolaylaştırmış ve ulusaşırılaştırmıştır. Bunun sonucunda spekülatörler çok daha rahat olarak spekülatif faaliyetlerde bulunarak ülke ekonomileri üzerinde etkide bulunabilmektedir. Üretim yapmadan, çok büyük tutarlarda haksız kazançların elde edilmesi, uluslar arası etkide olan 2008 krizi gibi büyük ekonomik krizlerin ortaya çıkmasına neden olabilmektedir.

     Dergimizin önümüzdeki sayısında da ekonomik krizlerin önlenmesi için alınması gerekli önlemler, çözüm yolları nelerdir konusunu ele alacağım.

KAYNAKLAR:
1- ABD Tarihi, Allan Nevins-Henry Steele Commager, Çev.Halil İNALCIK, 6.Baskı, Mart 2014, Doğu Batı Yayınları10- Tarih
2- Nikola Tesla, (Bir Dahinin Biyografisi), Marc J.SEIFER, Çev. İnci YILMAZLI, 5.Baskı, Ağustos 2015. İnkılap Kitapevi-
3- ABD Halklarının Tarihi, Howard ZİNN, Çev. Sevinç Sayan ÖZER, 1.Baskı, Nisan 2005, İmge Kitapevi Yayınları
4- Alvin TOFFLER, Ekonominin Çöküşü, Çev. Mete AKÇOK, İnsan Yayınları 71-Alternatif Dizi3, Eko Ofset-İstanbul 1991
5- Davut  Ateş, (2010). Küresel ekonomik kriz, devlet ve dış politika. Uluslararası İnsan Bilimleri Dergisi)

İsmail İNCİ,  16/05/2018
 ismailinci60@gmail.com




TAM METNİNİ YAYIMLAMIŞ OLDUĞUM BU MAKALE, BALYALILAR DERNEĞİMİZİN YAYINI OLAN  BALYALILAR (MADEN) DERGİMİZİN NİSAN 2018 SAYISINDA YAYIMLANMIŞTIR.





































7 Şubat 2018 Çarşamba

KAMU AÇIKLARI, ENFLASYON VE FAİZ ARASINDAKİ İLİŞKİLER



KAMU HARCAMALARI İLE ENFLASYON VE FAİZ ARASINDAKİ İLİŞKİLER

       Yayınlanan 2017 Kasım ayı enflasyon rakamlarına göre, Tüketici fiyatları Endeksi (TÜFE) yüzde 1,49 oranında artarak yıllık yüzde 12,98;  Üretici Fiyatları Endeksi (ÜFE) yüzde 2,02 oranında artarak yıllık yüzde 17,30 oranında yükselmiştir. Böylece enflasyon Aralık 2003 tarihinden bu yana en yüksek seviyesine yükselmiş oldu. Yükselen enflasyon ve TL’deki değer kaybı nedeniyle Merkez Bankası 14 Aralıkta faiz oranlarını yarım puan arttırdı.  Fiyatlardaki artış sürekli ve bütün harcama kalemlerinde oldu.
       Fiyatlar genel düzeyindeki sürekli artışa enflasyon adı verilir. Ülkemiz artan bir enflasyon baskısı altında bulunmaktadır.
      Eskiden olduğu gibi günümüzde de,  ülkemizin önemli siyaset ve devlet adamlarının da katıldığı önemli bir tartışma bulunmaktadır:  Yüksek enflasyon mu faizin yükselmesine neden olmaktadır, yoksa yüksek faiz mi enflasyonu yükseltmektedir?  Bu sorunun cevabı olarak iktisatçılar,   faiz ve enflasyonun birbirinin nedeni ve sonucu olmadığını, her iki olayın nedeninin arz ve talepte ortaya çıkan dengesizlikler olduğunu söyleyeceklerdir.

