16 Mayıs 2021 Pazar

ÇEVRE EKONOMİSİ-2- 19. VE 20. YÜZYILDA EKONOMİNİN GELİŞİMİ VE ÇEVRE EKONOMİSİNİN ORTAYA ÇIKIŞ KOŞULLARI


ÇEVRE EKONOMİSİ (2)

 19. VE 20. YÜZYILDA EKONOMİNİN GELİŞİMİ, ÇEVRE EKONOMİSİNİN DOĞUŞU VE İLKELERİ

      İnsanın yaşaması ve uygarlığını sürdürebilmesi için gerekli olan yeraltı ve yer üstü kaynakları dünyada sınırsız değildir. Petrol, kömür, bakır, krom ..vb gibi madenler, yaşamak için zorunlu olan su ve hatta temiz havanın dünyadaki stok kaynaklarının tükenmesi, bugünkü yoğun sanayi üretimi ve savurgan tüketime dayanan ekonomik anlayış sürdürülürse tükenmesi uzun yıllar almayacaktır. Dünya nüfusu bugün aşağı yukarı günde yüzbin kişi olmak üzere hızla artmaktadır. Dünya üzerinde bu büyük hızla artan nüfusu barındıracak, insanın yaşamını sürdürmesini sağlayacak yeni kaynakların olduğu yeni keşfedilecek ülkeler, kara parçaları, kıtalar artık yoktur. En son Avrupalılar, yeni keşfettikleri Güney ve Kuzey Amerika’ya, Avustralya’ya, Afrika’nın bazı bölgelerine (Güney Afrika gibi) yerleşerek büyük bir nüfus hareketi oluşturdular.

     20. Yüzyıl başlarına kadar insanlar nüfus artışını, azalan gıda kaynaklarını, üretim için gerekli yer altı ve yer üstü kaynaklarını kendilerine sorun etmemişlerdir. Çünkü bu sorunları aşmak için dünyada yeni keşfedilecek yerler olduğu düşünülmüştür. Bu tarihten sonra dünyada artık gidilecek, keşfedilecek yeni kıtaların olmadığı görülmüştür. Büyük kitleler halinde göç ederek yeni kaynakların, ihtiyaç maddelerinin bulunduğu ülkelere yerleşme çağı bir daha geri gelmemek üzere sona ermiştir. Uzayı tanıma ve uzaya açılma ile ilgili yapılan çalışmalar sonucu, dünya dışındaki gezegenlere göç ederek yerleşme ve yeni kaynaklara ulaşma bir çözüm olarak düşünülebilir. Ancak bu çözüm düşüncesinin gerçekleştirilmesi Arthur C.Clarke’ın da düşündüğü gibi o kadar kolay değildir: “Hiç bir uzaya çıkış bu korkunç çoğalmaya [Nüfus artışına, iktisadi kaynakların azalışına kısa zaman içinde]  çare olamayacaktır. Bütün milletlerin milli savunma bütçeleri birleştirilse bile, bu para bugünkü teknikle günde ancak on kişinin Ay'a gönderilmesi için gerekli masrafı karşılayabilir. Uzay ulaşımı bu kadar pahalı olmasaydı dahi, pek fazla işe yaramayacaktı, çünkü hiç bir gezegen yoktur ki, üzerinde insanlar karmaşık ve pahalı teknik düzenler olmaksızın yaşayıp çalışabilsinler.” (s. 71, Geleceğin Çehresi, Arthur C.Clarke)



     19. yüzyılda başlayan ve 20.yüzyılda devam eden sanayide büyük gelişmelere bağlı olarak, insanın fiziksel emek gücüne dayalı olarak yapılan üretim faaliyetlerinin, önce kömürden elde edilen buhar enerjisi, sonrasında petrol enerjisi ve elektrik enerjisi ile çalışan makinelerle sistemli ve örgütlenmiş olarak çok hızlı ve kitleler halinde yapılması, nüfus artışı ile birlikte dünyada kaynakların tüketilmesini inanılmaz boyutlarda arttırmıştır. Dünya üzerinde 21.Yüzyılda çevreyi, ekolojik sistemi, ekonomik dengeleri, sonuçta dünyadaki yaşam dengesini bozan bu sonuca, hangi ekonomik gelişmelerin zorunlu kıldığı süreçle gelindiğini iyi anlamamız gerekir. 

  

19. VE 20. YÜZYILDA EKONOMİNİN GELİŞİM SÜRECİ: 

    Değişik alanlarda birçok bilim ve sanat sahibi insanı bünyesinde barındıran kentsel yaşam; üretimin çeşitlenerek artmasını, mal ve hizmet ürünlerinin artışına bağlı olarak ticaretin ve rekabetin artmasını ve buna bağlı olarak bilimin, teknolojinin, sanatların ve mesleklerin gelişmesini sağlayan bir iç mekanizmaya sahiptir. Kırsal yaşamda değişik sanatlara, bilimsel yeteneklere sahip nüfus bulunmadığından,  sanat ve yetenekler sadece tarım ve hayvancılıkla sınırlı kalmakta, kentlerin sahip olduğu bu iç mekanizma bulunmamaktadır. Kentsel yaşamda çok değişik türdeki ürünlerin varlığı ve gelişimi ticareti, rekabeti ortaya çıkarır ve hızlandırır; yeniden değişik türde sanat ürünlerinin, mesleklerin, bilgi ve tekniklerin ortaya çıkmasına neden olur. Değişik ve bol ürün ile insanların çeşitli hazlarına hitap eden kentler bu yaşama ortamları ile nüfuslarının da hızla artmasına neden olur. Kentlerin iç mekanizmasındaki yaşama koşulları ve rekabet, bilim ve sanat sahiplerini sürekli kendilerini yenilemeye, ürünlerini farklılaştırmaya ve yeni ürün ortaya çıkarmaya; yeni ürün ile birlikte yeni istekler yaratmaya ve ürünlerinin üretim miktarlarını azami hacimlerde arttırmaya yöneltir. Ünlü sosyolog Georg Simmel kentlerin bu niteliklerini, kırsal yaşamla arasındaki farklılıkları zengin gözlemleri, iç ve dış deneyimleriyle çok belirgin olarak yazmıştır: ” Metropol, ayrımcı bir yaratık olan insandan kırsal yaşamın yaptığından farklı bir miktar bilinçlilik çıkartır. Kırda, yaşamın ritmi ve duyusal zihin hayalgücü çok daha yavaş, çok daha alışılmış ve çok daha düzgün akar… Kasaba[kırsal] yaşantısının ilişkileri, zihnin çok daha bilinçsiz tabakalarında köklenmişlerdir ve en rahat, müdahale edilmeyen alışkanlıkların sarsıntısız ritminde büyürler… hiç kuşkusuz binlerce bireysel değişkeni bulunan anakent tipi insan, köklerinden koparacak dışsal çevresinin akımlarından ve aykırılıklarından kendisini koruyacak bir organ geliştirmiş olur. Yüreği yerine beyniyle tepki verir. Bu sayede, yükseltilmiş bir kavrayış, zihinsel ayrıcalık kazanmış olur. Bu durumda da metropol[anakent] yaşantısı, metropol insanında, yükseltilmiş bir kavrayışı ve aklın üstünlüğünü ön plana çıkartmış olur…

     Kentler düşünceyi kışkırtarak, yeni fikirlerin, düşünce sistemlerinin, sanatın; bağlı olarak bilim ve teknolojinin gelişmesini sağlar.

“Kentler her şeyden önce en üst düzeyde işbölümünün mekânıdırlar. …Kent, genişlemesinin ölçüsünde işbölümünde giderek daha çok belirleyici koşullar önerir. Hacmi dolayısıyla büyük oranda bölünmüş bir hizmet çeşitliliği soğurabilen bir çevre önerir. Bireylerin yoğunlaşması ve müşteriler için mücadele etmesi, aynı zamanda bireyi, bir başkasının çabucak, yerini alamayacağı bir işlev konusunda uzmanlaşmaya zorlar. Kent yaşamının, yaşamak için doğayla yapılan mücadeleyi, doğa tarafından değil de, kazanmak için diğer insanlar tarafından sağlanan insanlararası bir mücadeleye dönüştürdüğü belirgindir……Metropol [Anakent], insana rol belirleyen bu her iki yolun gelişmesi için bize fırsat ve dürtü olarak beyan edilen özel koşulları sunar. Aynı zamanda bu koşullar, zihinsel varoluşun tahmin edilemez anlamlarına gebe, eşsiz bir yer kazanırlar.” (Georg Simmel, Metropol ve Zihinsel Yaşam, Cogito Dergisi, Sayı: 8, Yaz 1996, s.82-88-89, Çev. Bahar Öcal Düzgören)

     Kentsel yerleşimdeki insanlar, diğer insanların uzmanlaşmış oldukları alanlardaki değişik ürünlerinden yararlanabilmek için, kendileri de yeni bir uzmanlık alanı ürünü geliştirmek ve bunun için sürekli bir arayışa ve mücadeleye girmek zorundadır. Kent yaşamında bulunan insan kırsal yaşamda olduğu gibi, sadece kendine ve ailesine yaşamak için yetecek; temel gıda, giyim ve barınma ile ilgili gereksinmelerini karşılayacak üretim faaliyetlerinde bulunmaz ve bulunamaz. O daha çok mutlaka ticari, alışveriş ilişkisine gireceği, kırsal alanlarda dahil olmak üzere birçok kişiye uzmanlaşmış olduğu en az bir dalda mal ve ürün bularak üretmek zorundadır. Kentsel yaşamda bu karşılıklı üretim mücadelesi üretimin çeşitlenmesini, toplumun zenginleşmesini sağlar. Bu zenginleşme ve refah kent yaşamını çekici hale getirdiğinden kentte yaşamak isteyenlerin sayısı, kentlerin giderek büyümesine ve nüfuslarının artmasına neden olur.

      Kentlerin, anakentlerin (metropollerin, megakentlerin) uygarlık tarihinin gelişmesindeki rolü, kendi içindeki mücadele olduğu kadar, özellikle tarihte ilk ortaya çıktıkları çağlarda önce vahşi doğaya karşı verdikleri mücadele, sonrasında vahşi doğayla birlikte kentlerin kendi aralarında vermiş oldukları var olma mücadelesidir.

     Kentsel uygarlığın ortaya koyduğu, özellikle19.yüzyılın son çeyreğinden başlayarak içinde bulunduğumuz 21.yüzyıla kadar üretim hacmi,  üretim teknoloji ve yöntemlerindeki gelişmelerle giderek artmıştır. Geçmiş çağlarda da (antik çağ, ortaçağ, yeniçağ) kentlerde giderek artan üretim ve tüketime dayalı bir ekonomik sistem vardır, ancak bu artış hiçbir zaman son iki yüzyıl içindeki kadar olmamıştır. İnsanın fiziksel emek gücüne dayalı üretim faaliyetlerinin, gelişmelere bağlı olarak kömürden elde edilen buhar enerjisi, sonrasında petrol enerjisi ve elektrik enerjisi..vb ile çalışan makinelere dayalı  teknolojilerle yapılması,  üretimi ve üretilen ürünlerin ticaretini  aşırı geliştirmiş, bu gelişmeler de aşırı tüketimi zorunlulaştırarak, kitlesel “tüketim ekonomisini” ortaya çıkarmıştır. Toplumlar tüketim toplumu temelinde biçimlenmek zorundadır. Çünkü üretilen ürünlerin tüketilmemesi, üretim faaliyetinde bulunan tüm şirket ve çalışanları işsiz bırakarak, üretimi sonlandırarak ekonomik krizleri ortaya çıkarmaktadır. Bu ekonomik sistem, aşırı serbest piyasa ekonomisi veya tüketim ekonomisi adı verilen ekonomik sistemdir.   “…Büyüyen oranda sermayenin karlılıkla yatırıma ayrılabilmesi gerekir ve bu da, büyüyen oranda bir meta ve ticari hizmet akışının tüketimini gerektirir. Dolayısıyla nüfusu,  ihtiyaçlarını azami tüketimle tatmin etmeye yöneltmek ve azami meta tüketimi ihtiyacını kışkırtmak gerekir.” (s.125, Andre Gorz, Kapitalizm, Sosyalizm, Ekoloji)

     Alan Dürning’e göre (s.16, Alan Dürning, Tüketim Toplumu ve Dünyanın Geleceği): “Doların bu günkü değeriyle ölçüldüğünde, dünyadaki insanların 1950'den bu yana, daha önceki tüm nesillerin tükettiği kadar mal ve hizmet”, tüketmiş olduğu görülür.


 
 

Ekonomik sistemin ürettiği aşırı ürünün satılarak tüketilmemesi ticari ve ekonomik krizleri ortaya çıkarır. Aşırı üretimle gelen bunalımlar, megakentlerin oluştuğu salt çağdaş sanayi toplumlarında görülen bunalımlar değildir. Kentlerin büyüyerek geliştiği bütün zamanlarda ortaya çıkmıştır. Yüzyılların yaşam pratiği ile edinilmiş olan ekonomik krizlerin aşılması güdüsü, sanatkârları, üreticileri kendiliğinden harekete geçirerek yeni türde ürünler üretmeye, yeni sanatlar bularak geliştirmeye yöneltmiş, bu suretle yeni talep yaratılarak ekonomik krizler aşılmıştır.

    Günümüz megakentlerinde, aşırı üretimin ekonomik krizlere neden olmaması için, geçmiş çağlara göre çok daha kısa sürede, çok daha hızlı olarak üretimde sürekli yenilikler, geliştirmeler yapılması zorunluluğu vardır. Yeni iş alanları ortaya çıkarılırken,  bazı meslekler, iş alanları yok olacaktır. Diğer yandan büyük tanıtımlarla, kitlesel tüketim teşvik edilerek toplumda talep kışkırtılmalıdır. Aynı zamanda uluslararası ticaret geliştirilerek yeni pazarlar, sömürgeler bulunmalıdır. Çağımızın bu ekonomik sistemini Alan Dürning şöyle yazmaktadır: “…eğer kimse bir şey satın almazsa kimse bir şey satmaz ve kimse bir şey satmazsa, kimse çalışmaz. Böylece, tüketici ekonomisinde, bir başka deyişle gayri safı milli hasılanın üçte ikisinin tüketici harcamalarından oluştuğu bir ekonomide, borsadaki servetlerden ulusal ekonomi politikalarına kadar her şey "tüketicinin güveni" ve “satın alma planları" anketlerine dayanmaktadır. Eğer bu "tüket ya da kaybet" görüşü doğruysa, bireysel olarak ya da toplu halde tüketimimizi kasıtlı olarak azaltmak, kendi kendine zarar veren bir davranış biçimi

olacaktır; örneğin, araba kullanımını yarıya indirmemiz, benzin istasyonu çalışanlarının ve bunun yanı sıra araba teknisyenlerinin, otomotiv işçilerinin, tekerlek fabrikası işçilerinin, otomobil sigortası acentelerinin ve araba yatırım uzmanlarının yarısını işlerinden edecektir. Ekonomide dalga dalga yayılan bu işsizliklerin şoku, Büyük Kriz'in bir tekrarı ile sonuçlanabilecek olan, bunların dışındaki diğer iş kayıplarının oluşturduğu bir zincir reaksiyona sebep olabilir. Eğer biz tüketiciler, hazır gıda, araba ve tek kullanımlık ürünleri kullanmaktan vazgeçersek, orta gelirlilerin ve yoksulların ürettiklerinin daha azına ihtiyaç duyacağız. Endüstri ülkelerinin azalan talebi, yoksul memleketleri mahrumiyet içinde yolda bırakacaktır. Ellerindeki her şeyi tüketicilerin kendi hammadde ihracatlarına karşı durmadan artan iştahı üzerine oynayan gelişmekte olan ülkeler, geri dönüşü olmayan bir düşüşe başlayacaklardır.” (s.51, Alan Dürning, Tüketim Toplumu ve Dünyanın Geleceği) 

      Tüketim ekonomisi yirmi birinci yüzyılda o kadar büyük ve şiddetli bir artış döngüsüne girmiştir ki, toplumda toplam talebi, tüketimi arttırmak amacı ile insan hazzının en uç, dokunulmayan isteklerine  hitap etmeye başlamıştır. Bu girişimler toplumsal ahlakı, yasaları ortadan kaldırmaya başlayarak toplumda adaleti, güvenliği, huzuru, toplumsal düzeni bozacak düzeye gelmiştir. Daha fazla talep yaratmak için, bir takım tüketici deneyimlerinin içine ölüm içgüdüsünün hazzı katılmış,  toplumda bazı tüketicilerin cinsel dürtülerinin zevki kullanılmaya başlanmıştır. Gazeteler, kitaplar okunsun;  televizyonlar,  filmler seyredilsin diye bu haz ve zevkler araç olarak kullanılmaktadır. Hatta binlerce yayın kanalı içinde kendi televizyon yayınlarının izlenmesi için bazı kişilerin gerçekten incinmesi, öldürülmesi bir talep aracı olarak kullanılabilmektedir. Oldukça yüksek sayıda bir tüketici bu sapkın istekleri talep eder duruma gelebilmekte, bu sapkınlıkları yazan ve yayan araçları talep etmektedir… Böyle bir ekonomik ve toplumsal sistem bilinçaltında kabul edilir haline getirilmeye çalışılmaktadır.

     Sanatların( zanaatların, mesleklerin)  arttığı, toplumda çok farklı gelir düzeylerinin ve ürünlerin ortaya çıktığı, doyumsuz açgözlü rekabetin ortaya çıktığı kentsel yaşamda, genel rekabet kendi iç mekanizması aracılığı ile sürekli kışkırtılır, Üretimin artışı ile daha fazla tüketmek karşılıklı olarak birbirini tahrik eder ve bu gereksinim hiçbir zaman sona ermez.

ÇEVRE EKONOMİSİNİN DOĞUŞU:

     Tüketim ekonomisinin aşırı tüketimi, tek kullanımlık ürünlerin üretimini ve hızla tüketilmesini gerektiren sistemi, dünyamızda yaşamın kaynağı ve destekleyicisi olan çevre sisteminin, ekolojik dengelerinin tamamı ile ortadan kalkmasına, doğal kaynakların tükenmesine neden olmaya başlamıştır. Çevresel etkilerin en önemlisi fosil yakıtların yanması sonucu atmosfere sera gazı salınmasıdır. Fosil yakıtların üçü kömür, petrol ve doğalgazdır. Bu yakıtların binlerce devasa büyüklükte uçak ve gemilerin, yüzbinlerce otobüs ve otomobil gibi ulaşım araçlarının motorlarında, fabrikaların makinelerinde yanması esnasında karbon oksijenle birleşir ve birincil sera gazı olan CO2 oluşur. CO2 atmosferde birikir ve biyolojik çeşitlilik kayıpları, tropikal fırtına yoğunluğunda artış, okyanus seviyesinde yükselme ve global ısınmayı da kapsayacak bir şekilde dünya iklimi üzerinde olumsuz etkilere yol açar.

    Acil olarak harekete geçerek önlemler alınmazsa küresel ısınma, iklim değişiklikleri, ekolojik sistemin bozulması şiddetli fırtınalara, sellere,  büyük şehirlerin sular altında kalmasına;  kuraklıklara, çölleşmeye, susuzluğa ve tehlikeli bilinmeyen salgın hastalıklara neden olacaktır.

    Bugün dünyaya çapında yaşanmakta olan Korona Virüs pandemisi de büyük bir çevre kirlenmesinin, ekolojik sistemin bozulmasının nedenidir. Küresel salgın hastalıkların nedeni olan virüsler dünyanın her tarafındadır. Denizlerde, okyanuslarda, tüm canlıların hücrelerinde, bulutlarda, toz ve toprakta ve hatta yüzlerce metre yeraltındaki mağaralarda trilyonlarca virüs bulunur. Her hayvan ve bitki türünde düzenli olarak kendisiyle birlikte yaşayan en az bir virüs çeşidi vardır. Bu virüsler yaşadıkları canlı türüne zarar vermez ancak yaşadıkları canlı türüne zarar veren başka hayvan türlerine geçerek onlara zarar verirler. Virüslerin kendisi ile birlikte yaşadığı hayvan veya bitki türünün çevre kirliliği ile ortadan kalkması, virüs salgınının küresel düzeyde zarar verecek ölçüde insan ve diğer canlılara yayılmasına neden olur. Yine Denizlerin, okyanusların ve atmosferin sanayi atıkları, sera gazları, elektromanyetik dalgalar, ses ve ısı dalgaları..vb ile kirlenmesi, bu doğal ortamlarda sakin olarak varlığını sürdüren trilyonlarca virüsü, genetik yapılarını değiştirerek aktif ve saldırgan duruma getirmekte, insanlara ve diğer canlılara saldırarak salgın hastalıklara neden olmaktadır.  Yapılan şu deney bazı kimyasal maddelerle radyasyonun virüslerin salgın bir hastalık yapan virüs haline nasıl geldiğini göstermektedir: “Washington Üniversitesi'nde çalışan virüs bilimci Robin Weiss, virüsün, tavuk DNA'sının kalıcı, zararsız bir parçası haline gelip gelmediğini merak etti. O ve arkadaşları, virüsü saklandığı yerden çıkarıp çıkaramayacaklarını görmek için, sağlıklı tavuklardan aldıkları hücreleri, mutasyona neden olan kimyasallar ve radyasyonla işlemden geçirdiler. Aynen şüphelendikleri gibi, mutasyon geçirmiş hücre, bol miktarda kuş leukosis virüsü üretmeye başladı.” (s.51, Carl Zimmer, Virüs Gezegeni)



     Tüketim ekonomisi adını verdiğimiz bugünkü ekonomik sistemin doğal çevre üzerinde yapmış olduğu yıkımlar; tüm ekonomilere zarar verecek boyutlara ulaşmış olduğu için her yeni üretim birimi oluştururken ve her üretim birimine doğadan kaynak sağlarken, aynı zamanda her tek bir birim üretim faaliyetinde bulunurken dünyadaki doğal sisteme, çevreye, ekosistem üzerine etkilerinin ve sonuçlarının her açıdan hesaplanması ve gerekli önlemlerin alınması zorunluluğunu ortaya koymuştur. Bu ekonomik gelişmeler sonucu olarak da günümüzde “Çevre Ekonomisi” ekonomik denge sistemi düşüncesi ortaya çıkmıştır. 

ÇEVRE EKONOMİSİNİN İLKELERİ:

En küçük üretici birimi olan küçük bir çiftçi ve esnaftan başlayarak, en karmaşık ve büyük üretici birimi olan kompleks fabrikalara kadar, üretim faaliyetinde bulunurken çevre ekonomisi düşüncesi sistemine bağlı olarak uygulanması gereken ilkeleri şöyle sıralayabiliriz:

1- Ekonomik krizlerden kaçış ve azami kar elde etme anlayışının gereği olarak görülen tüketim ekonomisi faaliyetlerine son verilmeli, bu amaçla tek ve kısa sürede tüketilen ürünlerin üretim faaliyetlerinden vazgeçilmelidir.  En büyük kriz ve maliyet artışının çevre ve ekosistemin bozulması olduğu unutulmamalıdır.

2- Daha az ama daha dayanıklı, kaliteli,  sağlıklı, yeni olma niteliği kullanım zaman süresi uzun olan ürünlerin üretimine dayanan bir ekonomik modele geçilmelidir. Bu Ekonomik model “Yavaş Tüketim”e,  “Yavaş (Sakin) Yaşam” a geçmeye yol açmalı, aşırı rekabeti, aşırı tüketimi sonlandırmalıdır. Ekonomik sistemin bu özellikler kazanarak çalışmaya başlaması, giderek azalan doğal kaynakların tasarruflu kullanılmasını sağlayacak, canlı türlerinin yok olmasını, küresel salgın hastalıkların ortaya çıkmasını, çevre kirliliğini önleyecektir.

3- Kaliteli, dayanıklı, yenilik nitelikleri uzun ömürlü ürünlerin üretimi,  yeni ve büyük yatırımları azaltacaktır. Ortaya çıkacak olan istihdam sorunları, çalışma saatlerinin azaltılması ve esnek çalışma düzenlemeleri ile çözümlenebilecektir ki yapay zeka teknolojilerinin gelişmesiyle yeni üretim teknoloji ve yöntemleri eninde sonunda bu çalışma düzenlemelerini gerektirecektir.

4- Çevre ekonomisi anlayışına dayalı, aşırı rekabeti, aşırı tüketimi dışlayan ekonomik sistem, sadece her ülkenin kendi içindeki kentlerinde değil,  bütün ülkeler arasında, rekabeti yavaşlatarak işbirliğinin geliştirilmesini gerekli kılar. Korona Virüs küresel salgın hastalığında da görüldüğü gibi, çevrenin korunması için uluslararası ekonomik işbirliği sağlanmalıdır. Daha yavaş, daha sakin, savurgan değil,  tasarruflu bir ekonomik ve toplumsal yaşam sürdürülebilir ekonomi için şarttır.

5- Çevreci- ekolojist ekonomi anlayışı, şu zaman diliminde yaşadığımız dünyadan başka bir dünyada yaşama olanağımız olmadığı için zorunlu olmaktadır. Çevrenin korunmasına yönelik maliyetlere katlanarak yapılacak üretim, çevre sorunlarının ortaya koyacağı maliyetlerden her zaman için düşük olacaktır. Çevre vergileri konularak çevrenin korunması yerine, en büyüğünden en küçüğüne her bir üretim birimi kendi önlemlerini almalıdır.  Gerekli önlemleri almayanların ekonomik faaliyetlerine izin verilmemelidir. Çevre vergileri ekonomik birimler tarafından ürettikleri ürünlerin fiyatlarına yansıtıldığı için ve sonuçta çevreyi kirletmelerine göz yumulduğu için, sağlıklı önlemler olmamaktadır.

6- Çevreyi kirletmeyen ve en az kirleten teknolojilerle üretim yapılmalı, bu üretim teknolojileri teşvik edilmelidir.

7- Üretim ve tüketim süresi içinde ortaya çıkan atıkların geri dönüşümle yeniden üretimde kullanılarak doğal kaynakların tüketiminde tasarruflar sağlanmalıdır.

8- Çevresel Etkilerin Değerlendirilmesi (ÇED) Raporları bilimsel yöntemlerle değerlendirilerek sonuçları, bilimsel tarafsızlık ilkesine sadık kalınarak tüm sivil toplum kuruluşları, ilgili bölge kişileri ve yatırımcılarla paylaşılmalı, doğal çevrenin ve kaynakların korunmasından ödün verilmemelidir. En büyük yatırımın çevre-ekosistemin korunması olduğu unutulmamalıdır.

9- Okul müfredatlarına Çevre Eğitimi konusu üretici ve tüketici olarak her düzeyde olan kişilere hitap edecek şekilde, en güncel bilgileri kapsayarak konulmalı, doğal kaynakların verimli kullanılması konusu uygulamalı olarak öğrencilere verilmelidir.

 




AŞAĞIDAKİ YAZI METNİ BALYALILAR(MADEN) DERGİSİNDE YAYINLANAN YAZI METNİNİN GENİŞLETİLMİŞ DURUMUDUR.

 

 

ÇEVRE EKONOMİSİ (2)

 19. VE 20. YÜZYILDA EKONOMİNİN GELİŞİMİ, ÇEVRE EKONOMİSİNİN DOĞUŞU VE İLKELERİ

 

     19. Yüzyıldan itibaren yerleşim alanlarının aşırı büyüdüğü, nüfusun aşırı yoğunlaştığı, tarımsal, ticari ve sanayi ürünlerinin hacminin ve tüketiminin aşırı arttığı kentsel yerleşimlerde (metropollerde), gelişen sanayi ve teknoloji küresel düzeyde doğal ve ekolojik çevreyi yıkıma uğratmaya başlamıştır. Artık elma kurdu doğduğu ve büyüyüp geliştiği dünyaya sığamamakta, dünyası yetersiz kalmaktadır.

 


      İnsanın yaşaması ve uygarlığını sürdürebilmesi için gerekli olan yeraltı ve yer üstü kaynakları dünyada sınırsız değildir. Petrol, kömür, bakır, krom ..vb gibi madenler, yaşamak için zorunlu olan su ve hatta temiz havanın dünyadaki stok kaynaklarının tükenmesi, bugünkü yoğun sanayi üretimi ve savurgan tüketime dayanan ekonomik anlayış sürdürülürse tükenmesi uzun yıllar almayacaktır. Dünya nüfusu bugün aşağı yukarı günde yüzbin kişi olmak üzere hızla artmaktadır. Dünya üzerinde bu büyük hızla artan nüfusu barındıracak, insanın yaşamını sürdürmesini sağlayacak yeni kaynakların olduğu yeni keşfedilecek ülkeler, kara parçaları, kıtalar artık yoktur.

    En son Avrupalılar, yeni keşfettikleri Güney ve Kuzey Amerika’ya, Avustralya’ya, Afrika’nın bazı bölgelerine (Güney Afrika gibi) yerleşerek büyük bir nüfus hareketi oluşturdular. "Avrupalıların dünyaya yayılması, modern zamanların ve belki de bütüninsanlık tarihinin en büyük nüfus hareketi olmuştur… Avrupa'dan deniz aşırı ülkelere göç edenlerin yıllık miktarı 1846-1890 arasında 377.000 kişi civarında idi. Bu miktar 1891-1920 döneminde yıllık 911.000, 1921-29 arasında ise 366.000 kişi oldu. Toplam olarak 1846 ila 1930 arasında deniz aşırı ülkelere yerleşen Avrupalıların sayısı50 milyondan fazladır.” (s.100,Carlo Cipolli, Dünya Nüfusunu İktisat Tarihi)

     Avrupa ülkelerindeki bu göç hareketi 1930 yılından sonra da sürmüştür,  bugün de hala devam etmektedir. Bu sosyal olgu Avrupa ülkeleri nüfuslarının çok artmamasının ve giderek nüfuslarının yaşlanmasının da bir nedenini oluşturur. Çünkü Yeni Dünya adı verilen bu ülkelerde iş bularak yeni ve daha iyi bir yaşam kurmak, her zaman için Avrupa ülkelerindeki genç ve çalışma yaşında olan nüfusun elinde fırsat olmuştur. Avrupa ülkelerindeki gerçek nüfus Amerika, Avustralya kıtalarına ve Afrika kıtasının sömürgelerine olan yerleşimler nedeniyle bugünkü sayılarda değildir. Bu kıta ülkelerine sürekli göçler ve seyahatler nedeniyle Avrupa nüfusu sürekli taşınmıştır.