      Mal ve hizmetlere yönelik tüketim talebi miktarı, üretilerek arz edilen miktardan fazlaysa o zaman genel fiyatlar düzeyinde yükselme yani enflasyon ortaya çıkacaktır. Bu enflasyona ‘Talep Enflasyonu’ denir. Talep edilen mal ve hizmetleri üretmek için kullanılan, hammadde halindeki ürün, teknik araç gereç, enerji  ile  üretim faktörü adı verilen kira, ücret, kar, kar payı, faiz, vergi...vb. gibi  yapılan her türlü ödemelerin genel fiyat düzeylerinde ortaya çıkan artışların neden olduğu enflasyona ‘Arz Enflasyonu’ veya ‘Maliyet enflasyonu’ denilir.
      Faizin enflasyon ile ilişkisini belirlemek için maliyet enflasyonu içindeki diğer girdi ve üretim faktörleri ile birlikte enflasyonu yükselten oranına bakmalıdır. Faiz oranı ne kadar yüksek ise diğer etkenlerle birlikte enflasyonu o kadar yükseltecektir.
      Arz(maliyet) enflasyonu ve talep enflasyonunu birbirinden bağımsız değerlendirmemek gerekir. Sonuçta Arz Enflasyonunu ortaya çıkaran girdi ve faktörlerin fiyatları da talebe bağlı olarak yükselmektedir. Faiz de serbest piyasa ekonomisi içinde kendisine duyulan ihtiyaca bağlı olarak yükselip düşer.