    20. Yüzyıl başlarına kadar insanlar nüfus artışını, azalan gıda kaynaklarını, üretim için gerekli yer altı ve yer üstü kaynaklarını kendilerine sorun etmemişlerdir. Çünkü bu sorunları aşmak için dünyada yeni keşfedilecek yerler olduğu düşünülmüştür. Bu tarihten sonra dünyada artık gidilecek, keşfedilecek yeni kıtaların olmadığı görülmüştür. Büyük kitleler halinde göç ederek yeni kaynakların, ihtiyaç maddelerinin bulunduğu ülkelere yerleşme çağı bir daha geri gelmemek üzere bitmiştir. Uzayı tanıma ve uzaya açılma ile ilgili yapılan çalışmalar sonucu, dünya dışındaki gezegenlere göç ederek yerleşme ve yeni kaynaklara ulaşma bir çözüm olarak düşünülebilir. Ancak bu çözüm düşüncesinin gerçekleştirilmesi Arthur C.Clarke’ın da düşündüğü gibi o kadar kolay değildir: “Hiç bir uzaya çıkış bu korkunç çoğalmaya [Nüfus artışına, iktisadi kaynakların azalışına kısa zaman içinde]  çare olamayacaktır. Bütün milletlerin milli savunma bütçeleri birleştirilse bile, bu para bugünkü teknikle günde ancak on kişinin Ay'a gönderilmesi için gerekli masrafı karşılayabilir. Uzay ulaşımı bu kadar pahalı olmasaydı dahi, pek fazla işe yaramayacaktı, çünkü hiç bir gezegen yoktur ki, üzerinde insanlar karmaşık ve pahalı teknik düzenler olmaksızın yaşayıp çalışabilsinler.” (s. 71, Geleceğin Çehresi, Arthur C.Clarke)

    Henüz dünyamız için yaşama koşulları çok kötü durumda değildir. Hatta dünyamızın gelecekteki yaşamı ile karşılaştırıldığında şu an “Altın Çağı”nı yaşamakta olduğu bile düşünülebilir: “Gelecekte yeryüzünün fakir kaynaklarını paylaşmak için gırtlak gırtlağa döğüşecek milyarlarca insanın bize vaat ettiği uzun açlık ve yoksulluk yılları ile karşılaştırılırsa, çağımız belki, George Darwin'in Gelecek Bir Milyon Yıl adlı küçük kitabında dediği gibi, bir altın çağdır...” (s. 71, Geleceğin Çehresi, Arthur C.Clarke)



     19. yüzyılda başlayan ve 20.yüzyılda devam eden sanayide büyük gelişmelere bağlı olarak, insanın fiziksel emek gücüne dayalı olarak yapılan üretim faaliyetlerinin, önce kömürden elde edilen buhar enerjisi, sonrasında petrol enerjisi ve elektrik enerjisi ile çalışan makinelerle sistemli ve örgütlenmiş olarak çok hızlı ve kitleler halinde yapılması, nüfus artışı ile birlikte dünyada kaynakların tüketilmesini inanılmaz boyutlarda arttırmıştır. Dünya üzerinde 21. Yüzyılda çevreyi, ekolojik sistemi, ekonomik dengeleri, sonuçta dünyadaki yaşam dengesini bozan bu sonuca, hangi ekonomik gelişmelerin zorunlu kıldığı süreçle gelindiğini, iyi anlamamız gerekir.  

19. VE 20. YÜZYILDA EKONOMİNİN GELİŞİM SÜRECİ:

     Değişik alanlarda birçok bilim ve sanat sahibi insanı bünyesinde barındıran kentsel yaşam, üretimin çeşitlenerek artmasını, mal ve hizmet ürünlerinin artışına bağlı olarak ticaretin ve rekabetin artmasını ve buna bağlı olarak bilimin, teknolojinin, sanatların ve mesleklerin gelişmesini sağlayan bir iç mekanizmaya sahiptir. Kırsal yaşamda değişik sanatlara, bilimsel yeteneklere sahip nüfus bulunmadığından,  sanat ve yetenekler sadece tarım ve hayvancılıkla sınırlı kalmakta, kentlerin sahip olduğu bu iç mekanizma bulunmamaktadır. Kentsel yaşamdaki çok değişik türdeki ürünlerin varlığı ve gelişimi ticareti, rekabeti ortaya çıkarır ve hızlandırır; yeniden değişik türde sanat ürünlerinin, mesleklerin, bilgi ve tekniklerin ortaya çıkmasına neden olur. Değişik ve bol ürün ile insanların çeşitli hazlarına hitap eden kentler bu yaşama ortamları ile nüfuslarının da hızla artmasına neden olur. Kentlerin iç mekanizmasındaki yaşama koşulları ve rekabet, bilim ve sanat sahiplerini sürekli kendilerini yenilemeye, ürünlerini farklılaştırmaya ve yeni ürün ortaya çıkarmaya; yeni ürün ile birlikte yeni istekler yaratmaya ve ürünlerinin üretim miktarlarını azami miktarlarda arttırmaya yöneltir. Ünlü sosyolog Georg Simmel kentlerin bu niteliklerini, kırsal yaşamla arasındaki farklılıkları zengin gözlemleri, iç ve dış deneyimleriyle çok belirgin olarak yazmıştır:

 “Karşıdan karşıya caddenin her geçilmesiyle, ekonomik ve sosyal yaşamın, çalışma yaşamının temposuyla ve çoğulluğuyla kent, zihinsel yaşamın duyusal kurumlar açısından, kasaba ve kır yaşantısıyla derin bir karşıtlık oluşturur. Metropol, ayrımcı bir yaratık olan insandan kırsal yaşamın yaptığından farklı bir miktar bilinçlilik çıkartır. Kırda, yaşamın ritmi ve duyusal zihin hayalgücü çok daha yavaş, çok daha alışılmış ve çok daha düzgün akar… Kasaba[kırsal] yaşantısının ilişkileri, zihnin çok daha bilinçsiz tabakalarında köklenmişlerdir ve en rahat, müdahale edilmeyen alışkanlıkların sarsıntısız ritminde büyürler. Ancak entelektin mekânı, zihnin saydam, bilinçli, üst tabakalarındadır ve entelekt, bizim içsel güçlerimizin en uyarlanabilir olanıdır. Entelekt, değişme ve fenomenin karşıtlığına uyum sağlamak için hiçbir şok ve içsel kalkışma istemez; ama daha tutucu zihin, yalnızca bu kalkışmalar vasıtasıyladır ki olayların metropole(anakente) özgü ritmiyle uyum sağlar. Böylece, hiç kuşkusuz binlerce bireysel değişkeni bulunan anakent tipi insan, köklerinden koparacak dışsal çevresinin akımlarından ve aykırılıklarından kendisini koruyacak bir organ geliştirmiş olur. Yüreği yerine beyniyle tepki verir. Bu sayede, yükseltilmiş bir kavrayış, zihinsel ayrıcalık kazanmış olur. Bu durumda da metropol yaşantısı, metropol insanında, yükseltilmiş bir kavrayışı ve aklın üstünlüğünü ön plana çıkartmış olur…”

     Kentler düşünceyi kışkırtarak, yeni fikirlerin, düşünce sistemlerinin, sanatın; bağlı olarak bilim ve teknolojinin gelişmesini sağlar:

“Kentler her şeyden önce en üst düzeyde işbölümünün mekânıdırlar. …Kent, genişlemesinin ölçüsünde işbölümünde giderek daha çok belirleyici koşullar önerir. Hacmi dolayısıyla büyük oranda bölünmüş bir hizmet çeşitliliği soğurabilen bir çevre önerir. Bireylerin yoğunlaşması ve müşteriler için mücadele etmesi, aynı zamanda bireyi, bir başkasının çabucak, yerini alamayacağı bir işlev konusunda uzmanlaşmaya zorlar. Kent yaşamının, yaşamak için doğayla yapılan mücadeleyi, doğa tarafından değil de, kazanmak için diğer insanlar tarafından sağlanan insanlararası bir mücadeleye dönüştürdüğü belirgindir. Çünkü uzmanlaşma, yalnızca kazanmak için yapılan rekabetten değil, satıcının yemlenmiş müşterinin yeni ve farklı ihtiyaçlarını karşılayacak şeyleri araştırmak zorunda olduğu yönündeki belirleyici olgudan da kaynaklanır. Henüz tükenmemiş bir gelir kaynağı ve hemencecik ikame edilemeyecek bir işlev bulmak için kişinin hizmetlerini uzmanlaştırması gereklidir. Bu süreç farklılığı, incelmeyi ve toplumun ihtiyaçlarının zenginleştirilmesini teşvik eder ki bunun, bu toplum içinde, kişisel farklılıklara yol açacağı aşikârdır…”(Georg Simmel, Metropol ve Zihinsel Yaşam, Cogito Dergisi, Sayı: 8, Yaz 1996, s.82-88-89, Çev. Bahar Öcal Düzgören)

     Kentsel yerleşimdeki insanlar, diğer insanların uzmanlaşmış oldukları alanlardaki değişik ürünlerinden yararlanabilmek için, kendileri de yeni bir uzmanlık alanı ürünü geliştirmek ve bunun için sürekli bir arayış ve mücadeleye girmek zorundadır:

     Kent yaşamında bulunan insan sadece kendine ve ailesine yaşamak için yetecek; temel gıda, giyim ve barınma ile ilgili gereksinmelerini karşılayacak üretim faaliyetlerinde bulunmaz ve bulunamaz. Kent insanı mutlaka ticari, alışveriş ilişkisine gireceği kırsal alanlarda dahil olmak üzere birçok kişiye uzmanlaşmış olduğu en az bir dalda mal ve ürün bularak üretmek zorundadır. Kentsel yaşamda bu karşılıklı üretim mücadelesi üretimin çeşitlenmesini, toplumun zenginleşmesini sağlar. Bu zenginleşme ve refah kent yaşamını çekici hale getirdiğinden kentte yaşamak isteyenlerin sayısı, kentlerin giderek büyümesine ve nüfuslarının artmasına neden olur.



     Kentlerin, anakentlerin(metropollerin, megakentlerin)  uygarlık tarihinin gelişmesindeki rolü, kendi içindeki mücadele olduğu kadar, özellikle tarihte ilk ortaya çıktıkları çağlarda önce vahşi doğaya karşı verdikleri mücadele, sonrasında vahşi doğayla birlikte kentlerin kendi aralarında vermiş oldukları var olma mücadelesidir. Bu nedenle ilk kentler dört tarafı su ile çevrili adalarda ama genellikle yüksek, geniş düzlüklere bakan tepelerin üst noktalarında kurulmuştur. Toprağı ekip biçmesini, hayvanları evcilleştirmesini öğrenen insanlar, diğer insan topluluklarının ve vahşi doğanın saldırılarından, elde ettikleri ürünleri ve yaşamlarını korumak için, surlarla çevrili bu coğrafi yerlerde yerleşimler oluştururlar. Düzlüklerde hayvancılık ve çiftçilik yaparken, bu yerleşim alanlarında başta, gelişmiş savaş araçları ile donattıkları güçlü savaşçılar, çeşitli savaş araç imal eden sanatkârlar olmak üzere birçok yetenek ve sanata sahip insanları bir arada toplarlar. Bu yerleşim yerlerinde hüküm süren siyasi bir otorite ortaya çıkar.   

“Siyasi hâkimiyet kesin bir şekilde kurulduktan sonra, kentler büyüyüp ek işlevler kazanmaya
başladı. Yöneticiler -ya da yönetici gruplar- saltanatlarını tehdit eden rakipleri bulunmadığından yeterince emin olduktan sonra, ordu karargâhı da saraya dönüşmeye
başladı. Kendilerine inananları zafere götürmüş olan tanrılar için bütün kentlere tapınaklar
dikildi. Muhafızlarla maiyeti barındırmak, ayrıca ambar olarak kullanmak için
saray ve tapınaklarda ek binalara ihtiyaç vardı. Kent nüfusunun çekirdeğini hükümdarların
maiyeti, ruhban ve onların emrinde bulunanlar meydana getiriyordu. Çok geçmeden
bunlara, sivillerin ihtiyaç duyduğu malzemenin yanı sıra silahları da sağlayan zanaatkarlar
eklendi. Bunlar saraya ve tapınağa lazım olandan fazlasını üretmeye başlayınca
da, kent bir pazara, kentsel mamullerin verilip karşılığında kırsal ürünlerin alındığı bir
merkeze dönüştü.” Egon Ernest Begel, Kentlerin Doğuşu, Cogito Dergisi, Sayı: 8, Yaz 1996, s.8-9, Çev. Özden Arıkan)    

      Günümüzden yaklaşık altıyüz yıl önce ünlü düşünür ve coğrafyacı İbn Haldun da kentsel yaşamın uygarlığı geliştiren iç mekanizmasının varlığını görmüştür:  “Kavimlerde medenî hayatın ihtiyaç, itiyat ve çeşitleri çoğaldıkça, o ihtiyaçların her çeşidini vücuda getirmek sanat ve hünere bağlı olduğu için, bu medenî ihtiyaçların her türlüsü, ayrı ayrı ihtisas sahibi usta ve işçiler temin etmekle elde edilir. Medenî hayatın gerektirdiği ihtiyaçların artması nispetinde o ihtiyaç maddelerini imal edecek olan uzman ustalar sınıfı ve o nesilden türlü meslek sahibi ustalar yetişir. Bu maddeleri imal edecek ustalar zamanın devamı müddetince arka arkaya artar, uzman ustaların sayısı çoğalmakta devam eder. Asırlar ve uzun zamanlar içinde tekrar işlendikçe çeşitli maddeler daha sağlamlaşır ve daha mükemmelleşir Bu tekâmül, bayındırlık ve ihtiyaçlar artıp, nüfus çoğaldığı ve ahalisinin refah ve hayat seviyesi yükseldiği için, ekseriyetle, şehirlerde husule gelir. Bunların hepsi de devlet sayesinde yapılır. Çünkü devlet tebaasından para toplar, bu paralan yüksek memurlarına ve ricaline sarfeder ve bağışlar. Devlet ricalinin ve memurlarının, paradan ziyade şeref ve mevkileri sayesinde halleri ve yaşayışları genişler. Bu suretle paralar tebaadan alınarak devlet ricalinin ve memurlarının geçinmeleri için sarf edilmiş olur. Bunlar şehir ahalisi ile alışverişte ve münasebette bulundukları için bu paralardan şehir ahalisi de istifade eder. Şehir ahalisinin şehirde çoğunluk teşkil ettiği bellidir. Bunun bir sonucu olarak şehir ahalisinin servetleri artar. Paralar ihtiyaçlarından fazla arttığı için bolluk ve tekellüflü hayatın ihtiyaç, itiyat ve çeşitleri de o nispette fazlalaşır ve bunun tesiri ile her çeşit sanayi artar ve tekâmül eder.” ( s.289-290, Mukaddime, İbni Haldun, Cilt 2)

     Ancak İbni Haldun’un belirttiği kentsel yaşamdaki uygarlık ve kültürün gelişmesinin tek nedeni devlet kurumu değildir. Devlet kurum ve erkanı kentsel yaşam ve uygarlığın başlangıç aşamasında belirleyici nedendir, sonraki aşamalarda asıl kültür ve uygarlığın, üretim, bilim ve sanatların gelişmesi kentsel yaşamın kendi iç yaşamındaki insan ilişkileri ve davranışlarıdır. Kırsal yaşamda bu ilişki, davranış ve oluşumlar bulunmaz: “Kültür ve medeniyet işte bundan ibarettir. Merkezlerden uzak olan şehirlerde, her ne kadar bayındır olsa dahi; göçebelik hal ve itiyatları göze çarpar. Bu şehirlerde lüks hayatın çeşitleri görülmez.” ( s.290, Mukaddime, İbni Haldun, Cilt 2)

    Kent yerleşiminin değişik sanatlara sahip nüfus yapısı ortaya çıkınca, bu yapı bir yandan diğer kentlerle olan varolma savaşında başarılı olmak için, diğer yandan kendi içinde üretmek, yeni ürünler ortaya koymak için mücadele etmek zorunda kalarak, kent yaşamının gelişmesini, zenginleşmesini, güçlenmesini sağlar. Bu zenginleşme ve refah kent yaşamını çekici hale getirdiğinden kentte yaşamak isteyenlerin sayısı, kentlerin giderek büyümesine ve nüfuslarının artmasına neden olur.



      Kentsel uygarlığın ortaya koyduğu, özellikle19.yüzyılın son çeyreğinden başlayarak içinde bulunduğumuz 21.yüzyıla kadar üretim hacmi,  üretim teknoloji ve yöntemlerindeki gelişmelerle giderek artmıştır. Geçmiş çağlarda da (antik çağ, ortaçağ, yeniçağ) kentlerde giderek artan üretim ve tüketime dayalı bir ekonomik sistem vardır, ancak bu artış hiçbir zaman son iki yüzyıl içindeki kadar olmamıştır. İnsanın fiziksel emek gücüne dayalı üretim faaliyetlerinin, gelişmelere bağlı olarak kömürden elde edilen buhar enerjisi, sonrasında petrol enerjisi ve elektrik enerjisi..vb ile çalışan makinelere dayalı  teknolojilerle yapılması,  üretimi ve üretilen ürünlerin ticaretini  aşırı geliştirmiş, bu gelişmeler de aşırı tüketimi zorunlulaştırarak, kitlesel “tüketim ekonomisini” ortaya çıkarmıştır. Toplumlar tüketim toplumu temelinde biçimlenmek zorundadır. Çünkü üretilen ürünlerin tüketilmemesi, üretim faaliyetinde bulunan tüm şirket ve çalışanları işsiz bırakarak, üretimi sonlandırarak ekonomik krizleri ortaya çıkarmaktadır. Bu ekonomik sistem, serbest piyasa ekonomisi veya tüketim ekonomisi adı verilen ekonomik sistemdir.   “…Büyüyen oranda sermayenin karlılıkla yatırıma ayrılabilmesi gerekir ve bu da, büyüyen oranda bir meta ve ticari hizmet akışının tüketimini gerektirir. Dolayısıyla, nüfusu ihtiyaçlarını azami tüketimle tatmin etmeye yöneltmek ve azami meta tüketimi ihtiyacını kışkırtmak gerekir.” (s.125, Andre Gorz, Kapitalizm, Sosyalizm, Ekoloji)

    Alan Dürning’e göre (s.16, Alan Dürning,Tüketim Toplumu ve Dünyanın Geleceği) : “Doların bu günkü değeriyle ölçüldüğünde, dünyadaki insanların 1950'den bu yana, daha önceki tüm nesillerin tükettiği kadar mal ve hizmet”, tüketilmiştir.

       Ekonomik sistemin ürettiği aşırı ürünün satılarak tüketilmemesi ticari ve ekonomik krizleri ortaya çıkarır. Aşırı üretimle gelen bunalımlar, megakentlerin oluştuğu salt çağdaş sanayi toplumlarında görülen bunalımlar değildir. Kentlerin büyüyerek geliştiği bütün zamanlarda ortaya çıkmıştır. Ekonomik krizler nüfusun yoğunlaştığı, kentleşmenin aşırı büyüdüğü, sanat ve tarımsal üretimin aşırı olarak arttığı her çağda ve kent devletlerinde ortaya çıkmıştır. Yüzyılların yaşam pratiği ile edinilmiş olan krizlerin aşılması güdüsü, sanatkârları, üreticileri kendiliğinden harekete geçirerek yeni türde ürünler üretmeye, yeni sanatlar bularak geliştirmeye yöneltmiş, bu suretle yeni talep yaratılarak ekonomik krizler aşılmıştır. Bu ekonomik krizleri aşma güdüsüne tam olarak sahip olamayan, bu güdüyü harekete geçiremeyen kentlerde üretim fazlalığı yeterince talep oluşturulmadığı için zorunlu olarak önce üretim yavaşlatılarak önlenmeye çalışılmış, sonrasında üreticilerin üretim faaliyetlerini bütünü ile durdurmaları ile de, büyüyen kentler durağanlaşmaya, küçülmeye ve sonunda kentler boşaltılmaya başlamıştır. Üretimini durduran meslek sahiplerinin atölyelerini, ticarethanelerini boşaltarak kentleri terk etmesi birçok kentin tarihten silinmesine neden olmuştur.

    İnsanlar her ne kadar ortaya çıkan krizlerle kentleri terk etseler de güven, refah, zenginlik içinde yaşamak için, tarihten silinen kentlerin yerine yeni kentler kurmak zorunda kalmışlar, küçülen kentler zaman içinde zorunlu olarak yeniden gelişerek büyümüştür. Çünkü sanatların, ürünlerin türselleşmesi, çeşitlenmesi, geliştirilmesi ve çoğaltılması insan yaşamının gelişmesinin doğal bir kuralı, Toplum ve Doğa Yasası olarak karşımıza çıkmaktadır. İnsan gereksinmelerinin, isteklerinin sonsuzluğu, daha rahat, refah ve güven içinde yaşama çabası zorunlu olarak bu yasaların insan iradesi ötesinde çalıştığını gösterir. Ve doğa, içinde doğurduğu yüzbinlerce tür canlı varlık gibi yeni tür ve çeşitte ürün, varlık ve eylemleri insan aracılığı ile varlıklaştırmaktadır.



     Günümüz megakentlerinde aşırı üretimin ekonomik krizlere neden olmaması için, geçmiş çağlara göre çok daha kısa sürede, çok daha hızlı olarak üretimde sürekli yenilikler, geliştirmeler yapılması zorunluluğu vardır. Yeni iş alanları ortaya çıkarılırken,  bazı meslekler, iş alanları yok olacaktır. Diğer yandan büyük tanıtımlarla, kitlesel tüketim teşvik edilerek toplumda talep kışkırtılmalıdır. Aynı zamanda uluslararası ticaret geliştirilerek yeni pazarlar, sömürgeler bulunmalıdır.

    Çağımızın bu ekonomik sistemini Alan Dürning şöyle yazmaktadır: “…eğer kimse bir satın almazsa kimse bir şey satmaz ve kimse bir şey satmazsa, kimse çalışmaz. Böylece, tüketici ekonomisinde, bir başka deyişle gayri safı milli hasılanın üçte ikisinin tüketici harcamalarından oluştuğu bir ekonomide, borsadaki servetlerden ulusal ekonomi politikalarına kadar her şey "tüketicinin güveni" ve “satın alma planları" anketlerine dayanmaktadır. Eğer bu "tüket ya da kaybet" görüşü doğruysa, bireysel olarak ya datoplu halde tüketimimizi kasıtlı olarak azaltmak, kendi kendine zarar veren bir davranış biçimiolacaktır; örneğin, araba kullanımını yarıya indirmemiz, benzin istasyonu çalışanlarının ve bunun yanı sıra araba teknisyenlerinin, otomotiv işçilerinin, tekerlek fabrikası işçilerinin, otomobil sigortası acentelerinin ve araba yatırım uzmanlarının yarısını işlerinden edecektir. Ekonomide dalga dalga yayılan bu işsizliklerin şoku, Büyük Kriz'in bir tekrarı ile sonuçlanabilecek olan, bunların dışındaki diğer iş kayıplarının oluşturduğu bir zincir reaksiyona sebep olabilir. Eğer biz tüketiciler, hazır gıda, araba ve tek kullanımlık ürünleri kullanmaktan vazgeçersek, orta gelirlilerin ve yoksulların ürettiklerinin daha azınaihtiyaç duyacağız. Endüstri ülkelerinin azalan talebi, yoksul memleketleri mahrumiyet içinde yolda bırakacaktır. Ellerindeki her şeyi tüketicilerin kendi hammadde ihracatlarına karşı durmadan artan iştahı üzerine oynayan gelişmekte olan ülkeler, geri dönüşü olmayan bir düşüşe başlayacaklardır.” (s.51, Alan Dürning, Tüketim Toplumu ve Dünyanın Geleceği)

     Tüketimin arttırılması için yüzyılın kitlesel araçları kullanılarak sürekli olarak tüketim empoze edilmekte, toplum yapıları tüketimle koşullandırılmaktadır:  “İstekleri üreten kuvvetler -reklamlar, özel televizyon yayınları ve alışveriş merkezleri- o kadar alışılmış şeylerdir ki tüketim toplumunda hiç fark edilmeden ve orta gelirli sınıfta hızla yaygınlaşmaktadırlar. İhtiyaçların bilinçli ve yaygın şekilde artırılması, insanlık tarihinde kökenleri en fazla bir yüzyıla kadar uzanan oldukça yeni bir olgudur.” (s.69, Alan Dürning, Tüketim Toplumu ve Dünyanın Geleceği) 

      Toplumların ekonomik dengelerinin sürekliliği ve ekonomik gelişimi için üretim ve tüketim dengesinin korunarak sürekli gelişme eğiliminde olması toplumsal ve ekonomik bir zorunluluk olarak ortaya çıkmaktadır. Ancak tüketim ekonomisi yirmi birinci yüzyılda o kadar büyük ve şiddetli bir artış döngüsüne girmiştir ki, toplumda toplam talebi, tüketimi arttırmak amacı ile insan hazzının en uç, dokunulmayan isteklerine hitap etmeye başlamıştır. Bu girişimler toplumsal ahlakı, yasaları ortadan kaldırmaya başlayarak toplumda adaleti, güvenliği, huzuru, toplumsal düzeni bozacak düzeye gelmiştir. Daha fazla talep yaratmak için, bir takım tüketici deneyimlerinin içine ölüm içgüdüsünün hazzı katılmış,  toplumda bazı tüketicilerin cinsel dürtülerinin zevki kullanılmaya başlanmıştır. Gazeteler, kitaplar okunsun;  televizyonlar,  filmler seyredilsin diye bu haz ve zevkler araç olarak kullanılmaktadır. Hatta binlerce yayın kanalı içinde kendi televizyon yayınlarının izlenmesi için bazı kişilerin gerçekten incinmesi, öldürülmesi bir talep aracı olarak kullanılabilmektedir. Oldukça yüksek sayıda bir tüketici bu sapkın istekleri talep eder duruma gelebilmekte, bu sapkınlıkları yazan ve yayan araçları talep etmektedir.  Böyle bir ekonomik ve toplumsal sistem bilinçaltında kabul edilir haline getirilmeye çalışılmaktadır.

 


     Sanatların( zanaatların, mesleklerin)  arttığı, toplumda çok farklı gelir düzeylerinin ve ürünlerin ortaya çıktığı, doyumsuz açgözlü rekabetin ortaya çıktığı kentsel yaşamda genel rekabet, kendi iç mekanizması aracılığı ile sürekli kışkırtılır, Üretimin artışı ile daha fazla tüketmek karşılıklı olarak birbirini tahrik eder ve bu gereksinim hiçbir zaman sona ermez.

     Bu sonsuz gereksinmeler dizisini kışkırtan salt, somut ihtiyaçların karşılanması için yapılan Genel Rekabet değil, belki ondan daha da şiddetli olan Gösteriş İçin Rekabettir. Gösteriş için rekabeti Herve Kempf kitabında şöyle açıklamaktadır: …“Ayrım peşinde koşma, ''yararlı amaçlar'' için üretimin gerektireceğinden daha fazla miktarda mal üretilmesini sağlar: ''Verimlilik sanayide artıyor, yaşam koşulları daha az çalışma gerektiriyor ama yine de, toplumun etkin üyeleri, daha az koşmak ve biraz nefes almak yerine, görünür yüksek bir harcamaya ulaşmak için çok çaba harcıyorlar. Gerilim hiç düşmüyor. Eğer amaç rahatlamak olsaydı, verimliliği biraz artırıp bunu elde edebilirdik….” Özetleyelim. Toplumsal yaşamın merkezi gücü gösterişçi rekabet olup hemcinslerine göre üstün bir gönenç göstermeyi amaçlar.” (s.74, Herve Kempf, Zenginler dünyamızı Nasıl Mahvediyor.)

     Bu aşamada zenginleşen insanın doyum bekleyen başka isteklerinin ortaya çıktığını görüyoruz: Bu psikolojik doyum istekleri gösteriş, büyüklenmek, saygınlık görmek, takdir edilmek ve bütün bu psikolojik doyum isteklerinin altında yatan olarak otorite sahibi olma, herkesin istek ve buyruklarına boyun eğmesidir.  Bu nedenle zenginliğin en üst noktalarına gelinmiş olsa da istekler doymak bilmiyor. Gösterişçi rekabet ortaya çıkıyor ve doyum hiç bitmiyor. Bu gösterişçi rekabetin en yorucu ve şiddetli olduğu nokta ise aşırı zenginlerin kendi aralarındaki yarıştır. Geride kalmamak, eksik olmamak için en zenginler arasında yer almak için yapılan yarış üretim ve tüketim hızını daha da arttıracaktır. Çevrenin kirlenmesinin önlenmesi, ekolojik dengenin korunması için yapılacak girişimlere karşı çıkacaklar, desteklemeyeceklerdir. Doğrudan siyasal ve iktisadi gücü denetleyerek tüketimin daha fazla artmasına çalışacaklar, diğer yarışçılar da bunu izleyecektir. Zenginleşme, dolaylı olarak ekonomik büyüme doğal kaynakların hesapsızca tüketilmeden, salt parasal zenginliğin artışı ile gerçekleşseydi, dünyamız için sorun oluşturmayacaktı. Zenginliğin artışının sürmesi için çevre kirliliğinin artışı, ekolojik sistemin bozuluşu onlar için önemli olaylar değildir. Hatta ortaya çıkacak bir çevre felaketinden zevk dahi alacak kişilerdir. “Felaketi istemektedirler, şiddeti, kargaşayı arzu etmektedirler, yanardağın görünmeyen sınırına daha fazla yaklaşmayı denerler, toplumun alışmadığı bir davranışın verdiği kışkırtmadan zevk alırlar.” “(s.100, Herve Kempf, Zenginler dünyamızı Nasıl Mahvediyor.)

     Aşırı serbest denetimsiz rekabetin kentsel yaşamda gelir düzeylerini aşırı yükselttiği gruplar, zenginliklerinin kaynağı olan tüketimin sürmesini her koşulda savunacaklardır. Bu nedenle Herve Kempf’e göre ((s.101, Herve Kempf, Zenginler dünyamızı Nasıl Mahvediyor.) 21. Yüzyılda aşırı zenginliklerinin, üstünlüklerinin sürmesini, çıkarlarının korunmasını isteyenler demokrasinin zayıflatılmasından yararlanmak istemektedirler ve hatta Çin gibi otokrasiye dayanan siyasal sistemleri savunur duruma gelmişlerdir. Bunun nedeni olarak demokrasilerin özölçülülüğü, denetim ve akılcılığı teşvik etmesidir. Demokratik sistemler:” Haksız ayrıcalıklara itirazı kolaylaştırır, yasaya aykırı güçlerin söz konusu edilmesini besler, kararların akılcı incelenmesini teşvik eder..maddi tüketimin eşit şekilde azaltılmasını …” destekler. Bu nedenle:” Eğer güç ilişkisi güçlülere bu gelişimi kabul ettirmeyi sağlamıyorsa, bunlar, demokrasinin zayıflamasından yararlanarak ve gerekli acil önlemler alınmasını bahane ederek aşırı çıkarlarını zorla sürdürmenin peşinden koşacaklardır.” “(s.101, Herve Kempf, Zenginler dünyamızı Nasıl Mahvediyor.) 

ÇEVRE EKONOMİSİNİN DOĞUŞU:

      19. yüzyılda başlayan ve 20. yüzyıl içerisinde süren ekonomideki gelişmelere bağlı olarak, toplumsal gereksinmeler üzerinde çok aşırı üretim yapılmaya başlanmıştır. İç ve dış talep piyasalarının doyması sonucunda, yeniden bir talep oluşturma gereğinin ortaya çıkması ile ürünler üzerindeki sürekli yenileştirme ve geliştirmeler önceki çağlarla karşılaştırılamayacak hızda yapılmıştır. Ticaretin yaygınlaşması ve kolaylaşması, reklamlarla ürünlerin tanıtımının küresel düzeyde yapılması, yeniden talep yaratmayı hızlandırmıştır. Talebe bağlı olarak tüketimin hızla artması, üretimde kullanılan doğal kaynakların hızla yok olmasına ve çevreye salınan maddelerle küresel düzeyde çevre kirliliğine neden olmaya başlamıştır.