     Bütün olarak Enflasyon,  talep ve arz enflasyonuna neden olan ekonomik etken ve olguların bir döngü boyutu içinde birbirleriyle etkileşimi sonucu olarak ortaya çıkar ve ekonomik olguların neden ve sonuçlarını ortaya çıkarmak, enflasyonun döngüsel boyutu içinde ekonomik olayların iyi gözlenmesi ve düşünülmesi ile olanaklı olur.
       Yılın başında 2017 Ekonomik görünüm ile ilgili öngörülerin bazıları şöyledir: “Büyümenin kaynaklarına bakıldığında ise geçen senelerde olduğu gibi iç talep ağırlıklı büyümenin devam ettiği ancak kamu harcamalarının katkısının giderek arttığı görülüyor. Nitekim devletin tüketim harcamaları üçüncü çeyrekte %24 oranında artış gösterdi ve büyümeye 2,8 yüzde puan katkı yaptı….2009 yılında döviz geliri olmayan şirketlerin de dövizle borçlanmasına imkan getirilmesiyle reel sektörün döviz açık pozisyonu hızla artarak 200 milyar doların üzerine çıktı. Türkiye’nin dış borcu da bu dönemde GSYH’ın %50’sine yaklaştı….Kurdaki artışın enflasyonu artıracağı, alım gücünü sınırlayacağı ve tüketici güvenini olumsuz yönde etkilemeye devam edeceği öngörülmüştür. Bu nedenle özel tüketimdeki artışın sınırlı olacağı tahmin edilmektedir. Yatırımların ise artan siyasi belirsizlikler, güvenlik sorunları ve küresel koşulların finansman maliyeti üzerinde yaptığı baskı nedeniyle zayıf seyrine devam etmesi beklenmektedir. Kamu harcamalarının Orta Vadeli Programda öngörüldüğü şekilde gerçekleşeceği varsayılmıştır. Bu durumda büyümeye buradan gelecek katkı 2016 yılına kıyasla daha sınırlı olacaktır.” (Akbank Ekonomik Araştırmalar, 2017 Görünüm)
      2017 yılı başında yapılan öngörülerde de belirtildiği gibi ekonomik büyümemizde kamu yatırımlarının oranı büyüktür.  Ancak ekonomik büyümede kamunun katkısının büyük oranlarda olması kamu açıklarını ortaya çıkarmaktadır. Kamu giderleri, kamunun vergilerle elde etmiş olduğu gelirleri aşarsa Kamu Açığı ortaya çıkar. Kamu kesimi finansman açıkları altı birimin açıkları toplamından oluşmaktadır. Bunlar: Merkezi Hükümet, KİT’ler, Yerel Yönetimler, Döner Sermayeli Kuruluşlar, Sosyal Güvenlik Kuruluşları ve Kamu Fonları.
       Birçok yorumcu özellikle son zamanlarda birçok tüketim malları üzerinde olan yüksek sayılacak vergi artışlarının enflasyonu hızlandıracağını belirtmiştir. Yüksek kamu harcamalarındaki açıkları kapatmak için bir yandan vergilerde artışlara gidilmesi, bir yandan da iç ve dış borçlanmalarla TL ve dövize talebin artması faizlerin yükselmesine neden olmaktadır.  Vergi ve faizlerdeki sürekli artışlar üretim maliyetlerini arttırdığından enflasyonu her yıl daha yüksek oranlarda arttırmaktadır.
      Devletin bütçe açıklarını kapatmak için vergileri arttırması fiyatları arttıracağından enflasyona ve kurlara yükselme yönünde baskı yapacaktır. Vergi artışları kamunun borç düzeyinde azalmalarına neden olabilir ancak enflasyonu düzeltmez, düşürmez. Tam tersine, piyasada maliyetlere etki ettiğinden enflasyonun yükselmesine neden olur.
       Kamunun yapmış olduğu yatırımların iktisadi büyüme açısından özellikle gelişmekte olan ülkelerde önemi büyüktür. Ancak bu yatırımlar, özel yatırımlarda finansman yetersizliğine ve yüksek enflasyona yol açarak tam tersi etkileri de bulunmaktadır. “Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde yaşanan istikrarsız büyüme, yüksek reel faizler, büyük boyutlara ulaşan cari açıklar, bütçe açıkları, aşırı oynak döviz kurları, iç ve dış borç yükü, yüksek enflasyon gibi makroekonomik sorunlar içerisinde kamu kesimi finansman açıklarının önemli bir yeri olduğu kabul edilmektedir. Kamu kesimi finansman açıklarının da kamu harcamalarındaki artıştan kaynaklandığı belirtilmektedir…. ….kamu sektörünün ekonomideki payının büyümesi, kamu harcamalarının giderek daha az verimli alanlara kanalize edilmesine neden olabilmektedir. Böyle bir durum ise iktisadi büyümeyi yavaşlatmakta ve hatta azalmasına varan etkiler yaratabilmektedir.
….. Bu olumsuzluklara ilaveten, siyasal iktidarların popülist amaçlarla uygulamaya koyduğu politikalar da dikkate alındığında, sistemin verimliliği neredeyse ortadan kalkmaktadır (Uzay, 2002: 151). “( Kamu Harcamaları ve Ekonomik Büyüme Arasındaki İlişki Üzerine Ampirik Bir Analiz:1984-2014 Türkiye Örneği, Mensura Koçak, Ali Yasin Kalabak, Hasan Boran, EconWord2015@Torino, 18-20 August, 2015; İRES, Torino, İtaly)
        Serbest Piyasa Ekonomisinin kurallarına göre işleyen piyasalarda faiz oranları ne kendiliğinden artar, ne de yukarıdan alınan kararlarla indirilebilir. Faiz oranlarındaki artış ve düşüş piyasa koşullarında kredi taleplerinin artan miktarına bağlıdır.  Merkez bankasına gelen ticari bankaların ve kamu kurumlarının kredi taleplerine bağlı olarak Merkez bankası, dolaşımdaki para miktarını kısmak amacıyla faiz oranlarını arttırmaktadır. Merkez Bankalarının görevi enflasyonu önlemek olmamak ile birlikte düşük enflasyon ortamında fiyat istikrarını sağlamaktır. Ancak faiz yükseltilip para sıkılırken faiz oranlarındaki yükselişin kendisi bir enflasyon nedeni olmaktadır. Diğer yandan büyümeyi sürdürmek ve ekonomiyi canlı tutmak için yapılan kamudaki verimli verimsiz harcamalar,   kamu harcamalarındaki savurganlık, enflasyonu daha da artırmakta, ekonomiyi kısır bir döngüye sokmaktadır.



       Sanayileşmiş ülkelerle gelişmekte olan ülkelerin ekonomik yapıları farklı olduğundan bütçe açıklarının (genişletici maliye politikalarının)  enflasyon ve döviz kurları üzerine etkileri,  ters yönde gerçekleşmektedir.  Bütçe açıkları “G7 ülkelerinde bütçe açıklarının azaltılmasında kamu harcamalarında yapılacak kesintinin, vergi artışlarına nazaran reel döviz kurunu daha fazla artırdığı bulunmuştur……Kim & Roubini (2008)’de ABD’de 1973- 2004 dönemi için, bütçe açığı (genişletici maliye politikası) şokunun, özel tasarruflarda artış ve yatırım harcamalarında azalmanın etkisiyle cari dengeyi olumlu etkilediği ve reel döviz kurunu düşürdüğü sonucuna ulaşılmıştır.”
     Ancak:” finansal piyasaların derinliğinin fazla olmadığı gelişmekte olan ülkelerde bütçe açıklarının döviz kuru üzerindeki etkileri daha şiddetli bir şekilde görülebilmektedir. Türk ekonomisinde incelenen dönemde bütçe açığının artmasının reel döviz kurunu artırdığını göstermektedir.”  Genel olarak gelişmekte olan ülkelerde kamunun giderek artan kamu açıkları, döviz kurlarını, faizi, enflasyonu arttırmakta, kronik enflasyon da sonuçta ekonomik büyümeyi olumsuz etkilemektedir.
       Gelişmiş ülkelerde, her ülkenin ekonomik yapısının özelliklerine bağlı olarak uygulanan genişletici maliye politikaları (Kamu açıklarına bağlı büyüme modelleri) , genelde gelişmekte olan ülke ekonomilerinde uygulanan genişletici maliye politikaları sonucunda ortaya çıkan sorunlarla karşılaşmamaktadır. Uygulamaya konulan ekonomik kurallar aynı olduğu halde, bu ülkeler arasında ayrı ayrı ekonomik sonuçların ortaya çıkmasının nedenleri olarak şunlar söylenebilir: Gelişmiş ülkelerde, ekonomik koşullarının her dönemlerinde olmamakla birlikte  kamu harcamalarının artışı, özel sektörün üretim ve ihracatını arttırarak döviz girdisini arttırmaktadır. Gelişmekte olan ülkelerde ise, kamu harcamalarının artışı özel sektörün üretimi,  verimliliği ve dış satım gücünü kısa zamanda arttırmamakta, tersine piyasalarda girdi mallarına olan ihtiyaç ve maliyetleri arttırarak,  bir yandan döviz kurlarını yükseltmekte diğer yandan fiyatlar genel düzeyini arttırarak enflasyonun artışına neden olmaktadır. Bu karşılıklı etkide faizlerin de artışı ile enflasyondaki artışın önüne geçilemez duruma gelmekte,  yamaçtan yuvarlanarak büyüyen kartopu örneği gibi enflasyon, döviz, faiz, ücretler, fiyatlar etkileşimi ile hızla büyümektedir.