     Dünyadaki bugünkü üretim ve tüketim sistemi, ekonomik krizlerin ortaya çıkmaması için kısa ömürlü, tek kullanımlık ürünlerin üretimini-tüketimini; aşırı tüketimi zorunlu kılmaktadır. Tüketim ekonomisinin bu şekliyle sürdürülmesi dünyamızda yaşamın kaynağı ve destekleyici olan çevre sisteminin, ekolojik dengelerin tamamı ile ortadan kalkmasına, doğal kaynakların hızla tükenmesine neden olmaktadır.

     Tüketim ekonomisinin aşırı tüketimi, tek kullanımlık ürünlerin üretimini ve hızla tüketilmesini gerektiren sistemi, dünyamızda yaşamın kaynağı ve destekleyicisi olan çevre sisteminin, ekolojik dengelerinin tamamı ile ortadan kalkmasına, doğal kaynakların tükenmesine neden olmaya başlamıştır. Çevresel etkilerin en önemlisi fosil yakıtların yanması sonucu atmosfere sera gazı salınmasıdır. Fosil yakıtların üçü kömür, petrol ve doğalgazdır. Bu yakıtların binlerce devasa büyüklükte uçak ve gemilerin, yüzbinlerce otobüs ve otomobil gibi ulaşım araçlarının motorlarında, fabrikaların makinelerinde yanması esnasında karbon oksijenle birleşir ve birincil sera gazı olan CO2 oluşur. CO2 atmosferde birikir ve biyolojik çeşitlilik kayıpları, tropikal fırtına yoğunluğunda artış, okyanus seviyesinde yükselme ve global ısınmayı da kapsayacak bir şekilde dünya iklimi üzerinde olumsuz etkilere yol açar.

    Acil olarak harekete geçerek önlemler alınmazsa küresel ısınma, iklim değişiklikleri, ekolojik sistemin bozulması şiddetli fırtınalara, sellere,  büyük şehirlerin sular altında kalmasına;  kuraklıklara, çölleşmeye, susuzluğa ve tehlikeli bilinmeyen salgın hastalıklara neden olacaktır.

    Bugün dünyaya çapında yaşanmakta olan Korona Virüs pandemisi de büyük bir çevre kirlenmesinin, ekolojik sistemin bozulmasının nedenidir. Küresel salgın hastalıkların nedeni olan virüsler dünyanın her tarafındadır. Denizlerde, okyanuslarda, tüm canlıların hücrelerinde, bulutlarda, toz ve toprakta ve hatta yüzlerce metre yeraltındaki mağaralarda trilyonlarca virüs bulunur. Her hayvan ve bitki türünde düzenli olarak kendisiyle birlikte yaşayan en az bir virüs çeşidi vardır. Bu virüsler yaşadıkları canlı türüne zarar vermez ancak yaşadıkları canlı türüne zarar veren başka hayvan türlerine geçerek onlara zarar verirler. Virüsler aslında tam anlamı ile canlı değildirler. Bulundukları canlı türlerinin hücrelerinde genetik yapılarını kopyalayarak, o canlının genetik yapısına karışan protein parçalarıdır. Bulundukları canlı türü zarar görünce başka canlı türünün hücrelerine yerleşerek aktif olurlar ve ürerler. Veya içinde yaşadıkları canlı türünün değişimiyle- genetiğindeki değişimle- aktif hale geçerek yıllarca hiçbir şey yapmadan yaşadıkları hücreye saldırırlar ve hastalıklara neden olurlar. Bu nedenle ekosistemdeki dengenin bozulması, değişmesi büyük küresel salgın hastalıklara neden olmaktadır.

     Virüslerin yaşamış oldukları hayvani konaklardan ayrılarak insanlara bulaşmasında, çağımızda çok daha fazla neden bulunmaktadır. En büyük neden geçmiş çağlara göre yoğun olarak sanayi üretiminin yapılması, buna bağlı olarak doğal kaynakların hızla tüketilmesi,  bitki ve hayvan türlerinin ortadan kalkması, atmosferin bozulması,  iklimlerin değişmesi; sonuç olarak dünyanın tüm biyolojik ve  fiziksel sistem dengelerinin bozulmuş olmasıdır. Bunun yanında savaşlar, göçler, depremler, havanın, ırmak, deniz ve okyanusların kirlenmesi, 547 ve 1330 yıllarındaki veba pandemisinde, 1918 yılında Grip salgınında olduğu gibi covid-19 pandemik hastalığının ortaya çıkışını hazırlamıştır. Virüsler dünyanın her köşesinde, tüm canlıların organlarında, denizlerde, okyanuslarda bulutlarda, toz ve toprakta ve hatta yüzlerce metre yeraltındaki mağaralarda bulunurlar. Deprem, sel, yanardağ patlamaları, savaşlar, hava, ırmak, deniz ve okyanusların kirlenmesi, bitki ve hayvanların yok olması…vb Doğal Sistemin bozulmasına neden olur. Doğal sistemin bozulması, virüslerin varolma ortamları ortadan kalkmış olduğundan genetik yapılarında değişime ve harekete neden olur. Virüsler etkinleşerek saldırganlaşırlar ve tarihte görüldüğü gibi büyük salgın hastalıkları ortaya çıkarırlar.

     Virüslerin kendisi ile birlikte yaşadığı hayvan veya bitki türünün çevre kirliliği ile ortadan kalkması, virüs salgınının küresel düzeyde zarar verecek ölçüde insan ve diğer canlılara yayılmasına neden olur. Yine Denizlerin, okyanusların ve atmosferin sanayi atıkları, sera gazları, elektromanyetik dalgalar, ses ve ısı dalgaları..vb ile kirlenmesi, bu doğal ortamlarda sakin olarak varlığını sürdüren trilyonlarca virüsü, genetik yapılarını değiştirerek aktif ve saldırgan duruma getirmekte, insanlara ve diğer canlılara saldırarak salgın hastalıklara neden olmaktadır.  Yapılan şu deney bazı kimyasal maddelerle radyasyonun virüslerin salgın bir hastalık yapan virüs haline nasıl geldiğini göstermektedir: “Washington Üniversitesi'nde çalışan virüs bilimci Robin Weiss, virüsün, tavuk DNA'sının kalıcı, zararsız bir parçası haline gelip gelmediğini merak etti. O ve arkadaşları, virüsü saklandığı yerden çıkarıp çıkaramayacaklarını görmek için, sağlıklı tavuklardan aldıkları hücreleri, mutasyona neden olan kimyasallar ve radyasyonla işlemden geçirdiler. Aynen şüphelendikleri gibi, mutasyon geçirmiş hücre, bol miktarda kuş leukosis virüsü üretmeye başladı.” (s.51, Carl Zimmer, Virüs Gezegeni)

     Tüketim ekonomisi adını verdiğimiz bugünkü ekonomik sistemin doğal çevre üzerinde yapmış olduğu yıkımlar; tüm ekonomilere zarar verecek boyutlara ulaşmış olduğu için her yeni üretim birimi oluştururken ve her üretim birimine doğadan kaynak sağlarken, aynı zamanda her tek bir birim üretim faaliyetinde bulunurken dünyadaki doğal sisteme, çevreye, ekosistem üzerine etkilerinin ve sonuçlarının her açıdan hesaplanması ve gerekli önlemlerin alınması zorunluluğunu ortaya koymuştur. Bu ekonomik gelişmeler sonucu olarak da günümüzde “Çevre Ekonomisi” ekonomik denge sistemi düşüncesi ortaya çıkmıştır.

 


ÇEVRE EKONOMİSİNİN İLKELERİ:

Tüketim ekonomisi adını verdiğimiz bugünkü ekonomik sistemin işleyişinin engellenmesi için çözüm olarak bazı iktisatçı ve düşünürler sistemin araçlarının kaldırılmasını, (tüketim reklam ve propagandaların yayınlanmaması veya azaltılması) bazıları maddi tüketim yerine psikolojik doyum sağlayacak başka ögelerin toplumda yerleştirilmesini, bazıları dinsel inançları bireylerde güçlendirerek tasarruf ve azla yetinme ile ilgili kurallarının toplumda yerleştirilmesini, bazıları ise tümden işleyen bu ekonomik sistemi ortadan kaldırarak zora dayalı bir ekonomik model yerleştirilmesini savunmaktadırlar. Gerçektende:    “Tüketici ürünleri ve reklamlar, çeşitli televizyon programları ve filmler aracılığıyla bu ürünlerin gösterilmesi, bilinçdışı arzuları kullanarak kapitalizmi, entelektüel ve ahlaki olarak değilse de, bilinçdışı seviyesinde geçerli hale getirmekte yardımcı olmaktadır. Bu durum giderek daha global bir olgu haline gelmektedir.”  (s. 121, Robert BOCOCK, Tüketim)   

     Robert Bocock’ a ve Alan Dürning’e  göre de  tüketim ekonomisinin yasalarının işleyişine en etkili çözüm yolu dini inanç düzeyi yüksek toplumsal yapıların oluşturulmasıdır: “ Bir davranış değişikliği olması ve insanların arzularını tüketim mallarından ve hizmetlerinden mümkün olduğu kadar uzaklaştırılması” gereklidir… Dünyanın çeşitli köşelerinde bunu yapabilecek olan tek güçlü, kültürel sosyo-psikolojik kurum dindir.” (s. 121, Robert BOCOCK, Tüketim) “…İbadet, sohbet, aile toplantıları ve sosyal toplantılar, tiyatro, müzik, dans, edebiyat, spor, şiir, sanatsal ve yaratıcı uğraşlar, eğitim ve doğanın değerlendirilmesi; bunların hepsi de istikrar kültürüne -sayısız nesiller boyunca sürebilecek bir yaşam tarzına- kolayca uymaktadır.”  (s.70, Alan Dürning, Tüketim Toplumu ve Dünyanın Geleceği) 

    Ancak Dini duygu ve düşüncelerin tüketim toplumunun ekonomik yasalarının işleyişini düzenleme amacıyla kullanılması gerçekçi bir çözüm değildir. Tüketim ekonomisinin yasaları tüketimin azaltılması yönünün tersine azami ölçüde arttırma yönünde işlediğinden dini inançlarla çelişecek, dini inanç ve duygular bu yasalar üzerinde etkili olmayacaktır İnsan Hazzının tüketim ekonomisi sistemi tarafından uyandırılan dayanılmaz çekiciliği, dini düşünce, inanç ve dinsel ahlak kuralları ile önlenemeyecek güçte olarak ortaya çıkmaktadır. Sonunda Robert Bocock tarafından da itiraf edildiği gibi Hinduizm, Musevilik, İslam, Hristiyanlık, Budizm, hatta Konfüçizm gibi bütün dinler tüketme arzusundaki artıştan etkilenmeye devam etmektedir. “…temel maddelerin sağlanması ile ilgili dönemsel krizler dışında, modem/postmodem yaşam tarzının, transistorlu radyolar, teypler, blucinler hatta otomobil ve' televizyonlar gibi, daha az gerekli maddelerine duyulan arzular”,  ortaya çıkmaktadır Diğer yandan tarihte bilim ve din arasındaki çatışmada, dinsel inanç ve kural uygulayıcılarının toplumda hasar verici olumsuz psikolojik ve toplumsal etkileri görüldüğünden laik toplumsal sistemin bulunduğu bir toplumda uygulanarak benimsenmesi çok zordur. Dini inanç ve duygulanımları bireysel alanda tutmak daha işlevsel olmasını sağlar.

    Tüketim toplumunda gerekli davranış değişiklerinin ortaya çıkması için en etkili yol ve yöntem, içinde yaşadığımız toplumun bağlı olduğu ekonomik ve toplumsal yasaları açığa çıkararak bilincine varmak, bu bilince bağlı olarak gerekli olan toplumsal ve ekonomik davranış biçimlerini belirlemektir. İki yüzyıldan beri giderek artan, İrademiz dışında varolan ekonomik ve toplumsal yasaların dünyamız ve tüm insanlık üzerindeki olumsuz etkilerinin bilinmesi, olumlu davranış değişiklerinin kazanılması için en etkili çözüm yoludur.       

     Gerekli olan Toplumsal Davranış Değişikliğinin oluşumu için, en küçük üretici birimi olan küçük bir çiftçi ve esnaftan başlayarak, en karmaşık ve büyük üretici birimi olan kompleks fabrikalara kadar, üretim faaliyetinde bulunurken çevre ekonomisi düşüncesi sistemine bağlı olarak uygulanması gereken ilkeleri şöyle sıralayabiliriz:

1- Ekonomik krizlerden kaçış ve azami kar elde etme  anlayışının gereği olarak görülen tüketim ekonomisi faaliyetlerine son verilmeli, bu amaçla tek ve kısa sürede tüketilen ürünlerin üretim faaliyetlerinden vazgeçilmelidir.  En büyük kriz ve maliyet artışının çevre ve ekosistemin bozulması olduğu unutulmamalıdır.

2- Daha az ama daha dayanıklı, kaliteli,  sağlıklı, yeni olma niteliği kullanım zaman süresi uzun olan ürünlerin üretimine dayanan bir ekonomik modele geçilmelidir. Bu Ekonomik model “Yavaş Tüketim”e,  “Yavaş (Sakin) Yaşam” a geçmeye yol açmalı, aşırı rekabeti, aşırı tüketimi sonlandırmalıdır. Ekonomik sistemin bu özellikler kazanarak çalışmaya başlaması, giderek azalan doğal kaynakların tasarruflu kullanılmasını sağlayacak, canlı türlerinin yok olmasını, küresel salgın hastalıkların ortaya çıkmasını, çevre kirliliğini önleyecektir.

3- Kaliteli, dayanıklı, yenilik nitelikleri uzun ömürlü ürünlerin üretimi,  yeni ve büyük yatırımları azaltacaktır. Ortaya çıkacak olan istihdam sorunları, çalışma saatlerinin azaltılması ve esnek çalışma düzenlemeleri ile çözümlenebilecektir ki yapay zeka teknolojilerinin gelişmesiyle yeni üretim teknoloji ve yöntemleri eninde sonunda bu çalışma düzenlemelerini gerektirecektir.

4- Çevre ekonomisi anlayışına dayalı, aşırı rekabeti, aşırı tüketimi dışlayan ekonomik sistem, sadece her ülkenin kendi içindeki kentlerinde değil,  bütün ülkeler arasında, rekabeti yavaşlatarak işbirliğinin geliştirilmesini gerekli kılar. Korona Virüs küresel salgın hastalığında da görüldüğü gibi, çevrenin korunması için uluslararası ekonomik işbirliği sağlanmalıdır. Daha yavaş, daha sakin, savurgan değil,  tasarruflu bir ekonomik ve toplumsal yaşam sürdürülebilir ekonomi için şarttır.

5- Çevreci- ekolojist ekonomi anlayışı, şu zaman diliminde yaşadığımız dünyadan başka bir dünyada yaşama olanağımız olmadığı için zorunlu olmaktadır. Çevrenin korunmasına yönelik maliyetlere katlanarak yapılacak üretim, çevre sorunlarının ortaya koyacağı maliyetlerden her zaman için düşük olacaktır. Çevre vergileri konularak çevrenin korunması yerine, en büyüğünden en küçüğüne her bir üretim birimi kendi önlemlerini almalıdır.  Gerekli önlemleri almayanların ekonomik faaliyetlerine izin verilmemelidir. Çevre vergileri ekonomik birimler tarafından ürettikleri ürünlerin fiyatlarına yansıtıldığı için ve sonuçta çevreyi kirletmelerine göz yumulduğu için, sağlıklı önlemler olmamaktadır.