       Genişletici maliye politikalarına bağlı olarak kamu harcamalarının ekonomik büyüme üzerine olumlu ve olumsuz etkilerinin, gelişmiş ve gelişmekte ülke olsun, her ülkenin içinde bulunduğu kendi özel ekonomik koşullarına bağlı olduğunu söyleyebiliriz. Enflasyonun düşük düzeyde sürdüğü dönemler içinde ve büyümenin, faktörlerin verimliliği sonucu yüksek oranlarda gerçekleştiği dönemler içinde, hükümetlerin merkez bankası kaynaklarını kullanmaları enflasyonu yükseltmeyecektir, çünkü büyümedeki oran kadar piyasalarda artan talep,  nitelikli olarak gerekli sayıda yeterince ürün ile desteklenecektir. Üretimdeki nitelikli artış ihracata da yansıyarak döviz kurlarında artışı engellemiş olacak, ürünlerin fiyatları yükselmeyecek, sonuçta enflasyon yükselişe geçmeyecektir
     Yükselmekte olan enflasyon dönemine girildiğinde,  gerekli nitelikli üretime, verimliliğe dayanmayan, zayıf ekonomilerde kamu harcamaları piyasalarda canlanma sağlamaz, faiz artışları yatırım harcamalarına kaynak sağlamaz, döviz kurundaki artışlar ve kamu harcamalarındaki savurganlık ile birlikte beslendiğinde, enflasyon önlenemez bir yükselişe geçer. Yüksek enflasyonla birlikte, piyasalardaki bozulma, vergi gelirlerindeki yetersizlikler kamu kaynaklarının tükenmesine yol açarak, ekonomik krizlerin ortaya çıkışına zemin hazırlar.
       Düşük faiz, düşük enflasyon ve bu koşullarla uyumlu ekonomik yatırımlarla ekonomik büyüme sürecinde olan bir ülke ekonomisinde,  döviz, faiz ve enflasyonun yükselişine en büyük etken aşırı Kamu Harcamalarıdır.  Kamu harcamalarındaki orantısız artışlar, savurganlık ölçüsündeki verimsiz yatırımlar ve kamu hazinesinin yolsuzluklarla resmi ve özel kişiler tarafından soyulması, harcanması,  kamunun İç ve dış borçlanmalarda yüksek faiz oranlarına bağlı borçlanması, kamu açıklarının borçlanma yanısıra yüksek oranlardaki vergi artışlarıyla finanse edilmesi, piyasa üzerinde genel fiyatlar düzeyinin artmasına neden olur. Artan üretim maliyetleri, ürün fiyatlarının,  işçi ücretlerinin ve paranın ücretinin artışını da etkiler. Artan faiz, yetersiz döviz miktarına bağlı kurlardaki yükseliş enflasyonu yükseltir.
     Yabancı yatırımcıların devlet tahvil ve bonolarına veya sermaye piyasasında hisse alımlarına olan talebi döviz kurunu düşürür.  Döviz kurunun düşmesi fiyatlar genel düzeyinin, en azından yükselmesinin önüne geçer. Bununla birlikte devletin dış borçlanma miktarını ve faiz oranlarını artırır.
     Gelecekteki faiz ve döviz kurunun artacağı şeklinde bir beklentinin kamu harcamaları ve izlenen maliye politikaları ile ortaya çıkması, faiz ve döviz kurlarında yapay yükselmelere de neden olur. Bu yapay, varolan ekonomik koşullardan uzak yükselişler ekonomide dengelerin daha da bozulmasına neden olacaktır. Bu durumlarda merkez bankalarının ilan ettiği resmi faiz oranları ile yapay faiz yükselişleri önlenir.
     Faizin Merkez bankası tarafından alınan resmi rakamlarla düşürülmesi, özellikle beklenen yüksek enflasyon ortamında talep dışında yapay olarak artan faiz oranlarını önlemek için doğru bir karar olabilir, ancak hiçbir zaman dışarıdan müdahale ile faiz oranları belirlenemez.  Merkez Bankası tarafından ekonomik koşullarla ilişkisi olmadan alınacak faiz oranları piyasalarda kısa vadede mümkün olsa da uzun vadede faizlerin doğal düzeyine gelmesine engel olunamaz. Faiz ve enflasyonun yükselişine etken kamu harcamalarındaki artış,  her türlü şekliyle iç ve dış borçlanmadaki artış ve bağlı olarak vergilerdeki artıştır.
   İç borçlar yurt içi piyasalardan sağlandığından vadeleri ve ödeme şartlarına ilişkin koşullar dış borçlara göre daha kolaylıkla belirlenebilmektedir. Bu nedenle devletler çoğunlukla iç borçlanmayı tercih ederler Merkez bankası, ticari bankalar ve özel kişi ve kurumlar kamu iç borçlanmasının temel kaynakları arasındadır.