6- Çevreyi kirletmeyen ve en az kirleten teknolojilerle üretim yapılmalı, bu üretim teknolojileri teşvik edilmelidir.

7- Üretim ve tüketim süresi içinde ortaya çıkan atıkların geri dönüşümle yeniden üretimde kullanılarak doğal kaynakların tüketiminde tasarruflar sağlanmalıdır.

8- Çevresel Etkilerin Değerlendirilmesi (ÇED) Raporları bilimsel yöntemlerle değerlendirilerek sonuçları, bilimsel tarafsızlık ilkesine sadık kalınarak tüm sivil toplum kuruluşları, ilgili bölge kişileri ve yatırımcılarla paylaşılmalı, doğal çevrenin ve kaynakların korunmasından ödün verilmemelidir. En büyük yatırımın çevre-ekosistemin korunması olduğu unutulmamalıdır.

9- Okul müfredatlarına Çevre Eğitimi konusu üretici ve tüketici olarak her düzeyde olan kişilere hitap edecek şekilde, en güncel bilgileri kapsayarak konulmalı, doğal kaynakların verimli kullanılması konusu uygulamalı olarak öğrencilere verilmelidir.



10- Herve Kempf’in de yazmış olduğu gibi, ancak her ülkede ve her zengin için geçerli olmamak üzere, özellikle dünyanın aşırı serbest gelişmiş ülke zenginlerinin, aşırı zenginliklerinin daha da artması;  zenginliklerinin, otorite ve hakimiyetlerinin sürmesi için bugünkü tüketim ekonomisini; çevre kirlenmesine, ekolojik ve doğal dengenin bozulmasına, yasa ve hukukun kendi çıkarlarına yönelik çalıştığı bir toplumun varlığı için demokratik sistemin ortadan kalkmasına rağmen istemekte ve savunmaktadırlar.

    Sahip oldukları parasal ve siyasal gücün yanında devletlerin savunmalarının özel askeri şirket güçlerine teslim edilmesi ile birçok devleti kontrol edebilir güce de sahip olmalarının yolunu açmıştır. Ülkelerin güvenliği en gelişmiş ülke ordularından daha donanımlı özel şirket ordularının operasyonlarının insafına bırakılmıştır. Daha fazla zenginleşmek, egemen olmak, piyasaları kontrol altına almak isteyen dünya şirketlerinin gizli ordusu dünyayı kontrol altında tutmaya başlamış, bütün ulusal orduların üstünde bir güç olmaya başlamıştır. Sahip oldukları güçlerin vermiş olduğu cesaret ile bu zenginler, hiçbir hukuki yasayı; toplumsal ve ekonomik yasayı önemsemeyerek kendi azınlık çıkarlarını bütün toplumsal çoğunluğun çıkarının üstünde görmeye başlayarak dünyanın felakete sürüklenişi önemsememiştir.

Yirmi birinci yüzyıldaki bu toplumsal gelişmeler, çevre ekonomisinin ilkelerinin uygulanabilmesi için, çoğunluğun iradesinin kazanması için, demokrasinin tam olarak hakim olduğu-yasa ve hukukun tarafsız üstünlüğünün kabul edildiği- toplumların varlığını zorunlu kılmaktadır.

  


İsmail İNCİ,  16/05/2021

ismailinci60@gmail.com

     www.facebook.com/bgi.inci

     https://twitter.com/ismailinci

    




 

 

 


19 Kasım 2020 Perşembe

ÇEVRE EKONOMİSİ-1- GEÇMİŞ ÇAĞLARDAKİ İZLERİ




 

ÇEVRE EKONOMİSİ (1)

 TANIMLAR-TARİHSEL SÜREÇTEKİ İZLERİ



     Bütün canlılar bir çevre içinde yaşarlar. İnsan ve diğer canlı toplulukları üzerinde etkili olan, aynı zamanda insan ve diğer canlıların birbiri üzerinde karşılıklı etkileşimde bulunduğu bir yeryüzü parçası vardır. İşte insanın kendisinin ve bütün canlıların içinde bulunduğu, canlı cansız bütün varlıkların karşılıklı etkileşim ve iletişim içinde oldukları doğa veya yeryüzüne ortamına “Çevre” diyoruz. Çevre içinde ortaya çıkan olgular bir sistem içinde gerçekleşir. Çevre sisteminin dengede olması,  olumlu çalıştığını, çevreyi oluşturan varlıkların arasındaki etki ve iletişimin sağlıklı olduğunu, tersi durumda çevre sisteminin olumsuz durumda bulunduğunu gösterir. İnsanın mutluluk ve refahı, olumlu, sağlıklı işleyen bir çevre sistemi (doğal sistem) içinde gerçekleşir. Çevre sisteminin kalitesi arttıkça insanın yaşam kalitesi, refahı da artar.

     Toprak, hava, su, madenler, yaşayan bitki ve hayvan organizmaları,  insan yaşam ve refahının devamı için gerekli ekosistem mal ve hizmetleri “Doğal Kaynakları” oluşturur ve bunlar aynı zamanda insanın ekonomik faaliyetlerinin temeli olan Doğal Sermayedir. Ekosistem ya da ekolojik sistem, insan ve diğer canlı toplumlarının bir arada uyum ve denge içinde gelişmelerini sürdürebilmeleri için gerekli olan koşulların bütünüdür. Bu koşulları etkileyen olay, süreç ve değişimler, biyolojik çeşitlilik ve türleri etkilemiş olduğu için Ekosistemin dengesinin bozulmasına, ekosistemin bozulması çevre sisteminin kalitesinin bozulmasına neden olarak insanın yaşam kalitesinin ve refahının bozulmasına etki etmektedir. Çevre sistemi ekosistemi de içine alan daha geniş bir alandır ve insan doğal çevre içinde olduğu kadar kendi toplumsal yaşamı sürecinde geliştirdiği kırsal ve kentsel çevre gibi yapay çevreler içinde de yaşamını sürdürmektedir.

     Ekosistem dengesi insanoğluna temiz hava ve suyun sağlanması, güneşin zararlı ışınlarından korunması, sellerin ve kuraklığın önlenmesi, yaşanabilir iklim ve atmosfer ortamının sağlanması, biyolojik çeşitliliğin devamının korunması olanaklarını verir. Doğa-çevre sisteminin bozulması, ekosistemi bozduğu gibi, ekosistemin bozulması da doğal sistemi-çevre sistemini bozar. Tüm bu sistemlerdeki bozulmalar da insan refah ve yaşam kalitesinin bozulmasına neden olmaktadır.


     Ekonomi bilimi, kıt olan kaynaklarla insan gereksinmelerin karşılanması yol ve çarelerini arayan bir bilimdir. Gereksinmelerin karşılanması, çevre sistemi içinde bulunan doğal kaynakların kullanılması, yeniden üretilmesi ile gerçekleşir. Bu nedenle ekonomik sistem daha büyük bir sistem olan çevre veya yeryüzü sisteminin bir parçasıdır. Çevre sistemi dengesinin bozulması bağlı olarak ekosistemin bozulması; doğal kaynakların(toprağın, bitkilerin, madenlerin, havanın, suyun) azalması, kirlenmesi, bozulması üretim sürecinin olumsuz etkilenmesine neden olduğundan ekonomiyi de olumsuz etkileyecektir. Daha az toksit maddelere maruz kalmak, daha fazla temiz havaya, suya, ormana sahip olmak, ultraviyole ışınlardan daha fazla korunmak..vb ekonomiyi daha verimli yapar.

     Ekonomik faaliyetler sağlıklı insana bağlı olarak yapılan faaliyetlerdir. Çevre ve ekosistemdeki bozulma insan sağlığını da olumsuz etkilediğinden, ikincil bir etken olarak ekonomik faaliyetleri olumsuz etkilemektedir. Hava ve su kirliliğine bağlı olarak ortaya çıkan hastalıklar insan sağlığını bozarak üretimde azalışlara neden olur. 

     Bu etkiler nedeniyle çevre sistemi-ekosistem ve ekonomik sistem birbirinden ayrılmaz bütündür. Bu gerçeklikten hareket ederek “Çevre Ekonomisi” kavramını, ekonominin tüm üretim ve tüketim süreçlerinde çevre sistemi dengelerinin korunması süreç ve faaliyetleridir, olarak tanımlayabiliriz.

    İnsanlar önce doğal çevrenin tüm niteliklerinin hakim olduğu kırsal alanlarda topluluklar halinde yaşamaya başlamışlardır. Kırsal yaşam çevreleri olan köy çevresindeki yaşam dağınık, salt tarım ve hayvancılığa dayanan, ticaret ve tekniğin, el sanatlarının gelişmediği az nüfusa sahip yerleşim yerleridir. Kentsel çevre, kırsal çevrelerin tersine, nüfusun, ticaretin, el sanatlarının, sanayinin aşırı arttığı, her alanda bilgi ve sanat sahibi yurttaşların toplandığı yerleşim yerleridir. Kırsal yerleşim yerlerinde doğal dengeler bozulmadığı için çevresel sorunlar ortaya çıkmaz, çıkan sorunlar varsa da yine kentsel yerleşim yerlerinden kaynaklandığı görülür. Çünkü kentsel yerleşim çevrelerinde, aşırı nüfus ve doğal kaynakların aşırı tüketimi, gerekli düzenlemeler yapılmadığı taktirde tüm yaşama ait dengeleri bozmaktadır.

TARİHTE ÇEVRE SİSTEMİNİN BOZULDUĞU YER VE ZAMANLAR:

    Antik çağlardan başlayarak hemen bütün zamanlarda ticaretin geliştiği, ticaret ile birlikte el sanatlarının, tekniğin ve sanayi üretiminin geliştiği bölgelerde nüfus yığılmaları oluşmuş, daha büyük yerleşim ve büyük nüfus artışları ile birlikte doğa ve çevre sorunları ortaya çıkmıştır. Bu sorunlar, İlahi dinlerin kıyametin habercisi olarak saydığı belirtilerdir ve bu yaşama çevreleri insanların büyük kentsel yaşam çevrelerinde yaşamaya başladıkları ilkçağlardaki Babil, Roma, Milet, Bağdat...vb gibi birçok kentlerde görülmüştür. İslam dininde bina ve zinanın artması, ahlakın bozulması, savaş ve yıkımlar kıyametin belirtileri olarak sayılır. Kentleşmenin ilk büyük yerleşimlerinin üç bin yıl önce Ur, Nippur, Heliopolis, Asur, Ninova, Babil’de kurulduğu görülür. Hz.İbrahim’in memlekeri Ur antik kenti kanalları, limanları ve tapınaklarıyla 890.000 m2’lik bir yüzölçümüne ve 250.000 civarında bir nüfusa sahipti.



      Roma’nın, imparatorluğun en görkemli olduğu çağda bir milyona yakın nüfusu vardı. Roma’daki bu büyük nüfus artışı, kent çevresinin, ekolojik ve doğal çevrenin bütünü ile bozulmasına neden olmuştur: “Tifo, tifüs ve koleraya bu açık davetiye olmasa bile sıtmanın yaygın oluşu Roma’yı ve çevresindeki bölgeleri dünyanın en sağlıksız yeri

haline getirmişti; Henry James’in Daisy Miller'ım" okuyanların pek iyi bilecekleri gibi, bu durum XIX. yüzyıl sonlarına değin de devam etti. Sağlık bakanlığı istatistikleri olmasa da, Humma Tanrıçası adına kurulan sunak ve ibadethanelerden sıtma hastalığının kronik tehdit oluşturduğunu anlıyoruz; bu arada tekrarlayan öldürücü ve yıkıcı hastalık salgınlarının tek bir günde binlerce insanın ölümüne neden olduğunu tarihsel kayıtlardan biliyoruz. İmparatorluğun zaferlerle dolu en müreffeh dönemlerinde bile Roma’nın sık sık -MÖ 23, MS 65, 79, 162— kırıp geçiren veba salgınlarına uğraması şaşırtıcı mıdır? ” (s. 276, Lewis Mumford, Tarih Boyunca Kent)… “Roma’da nüfus artışı bir tekerlekli araç trafiği talebi yaratır yaratmaz trafik sıkışıklığı dayanılmaz hale geldi. Julius Caesar’ın iktidara geçtikten sonra yaptığı ilk icraat, Roma’ın merkezini gündüzleri araç trafiğine kapamak olmuştu. Bunun etkisi elbette, geceleri taş döşeli yollar üzerinde ahşap veya demir tekerleklerin çıkardığı sesler nedeniyle insanları uykularından eden bir gürültü yaratmak oldu. (” (s. 277, Lewis Mumford, Tarih Boyunca Kent)


Roma’da aynı zamanda çağımızın birçok büyük kentinde olduğu gibi çarpık bir kentleşme düzeni ve çevre sisteminin bozuk olduğu görülür ve çarpıklığın insan topluluklarına bir yansıması olarak bu kentlerde gelir ve yaşam düzeyinde eşitsizlik vardır: “Plutarkhos’a göre, Tiberius Gracchus gayet iyi söylemişti: “Yerdeki hayvanların ve gökteki kuşların yuvaları ve korunacakları yerleri var, fakat İtalya için savaşıp ölen insanlar sadece gün ışığının ve havanın lütfuna erişebiliyor.” İmparatorluk dönemine gelindiğinde Roma’da ışık ve hava da kalmadı. Tarihte daha önce hiç görülmediği şekilde katlar birbirinin üstüne yığılmıştı. Juvenalis, MS II. yüzyılda şunları yazar: Kule gibi yükselen evlere bir bakın. Kat kat üstüne on kat yükselen evlere.

Soyluların geniş, havadar, sıhhi, banyolu ve tuvaletli, kışın sıcak havayı zemindeki bölmeler sayesinde taşıyan, külhanlarla ısınan evleri belki de XX. yüzyıla kadar ılıman bölgelerde inşa edilmiş en geniş, en rahat ev tipiydi; ev mimarisinde bir zaferdi. Fakat Roma’daki kira evleri, Napoli’den Edinburgh’a hatta aynı spekülatif yanlışa bir ara teslim olan Elizabeth çağı Londra’sına kadar her yerde, aşırı dolu binalar ve aşırı kalabalık odaların sıradanlaşmaya başladığı XVI. yüzyıla kadar. Batı Avrupa’da inşa edilmiş en kalabalık ve en sağlıksız evler olma ödülünü hiç zorlanmadan kazanacak durumdaydı. Bu binalar sadece kötü ısıtılan, atık su borularından veya tuvaletlerden yoksun, yemek pişirmeye uygun olmayan, havasız ve aşırı derecede kalabalık bir sürü odadan oluşan evler olmakla kalmıyor, doğru düzgün bir günlük hayat için gerekli donanımdan yoksun olmanın yanı sıra öyle kötü ve yüksek inşa ediliyorlardı ki, içinde oturanlara o dönemler sıkça rastlanan yangınlardan kurtulmak için güvenli bir çıkış imkânı bile vermiyorlardı. Bu binaların sakinleri tifo, tifüs ve yangından kurtulmayı başarsalar da, binanın çökmesi sonucu enkaz altında kalıp ölmekten kurtulamıyorlardı. Bu tür kazalar sıkça olurdu. Bu adacıklar öylesine kötü bir biçimde inşa edilmişlerdi ki, Juvenalis’in sözleriyle, “her rüzgâr estiğinde sallanırlardı.” Bu ifade şiirsel bir abartı sayılmazdı.”( s. 280, Lewis Mumford, Tarih Boyunca Kent)

 


Yerleşim alanlarının aşırı büyüdüğü nüfusun aşırı yoğunlaştığı, tarımsal, ticari ve sanayi ürünlerinin aşırı arttığı kentsel yerleşimlerde (metropollerde), hemen her dönemde, çağımıza göre düşük hacimde ve kısa süreli de olsa, çağdaş ekonomilerde görülen ticari ve ekonomik krizlerin ortaya çıktığı görülür. Çevresel dengelerle birlikte ekonomik dengeler de bozulmaktadır. Kentlerde aşırı zanaatkâr, aşırı ticaret, aşırı zirai ürün dolaşımı, kentsel ekonomik sisteminin dengelerini bozmuş, aşırı nüfus ve aşırı tüketim de çevre sorunlarına neden olmuştur.   