     İç borçlanmanın koşulları daha uygundur ancak kamunun bu borçlanması,  bir yandan faizlerin yükselmesine neden olmakta, diğer yandan yerli piyasaların verimliliğini düşürmekte, üretim yapamaz duruma getirmektedir. Bu sonucun nedeni, şirketlerin yatırım ve üretim yerine faiz ile gelir sağlama yoluna gitmeleri, küçük faaliyetler ile varlıklarını sürdürmeleridir. Şirketler ihracata dönük, büyük ve gelişmiş teknolojilerle üretim yapan yatırımlara yönelmemektedirler. Bazı şirketler ise devletin savurganlık boyutlarına varan ihalelerinden aldıkları paralarla gelirlerini tamamlayarak, daha verimli ve üretken alanlara yatırım yapmadan ekonomik hayatlarını sürdürmeyi tercih etmektedirler. İhalelerde yaşanan usulsüzlükler ise kamu açıklarını daha da arttırmaktadır.
     “….özellikle kamu sektörünün genel ekonomideki büyüklüğüne vurgu yapılarak kamu sektörünün genel ekonomideki payı küçük olduğu ölçüde, borçlanmanın ve dolayısıyla dışlama etkisinin az olacağı dışlama etkisinin özellikle kamu sektörünün büyük olduğu ekonomilerde söz konusu olacağı belirtilmektedir. Buna göre, büyük kamu sektörünün hem borçlanma ile hem de vergilerle özel sektör yatırımları üzerinde bir dışlamaya neden olacağı ileri sürülmektedir (Dar, AmirKhalkhali, 2002: 690).”
     Kamunun iç piyasa borçlanma kaynaklarından en önemlisi olarak ticari bankalardan borçlanma yoluna gitmesi, piyasa faiz oranlarını arttıracaktır. Yüksek faizlerle verilen borçların devletten tahsil edilmesi ile elde edilen gelir, gelişmiş ülkelerde olduğu gibi ihracata yönelik verimli yatırımlara dönüştürülemediği için kamu borçlanması döviz, faiz, artan maliyetlere bağlı olarak genel fiyat ve ücretler düzeylerinin artmasına neden olmakta sonuçta enflasyon hızla yükselmektedir.


     Yüksek enflasyon ortamında bazı kişi ve firmalarda devletin yüksek faiz ödemeleri ile toplandığı düşünülen sermayenin gerçek büyüklüğü, artan döviz, faiz ve fiyatlar düzeyinde değer yitirdiği, sermaye değerini hızla kaybettiği için önemli bir sermaye birikimine neden olduğu görülmemektedir. Birikim olduğu düşünülen bu sermaye ile yüksek ve dengesiz bir piyasa ortamında yatırım yapma olanağı bulunmadığından, bu sermayeler de verimsiz olarak boşa tüketilmektedir. Diğer önemli bir sonuç, yüksek enflasyon ile birikim sağlanıldığı düşünülen sermayeye sahip olan kişi ve firmaların yatırım, üretim, ihracat yetenek ve beceriye sahip kişiler durumunda bulunmamalarıdır. Bu yeteneksiz ve beceriksiz ellerde toplanan para lüks tüketimlere, kişisel harcamalara gidilerek yok edilmekte, çok büyük toplum kesimleri zorunlu ihtiyaçlarını karşılamakta zorlanmakta, toplumun verimli üretim yapacak yetenekleri köreltilmektedir.
    1980-2000’li yıllar boyunca uzun bir tarih yüksek enflasyonla büyüme bilinçli olarak sürdürülmüş, sermaye birikimi ile yüksek enflasyonla büyünebileceği inancı ile büyük emek, sermaye ve zaman kaybına, toplumsal kargaşa ve huzursuzluklara neden olunmuştur.
     Bugün de benzer şekilde,  piyasalara koruma amaçlı müdahalelerle ekonomik kalkınma sağlanacağı düşüncesi ile zaman, emek ve sermaye harcanması yapılmakta, büyük bir kamu savurganlığına yol açılarak, gün geçtikçe yüksek enflasyon ve toplumsal dengesizliklere sürüklenilmektedir.
      Faizler kendiliğinden yükselmez. Paranın ücretinin yükselmesinin diğer bir deyimle faizlerin yükselmesinin ana nedeni, yetersiz gelir durumunda ihtiyaçları karşılamak, yatırım yapmak, en önemlisi de ödenmesi gereken borçların ödenmesi zorunluluk hallerinde paraya ihtiyaç duyulmasıdır. Bu zorunluluk hallerinde paraya duyulan talebin şiddetine ve toplumda bu talebi karşılayacak para miktarına bağlı olarak paranın kira geliri de artar. Toplumda Parayı faiz ile talep edenler, paranın en büyük müşterileri işadamları ve devletlerdir.  Toplumun büyük çoğunluğu yüksek faiz ile para alacağına, geçimlerini aldıkları ücretlerle sağlamayı tercih ederler. Kamu bütçe açıklarında ortaya çıkan azalmalar, iç piyasalardan borçlanma talebini azaltarak faizler üzerinde düşürücü etkide bulunurken,  dış piyasalardan borç verilebilir fonlara da talebi azaltarak döviz kurunun düşmesine etkide bulunacaktır. Sonuçta enflasyon döngüsünü yükselten iki ana etken etkisiz duruma gelecektir.
     Kamu yatırım ve harcamalarından doğan verimsizlik, savurganlık ve bütçe dengelerinin önemsenmemesi; yüksek faizlerle borçlanma arayışlarının ve temel kamusal görevlerini yerine getirebilmek için halkın üzerindeki vergi yükünün arttırılması ekonomik faaliyetlerinin en sonunda devletin zorunlu hizmetleri için gerekli mali kaynakları sağlayamaması;  iflasını açıklamak zorunda kalması ile büyük bir ekonomik krizin ortaya çıkmasına neden olmaktadır.
      Devletlerin zorunlu hizmetleri için harcamalarının kaynağı olan vergilerden elde edeceği gelirlerin artması, kişi ve şirketlerin gelirlerinin artmasına ile mümkündür. Kişi ve şirketler üzerinden alınan vergi miktarlarının, devletin artan harcamalarına göre, kişi ve şirketlerin gelirleri düşünülmeden arttırılması fiyatlar genel düzeyinde olumsuz etkilere neden olur. Özel sektördeki verim artışı ve kişilerin zenginleşmesi, devlete ödenecek vergi miktarında artışları getirerek,  devlet bütçesindeki açıkların kendiliğinden kapanmasını sağlar.  Özel sektörün verimliliğindeki artış fiyatlar düzeyinde, maliyetlerdeki düşüş nedeniyle düşüşe neden olacaktır. Verimsiz ve devlet olanakları ile desteklenen özel sektör hem devletin gelirleri için eksiklik hem de israftır.
      Sonuç olarak enflasyon kısır döngüsüne girmemek için kamu açıklarının yüksek iç ve dış borçlanmalarla, yüksek vergilerle karşılanma yoluna gidilmemesi, kamu harcamalarında verimliliğin esas alındığı sıkı bir parasal denetim ve disiplinin sağlanması hükümetlerin en önemli yapacağı görev olarak görülmektedir.