    Aristoteles iyi bir hayat yaşamak için kentsel yerleşimleri savunur, çünkü kentsel çevre; bilimin, sanatın, refahın geliştiği, “ iyi bir hayatın hem yerel hem de evrensel niteliklerini” taşıyan yerlerdir. Kentlerde gelişmeyi sağlayacak her sanattan yurttaş bulunur. Aristoteles’in otoritesine bağlı olarak kentsel yaşamı savunan ve destekleyen Roma ve diğer Helen kentleri, çevre ve ekonomik sistemin(doğal dengenin) bozulmasına rağmen ölçüsüz büyümeyi engellememiş, kentsel yaşamın metropolleşmesini desteklemiştir. Bu gelişmeler sonucunda kentlerdeki yaşam, refah içinde rahat bir yaşam süren zenginler için bile: “…nefret edilesi bir hayata dönüşmüştür. Hem Mısır hem de Mezopotamya kültürlerinden bize, uygar bir hayatın beyhudeliğinin getirdiği ümitsizlik duygusundan dem vuran, intihar üzerine yazılmış iki klasik diyalog” (s.147, Lewis Mumford, Tarih Boyunca Kent) kalmıştır.

      Gerçekte Aristoteles kentsel çevredeki yaşamı savunurken kentin, doğal dengesini bozmayacak, kendi kendine yeterli olabilecek büyüklükte ve nüfusta olması gerekliliğini: “…büyük ve alanın kenti tümüyle yok etmeden ya da yeni tür bir kentsel örgütlenme getirmeden istenildiği gibi arttırılamayacağının, yeni bir kentsel örgütlenmenin hayatın hem küçük ölçekli biçimini hem de büyük ölçekli bir modelini içermesi gerektiğini de savunmaktadır. Aristoteles’ten önce de Yunanlılar kentlerinin aşırı büyümesini istemiyorlardı. Bir kentin nüfusu elli bine yaklaşınca o kentteki yurttaşlar başka coğrafik sınırları keşfetmek için yola çıkıyor, buldukları yaşamaya uygun yerleşim yerlerine göç ederek yeni yerleşim yerleri kuruyorlardı: ““Koloni kuran başlıca kentler, Rodos ve Küçük Asya’daki Miletos gibi büyük ticaret merkezleriydi. Miletos kenti, söylenilenlere göre, yetmiş kent kolonisi kurmuştu… birçok Yunan kenti gelişme evrelerinde büyük bir nüfusa veya geniş bir araziye sahip olmaya hiç niyetlenmemişti. Birkaç bin kişilik nüfusa sahip kentler, daha kalabalıklaşmadan dışarıya koloniler göndermekteydi. Kent daha büyük bir nüfusa sahip olmayı arzulasa bile, ekilebilir arazinin kıtlığı ve su miktarının sınırlılığı bu büyümeye engel olmaktaydı. Etrafı zengin alüvyon topraklarıyla çevrili olmasına



rağmen Atina’nın nüfusu V. yüzyılda, köleler dahil yüz bini aşmıyordu”(s.170 Lewis Mumford, Tarih Boyunca Kent,)

     Bu koloniler kurulurken yeterli su, ekilebilir ve avlanabilir yeterli arazi bulunması ile birlikte ünlü hekim Hippokrates’in “Hava, Su Ve Mekânlar” adlı eserindeki arazisinin seçimi, kent planlaması, sağlık ve çevresel öğütlerine önem verilmiştir. Böylece kurulacak kentin binalarının, sokaklarının aşırı güneşten korunaklı olması, serin rüzgârlar alacak şekilde planlanması, binalar arasında temiz havanın dolaşması gerekliliklerini; toplanma alanlarının kalabalıkları seyrek tutacak kadar geniş kurulmasını,  bataklık ve sağlıksız arazilerden uzak, termal ve temiz su kaynaklarına yakın olmasını öğrenmişlerdi.

      Ancak zaman içinde önce Yunan sonra da Roma koloni kentlerinde, Aristoteles’ten gelen görüşün etkisi ve kent yerleşimlerinin doğal gelişim sürecine bağlı olarak aşırı büyüme ve gelişmesi sırasında Hippokrat’ın bu önerileri, kent içinde daha sağlıklı ortamlarda yaşama olanağına sahip yöneticilerin, varsılların refah içindeki yaşamlarından vazgeçemeyerek küçük harcamalardan kaçınmaları ile yerine getirilmemiştir.

     Dergimizin önümüzdeki sayısında çağımızda, çok daha artan kentsel (metropol) çevrede yaşamın ve aşırı kentsel yaşamla birlikte bin sekizyüzlü yıllardan sonra ortaya çıkan sanayi ve teknolojide ilerlemelerin neden olduğu doğal dengenin, ekosistemin bozulmasının nedenlerini, sonuçlarını ve alınacak önlemleri ele almaya çalışacağız.


                                  



         İsmail İNCİ,  20/11/2020


  ismailinci60@gmail.com
  www.facebook.com/bgi.inci
  https://twitter.com/ismailinci

 









24 Temmuz 2020 Cuma

SALGIN HASTALIKLARIN EKONOMİ ÜZERİNE ETKİLERİ VE ALINACAK ÖNLEMLER




SALGIN HASTALIKLARIN (VE KORONA VİRÜS 2019’UN) EKONOMİ ÜZERİNE ETKİLERİ VE ALINACAK ÖNLEMLER

       İnsanların bireysel hastalıkları yanında, ülkelerin belirli bir yerinde veya bölgesinde zaman zaman yaygın olarak hastalıklar ortaya çıkmaktadır. Yerel ve bölgesel hastalıklar birbirine bulaşan nitelikte olduğunda salgın hastalık olarak yayılmaktadır. Bulaşıcı hastalığın gücüne bağlı olarak ve alınan sağlık önlemleri ile salgın hastalıkların bir kısmı, çıkmış olduğu yörenin ve bölgenin dışına çıkmadan ortadan kalkar. Belirli bir yörenin, alanın sınırları içinde tahmin edilebilir bir oranda meydana gelen salgın hastalıklar “ endemik” hastalık olarak tanımlanır. Ülkenin belirli bir coğrafik bölgesinde, toplum içinde yaygınlaşan salgın hastalık ise “ epidemi” olarak tanımlanır ve ülkelerin içinde ortaya çıkan salgın hastalıklar için kullanılan çok genel bir salgın hastalık tanımıdır. Kanalizasyon suyunun içme suyuna karışması ile ortaya çıkan ve alınan önlemlerle bir alanda kalan bir tifo hastalığı endemik, bölgesel olarak salgın durumu alan bir kolera hastalığı epidemik bir salgın hastalıktır.
     Sivrisineklerle yayılan sıtma, bitlerle insan insana bulaşan tifüs, farelerle yayılan veba, karasineklerin bulaşıcılığı yaygınlaştırdığı içme suları, yiyeceklerle bulaşan dizanteri..vb hastalıkları insanlık tarihinde çok sık yaşanmış olan epidemilerdir. Epidemi için aşağıdaki alıntımız iyi bir örnek oluşturur:
     “Âniden ortaya çıkan kolera salgınlarının bir sebebi çoğu kez suların kirlenmesidir.698 Epidemiler, nehir, ırmak, dere gibi akarsuların veya kanalların geçtiği bölgelerin çevresinde görülmektedir. Epideminin şiddeti bölgenin nüfus yoğunluğuna, halkın beslenme ve fizyolojik durumuna göre değişmektedir.699 Bağdat ve diğer Irak şehir ve kasabalarından bir çoğunun içme ve temizlenme suyunun kaynağı Dicle’dir. Nehirin geçtiği yerlerde belirli su alma-temizlenme noktaları vardır ve buraların ahalisi tarafından sürekli olarak kullanılmaktadır. Halkın “akan su pis tutmaz” zihniyetini genel bir inanç diye kabul ettiği esasen herkes tarafından bilinmektedir. Doğal olarak büyük şehir ve kasabalarda kirlenen nehir, tifo ve kolera mikrobunu ve dizanteri amip ve basillerini naklederek büyük salgınlara sebep olmuştur. Bağdat’taki kolera vakaları, Suriye’den Cerabulus-Fırat yoluyla gelen askeri birlikleriyle taşınmıştır. Bu yol, Bağdat’a Suriye’den en kısa yoldur. 1916 Mayıs ayından 1917 Mayıs ayına kadar Bağdat’ta koleradan ölüm oranı yüzde 25’tir. 700 “ (s.261, Salgın Hastalıklardan Ölümler, 1914-1918- Hikmet Özdemir)
    Pandemik hastalıklar ise coğrafi bölgeleri aşan bir salgın anlamına geliyor. “Pandemi”;  bir ülkenin coğrafik bölgelerinin tamamında,  ülkeler arasında ve dünyanın tamamında yayılmış olan hastalıklar için kullanılan bir terimdir.
     Bütün salgın hastalıklar önce fare, sivrisinek, bit, pire, corona virüste tahmin edildiği gibi yarasa gibi bazı hayvanlarla ve kirli su, yiyecek, hava aracılığı ile insanlara bulaşmakta, sonrasında bir yandan bu taşıyıcılar, diğer yandan da insandan insana bulaşarak yayılır. Kıtalararası, dünya çapındaki pandemik hastalıklar, genel olarak önce dünyanın bir ülkesinde ortaya çıkarak bu ülkede salgın durumuna gelmekte, diğer ülkelere de bu ülkeden ticari, askeri ve gezi amaçlı yer değiştirmelerle ortaya çıkan ilişkileri ile diğer ülkelere bulaşarak yayılmaktadır. 1830 yılındaki Hindistan’da çıkarak Orta Doğu, Yakın Doğu ve Avrupa ülkelerine yayılan kolera salgını, 1344’te ortaya çıkan Avrupa’da ve Asya’da milyonlarca kişinin ölümüne neden olan veba hastalığı pandemik salgın hastalığa örneklerdir.

     Pandemik hastalıklar tüm dünya insanlarının sağlığını ölümcül olarak etkilediğinden, hastalığın önlenmesi için tüm ülkelerin ortak önlemler almaları, birbirleri ile yardımlaşma ve dayanışma içinde olmaları gerektiği düşüncesini ortaya koymuştur. Bütün ülkelerde erken önlemler alınarak, ortak olarak pandemi ile mücadele etmek amacıyla, çeşitli tarihlerde toplanan uluslararası konferanslar sonucunda 1923’te Cenevre’de Dünya Sağlık Örgütü kurulmuştur. Dünya Sağlık Örgütü hakkında ne kadar olumsuz eleştiriler haklı olsa da, böyle bir örgütünün varlığı yine de her açıdan dünya sağlığı için önemlidir. 
    Salgın hastalıklardan korunmada öncelikli olarak alınacak en önemli önlem, hastalığı yayan bulaştırıcılardan korunmak, uzak durmaktır. Veba’da fare ve pirelerden, tifüs’te bitlerden; kolera ve tifo hastalıklarında karasinekten ve kanalizasyon suları ile kirlenen su ve yiyeceklerden uzak durmak ve korunmak ve aynı zamanda tüm bu hastalıkların taşıyıcısı durumuna gelmiş hasta insanların sağlıklı insanlardan uzakta durması, eşya ve yiyeceklerinin kullanılmaması gerekmektedir. Hastalığın çıktığı ve yayıldığı ülkelerin, hastalığın bulunmadığı veya yeni ortaya çıktığı ülkelerle ilişkilerde bulunmamalıdır. Bu salgın hastalıklardan uzak durma önlemleri karantina önlemleri ile sağlanmaktadır.
     Karantinayı şu şekilde tanımlayabiliriz: Tüm salgın hastalıklarda hastalığı bulaştıracak bulaşlardan sağlıklı olanları korumak ve bulaşıcı hastalığın yayılmasını önlemek için başta evden dışarıya çıkma yasağı olmak üzere alınan sağlık önlemlerinin tümü ve salgın hastalığın bulunduğu ülkelerden gelen eşya ve yolcuların, girmek istedikleri ülke halkı ile hastalıkla temasını önlemek önce belirli bir yerde belirli bir süre tecrit (izole) edilmeye mecbur tutulmalarıdır.
     Zorunlu karantina önlemlerinin, toplumsal ve ekonomik çok büyük olumsuz sonuçları olmaktadır. Bir yandan Karantina önlemleri nedeniyle üretim yerleri kapandığından üretim faaliyetleri durmakta, diğer yandan talebin-tüketimin düşmesi sonucu üretim faaliyetleri düşmekte, dünya ticareti yapılamadığından üretim zincirinin kopması nedeniyle üretim koşulları zorlaşmaktadır. Bütün bu ekonomik olumsuzluklar ticari yaşamın durmasına, işsizliğe, yeterli ürünün üretilememesine neden olmakta, sonuçta ekonomide büyümenin durmasına, yoksullaşmaya, kıtlığa ve hatta açlığa giden sonuçlara yol açmaktadır.  
     Dünyada içinde bulunduğumuz Korona Virüsü 2019 pandemisinin de ekonomik olumsuz etkileri ülkemizde ve tüm ülkelerde hissedilmektedir. Türk ekonomisinde kapasite kullanım oranı yüzde altmışlara, hatta bazı sektörlerde yüzde doksanlara kadar düşmüştür. Turizm gelirleri buna örnektir. Birçok sektör amaçlarının artık kar elde etmekten çok hayatta kalmak olduğunu söylemektedir.
     Birçok ülkenin Korona Virüs salgınını önlemek için sınırlarını kapatmış olması küresel ticarete engel olmuş durumdadır. Diğer yandan Çin başta olmak üzere hammadde ve ara malı üreticisi ülkelerde işine gidemeyen çalışanlar nedeniyle üretimin yapılamaması ve azalması, ara malı tedarik edilemediği için talebi olan bazı ürünlerin üretimi de yapılamamaktadır. Dünyada birçok büyük ve küçük şirket yüksek teknolojili ürünlerini ve ara mallarını Çin’de üretmektedir. Güney Kore ve Japonya ile birlikte Çin’de üretilen bu ara malların dünya ticaretinin Korona Virüs nedeniyle durmasıyla tedarik edilememesi, dünya üretimini olumsuz etkilemiştir. Bu durumdan Çin’in bir sorumluluğu yoktur. Dünyanın büyük şirketleri dahil bir çok şirket, çok düşük emek maliyetiyle rakabet avantajı elde etmek ve bir buçuk milyarlık nüfusu ile dünyanın en büyük pazarından biri olan Çin’den yararlanarak çok daha büyük karlar sağlamak amacıyla fabrikalarını bu ülkeye taşımışlardır. Dünyada üretim yapan şirketlerin birçoğunun tedarik zincirlerini Çin’e bağlaması, Korona virüs salgını sonrasında dünyadaki üretimi durdurmuştur:
Wuhan’da işçiler otomotiv, elektronik, eczacılık ve moda endüstrisi için küresel tedarik zincirinde kilit önemde bir yere sahipler….Hyundai tedarik zincirinde bozulmalara meydana geldiğini çoktan kabul etti; Güney Koreli otomotiv kuruluşu yedek parça sıkıntısı nedeniyle bazı fabrikalardaki üretimi askıya aldı.
Çin devasa  bir ara ürün imalatçısı. Fabrikaları bir kez kapattınız mı, herkesi etkileyecektir. “(s.12, Fortune Dergisi, Nisan 2020) 

    Pandemik salgın hastalıklarda hastalıktan korunmak amacıyla alınan önlemlerden öncelikle hizmet sektöründe çalışan şirketler ve insanlar etkilenmektedir. Dolaşımın ve gezilerin yasaklanması ile Seyahat ve turizm şirketleri, insanların birbirleri ile temasının önlenmesi için alınan karantina önlemleri ile otel, lokanta, restaurant, kafe, kahvehane ve kıraathaneler, berber ve kuaförler, eğlence merkezleri, spor karşılaşmaları,  her türlü aracılık hizmeti gören ofis ve yazıhaneler, alışveriş merkezleri ve mağazalar, okul ve mahkemeler..vb  kapatılmak zorunda kalmaktadır. Kapatılan bu çalışma yerlerinde işsiz kalanlar geçimlerini sağlayacak gelirden yoksun kaldıklarından büyük bir yoksullukla ve zor yaşam şartlarıyla karşı karşıya kalmaktadır.