KAYNAKLAR:
1- Kamu Harcamaları ve Ekonomik Büyüme Arasındaki İlişki Üzerine Ampirik Bir Analiz:1984-2014 Türkiye Örneği, Mensura Koçak, Ali Yasin Kalabak, Hasan Boran, EconWord2015@Torino, 18-20 August, 2015; İRES, Torino, İtaly)

2- Kamu İç Borçlanmasının Büyüme, Faiz ve Enflasyon Oranı Üzerindeki Etkileri, Elektronik   Sosyal Bilimler Dergisi, Yaz-2008 C.7 S.25 (170-196) ISSN:1304-0278,
 Yrd.Doç.Dr. Murat DEMİR - Yrd.Doç.Dr. Ersan SEVER, Harran Üniversitesi, İ.İ.B.F Maliye Bölümü

3- Kamu Açıkları ile Enflasyon arasındaki İlişkinin Analizi ve Değerlendirilmesi, Haydar Lütfü Ejder, Gazi Üniv., İ.İ.B.F Dergisi 3/2002, 189-208)

4- Borçlanmanın Enflasyona Etkisi
Üzerine Teorik Yaklaşımların Temel Özellikleri, Yrd.Dç. İbrahim Halil SUGÖZÜ- Yrd.Dç.Mehmet YİYİT, Maliye Dergisi , Sayı 158 , Ocak-Haziran 2010)


İsmail İNCİ,  07/02/2018


                     
         ORJİNAL METNİNİ YUKARIDA YAYIMLADIĞIMIZ BU MAKALEMİZ BALYALILAR DERGİMİZİN OCAK 2018 SAYISINDA  YAYIMLANMIŞTIR.

     
             



       











SAVAŞ EKONOMİSİ VE PANDEMİ EKONOMİSİ-ORTAK NİTELİKLER VE ALINACAK ÖNLEMLER-

  ORTAK VE FARKLI STRATEJİLERİ İLE SAVAŞ EKONOMİSİ VE PANDEMİ EKONOMİSİ (1)        Savaş dönemleri ile Pandemi dönemlerinde ülkelerin iç...