     Kamu hizmetlerine ait olan iş alanlarında özellikle güvenlik ve sağlık hizmetlerinde,  gıda sektörlerindeki üretim, dağıtım gibi temel gereksinmeler niteliği taşıdığından tam zamanlı çalışmalar sürmektedir. Adalet çalışmaları acil durumlar dışında sonlandırılmakta,  eğitim çalışmalarında okullar tamamı ile kapatılarak Korona virüs 2019’da görüldüğü gibi uzaktan eğitim çalışmaları ile sürdürülmeye çalışılmaktadır.
     Alınan önlemlerle çalışma olanağı olmayan bütün endüstri alanında fabrikalar da kapanmaktadır. Özet olarak lüks, keyif, rahatlık sağlanan tüm ürün ve hizmetlerin üretimi temel gereksinim dışında kaldığından üretim faaliyetlerini durdurulmaktadır. İnsanlığın gelişim evresinde ilkçağlarda sürdürdüğü temel yaşama biçimi olan salt gıda gereksinimini karşılama çabası her ekonomik çalışmanın önüne geçmektedir. Kendi gereksinimini karşıladığı, ticaret ve pazarlara yönelik üretimin bulunmadığı bir yaşama biçimi ortaya çıkmaktadır. Korona Virüs 2019 pandemisinde de görüldüğü gibi insanın temel yaşama gereksinmelerini sağlayan gıda, yeme içme, barınma, ısınma ürünlerine ilişkin sektörler ile ilaç, medikal ürünler, küçük ev aletleri, bazı elektronik ürünler, temizlik ve hijyen ürünler üreten sektörler dışında tüm ekonomik faaliyetler durmakta, toplumun büyük kısmı tüketici olmaktadır. 
SALGIN HASTALIKLARA KARŞI ALINACAK EKONOMİK ÖNLEMLER:
-        Salgın hastalıklar Tarihinde görülen örneklerinden hareketle Pandemiler genel olarak bir buçuk yıl sürdüğünden, bu süre içinde her türlü ekonomik faaliyetin duracağı gözönüne alınarak ülkelerin en az bir buçuk yıllık  gıda ve yaşamsal ürün (ilaç, hijyen ürünler, küçük makine ve aletler, ulaşım, iletişim araç gereçleri..vb)  stoku bulunmalıdır.
-        Tam zamanlı çalışanların gelirleri belli olduğundan ürünlerin temini sorunu onlar için yoktur. Karantina nedeni ile işini ve işyerini kaybedenlerin gereksinmelerini karşılayabilmeleri için gelirlerinin dağıtımı devlet yönetimine düşmektedir. Bireylerin Temel gereksinmelerin karşılanması toplum için önem taşır çünkü toplumsal olaylar ihtiyaçtan dolayı patlayabilir. Pandemiler ancak toplumsal dayanışma, yardımlaşma; devletin sosyal devlet olma özelliği ile aşılabilir. Bireysel çabalar büyük toplumsal sorunlara, kargaşa ve insanlık dramlarına neden olacaktır. Dünyanın en gelişmiş ülkesi kabul edilen Amerika Birleşik Devletleri’nde yaşanan sağlık sorunları ve ortaya çıkan toplumsal olaylar bu gerçeğin ders alınması gereken örneği olmuştur.
-        İşini ve işyerini kaybedenlerin gereksinmelerinin karşılanması İşsizlik Fonunda birikimi olan çalışanların bu fondan yararlanma koşullarına göre yararlandırılarak karşılanırken, böyle bir fonda birikimi olmayanların gereksinmeleri doğrudan devlet eli ile “Temel Sosyal Gereksinme Yardımı” adı altında belirli miktarlarda nakit olarak kişi ve ailelere yapılacak ödemelerle karşılanacağı gibi; doğrudan gıda yardımı, su, elektrik, kira..vb temel yaşama gereksinmelerinin devlet tarafından ödenmesi ile karşılanabilir. Pandemi süresince bütün gıda ve temel gereksinme ürünlerinin fiyatları ve satış yerleri devlet eli ile denetlenerek fiyat artışlarının ve yetersiz ürün dağıtımının önüne geçilmelidir.

-        Devlet bu harcamaları bütçesindeki tüm yatırımlarını Pandemi Harcamaları başlığı altında toplayarak pandemi sona erinceye kadar bu kalemden karşılayabilir. Ayrıca belirli bir miktarın üzerinde (örneğin 5000TL.) aylık geliri olanlara pandemi sona erinceye kadar “ Sosyal Dayanışma Vergisi” (%5-10) koyarak karşılar.  Bireylerin aralarındaki, sivil toplum kuruluşları ve kurumları aracılığı yapılan dayanışmaları teşvik eder, destekler.
-        Eğer pandemi süresince yeterince gıda ve gerekli temel ürün stoku bulunmuyorsa veya pandeminin uzun sürmesi ile eksiklik ortaya çıkmış ise, gerekli önlemler alınarak gıda ve temel gereksinme üretimi harekete geçirilir.
-        Pandemiler göstermiştir ki esas olan bir ülkenin başta gıda olmak üzere diğer temel gereksinme ürünlerini kendi ülkesinde kendi üreterek karşılamasıdır. Dünya ticareti durduğundan ithal ürünlerle gıda ve diğer temel gereksinmelerin karşılanması olanaksızdır.
-        Pandemi dönemleri ülke ekonomilerinin yeniden düzenlenmesi için bir fırsat olabilir. Gereksiz ve piyasalarda gereğinden fazla sayıda hizmet ve lüks ürün üretimi yapmak üzere kurulan esnaf ve şirketlerin sayısının kendiliğinden sınırlanması ekonomik verimliliği arttıracağı gibi ekonomik krizlerin ortaya çıkmasına da engel olacaktır. İnşaat, mobilya, otomotivi, beyaz eşya, turizm, kafe, restoran.. vb. birçok sektördeki aşırı sayıdaki artışlar yerini akıllı teknolojilerle, elektronik siparişlerle, yerinden hizmetlerle mal ve hizmet üreten yeni sektörlere bırakacaktır. Verimliliğin sağlanma, israfın önlenmesi, kaynakların en iyi biçimde harcanması, çevrenin korunması, sağlıklı bir toplumun oluşturulmasına dayanan ekonomik bir sistem için fırsatlar ortaya koymaktadır.


     Sağlıklı bir ekonomi için her şeyden önce salgın hastalıkların ortaya çıkardığı ekonomik sorunlarla toplumlar karşı karşıya kalmamalıdır.  Bunun için de salgın hastalıkların ortaya çıkmasını engelleyecek önlemler almak gerekir. Bütün salgın hastalıklar sağlıksız büyük nüfus artışları ve belirli bölgelerde nüfus yoğunlaşmaları, şehirleşme, çevrenin ve doğanın dengesinin bozulması ve bunlara neden olan büyük toplumsal hareketlerle ortaya çıkmaktadır. Gelişmiş bir sanayi ve uygarlığa sahip olmak salgın hastalıkların ortaya çıkmasına engel değil tersine nedeni durumuna gelmiştir. Bill Gates’in de içinde bulunduğu birçok ünlü iş adamı, düşünür ve sanatçının toplumlarındaki sanayileşme ve sağlıksız nüfus gelişmelerine bakarak, gelecekte büyük bir salgın hastalığın ortaya çıkacağı öngörüde bulunmaları şaşırtıcı bir durum değildir. Dünyadaki sağlıksız nüfus artışının, şehirleşme ve endüstrileşmenin ileride büyük salgın hastalıkların çıkmasına neden olacağını yazanlardan birisi de Carlo Cipolli’dir:
  “10 yıl geçtikten sonra, şimdi daha iyi anlıyoruz ki "artan nüfusun beslenmesi" ne tek mesele, ne de çözümü en zor olanıdır. Dünyanın nüfusu arttıkça, karşımıza çıkan güçlükler bu artışa oranla daha da büyük boyutlar kazanmaktadır. Tıp ilmi ve kamu sağlığı alanında son yüzyılda o kadar büyük başarılar elde edildi ki, salgın hastalıklarla mücadele konusunda kendimize gereğinden fazla güvenmeye başladık. Oysa, hiç beklemediğimiz bir anda yeni, alışılmadık öldürücü salgınlarla karşılaşmamız hiç de imkansız değildir. Disiplinli, düzenli bir sanayi toplumu için böyle bir felaketle karşılaşmak çok uzak bir ihtimaldir elbette. Ama çok büyük kalabalıkların yoksulluk içinde sağlıksız çevre şartlarında yığıştığı bir dünyada hem de siyasal ve sosyal karışıklıklar, istikrarsızlıklar içindeki bir dünyada böyle bir Felaketle karşılaşmak uzak bir ihtimal değil, yakın bir tehlikedir.”(s.102,Carlo Cipolla, Dünya Nüfusunun İktisat Tarihi)
     Yangınlar, seller, savaşlar, göçler ve sığınmacılar, isyanlar, kıtlıklar, depremler..vb büyük doğa ve toplumsal olaylar, toplum ve doğadaki dengeleri bozduğundan dolayı  büyük salgın hastalıkların ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Birçok salgın hastalıkları uzmanı, araştırmacı ve düşünür bu görüştedir:
 “Andrew Nikiforuk insanlar niçin hastalanırlar sorusunun yanıtını, 19.
yüzyılda iri yarı Prusyalı ve tıp reformcusu Rudolf Virchow’un kesin olarak
verdiği görüşündedir. Bakteriyolog Rudolf Virchow, mikroplar üzerine
uzun incelemelerinden sonra, hastalığın en iyi ve en kısa tanımını
yapmıştır: “Değişen koşullardaki yaşam.” Onun değişen koşullardan kastı,
yemek alışkanlıkları, ticaret, seyahat, ev yaşamı, giysiler ve hava durumu,
kısaca tüm çevredir. Yaşam koşullarına müdahale edildiğinde, insanlar
ile mikroplar arasındaki ilişkinin önceden kestirilemeyen, çoğunlukla
da ölümcül bir sona doğru değişeceğini öne sürmüştür.” (s.6, Salgın Hastalıklardan Ölümler, 1914-1918- Hikmet Özdemir)

“Osmanlı İmparatorluğu’nda -bir eğilim olarak- isyanlar, eşkıyalık olayları,
muhaceret, kıtlık, deprem, yangın ve sel baskınları sonrası salgın
hastalıkların ortaya çıktığı öne sürülmüştür. Bu tez imparatorluk coğrafyasında
salgınların baş göstermesinde savaş faktörünün çok ciddi etkisinin
göz ardı edilmemesi koşuluyla kabul edilebilir ve bir eğilim olarak
kuşkusuz bu olgu bütün ülkeler ve bu arada Osmanlı İmparatorluğu için
geçerli olabilir…Buna göre, Osmanlı İmparatorluğu coğrafyasının
salgın hastalıklar için her zaman bir açık alan şeklinde kabul
edilmesi tezi, daha gerçekçi ve bilimsel bir yaklaşımdır. Bu ilginç tezin
sahibi, Fransız tarihçi Daniel Panzac, Osmanlı İmparatorluğu’nda Veba başlıklı
çalışmasında; modern çağda sağlık, daha doğrusu sağlıksızlık konusunda
Atlas Okyanusu ile Basra Körfezi arasında kalan geniş bölgenin
kesin bir ortaklık gösterdiğini kanıtlamıştır. .” (s.49, Salgın Hastalıklardan Ölümler, 1914-1918- Hikmet Özdemir)

“Çünkü harp demek hareket demektir. Harp yalnız hudutta kalmıyor.
Harbe giden askerler, memleketin muhtelif noktalarından gelip geçiyorlar,
yalnız askerlerden değil, harbin zorunluluklarından, sonuçlarından
olan muhacirin ve mültecilerin bir yerden öbür cihete gelip gitmesi
hastalıkları öteye, beriye götürüyor. Bir kere hastalık gelince, derhal atlatılmış
olmuyor. Bunu Sıhhiye Müdüriyet-i Umumiyesi de itiraf ediyor.”  (s.97, Salgın Hastalıklardan Ölümler, 1914-1918- Hikmet Özdemir)
      Osmanlı yurttaşı ve milletvekili olan bir Ermeni’nin Sağlık Bakanlığı bütçesi görüşmelerinde yapmış olduğu, salgın hastalıkların önlenememesi karşısında çaresizliğini yansıtan sözleri çok anlamlıdır:
1918 senesi Sıhhiye Nezareti bütçesi görüşmelerinde söz alan Halep
Mebusu Artin Boşgezenyan Efendi’nin konuşması, savaş ve salgın hastalıkların
ilişkisi ve tehcir nedeniyle karşılaşılan facialara tepkisini dile getirmiştir:
“Harp, istilâyı tevlid eyledi. İstilâ, muhacereti ve nakl-i nüfusu tevlid
eyledi. Nakl-i nüfus ve muhaceret, açlığı, çıplaklığı tevlid eyledi. Açlık,
çıplaklık da şimdi bahsedilen menhus ‘tifüs’ü tevlid eyledi. O menfus ‘tifüs’ün
biaman tırpanı ne kadar kurbanlar aldı…“Evet, ne kadar nâz ve nimetle perverde olmuş pakize ve düşizeler, kurtlardan kuşlardan eşnâ [daha fena] birtakım canavarların dendan-ı hırs
ve şehvetine kurbân oldu; neler oldu neler... İşte ben tekrar ediyorum:
Bizim hayata karşı hürmetimiz bu derece iken, dönüp de umur-ı sıhhiye
ile meşgul olmaklığımız ne kadar gülünç bir şeydir... Biz evvela hayat-ı
insaniye riayet etmeyi öğrenelim. Ondan sonra umur-ı sıhhiye-yi düşünelim…
…“Bütün cihanın terk-i silâh eylemesini temenni ediyorum. Madem ki cihan, terk-i silâh etmiyor, biz de terk etmemeye mecburuz. Diyorum ki, bütün cihan ile beraber
olarak harbi neticelendirelim, sonra sıhhat-ı umumiyyeyi düşünelim. Şimdi
hayat-ı insaniyenin hiçbir hükmü, hiçbir kıymeti kalmadığı bir zamanda
bu Sıhhiye bütçesi de beyhude bir külfettir. Onun için bu bütçeyi ilga
edelim.”294.” (s. 99-100, Salgın Hastalıklardan Ölümler, 1914-1918- Hikmet Özdemir)
    Salgın hastalıkların önlenebilmesi için herşeyden önce savaşların sona erdirilmesi zorunludur.   



    Korona Virüs 2019 pandemisinin ortaya çıkışında da en büyük etken Orta Doğu ve Yakın Doğu’da süren iç savaşlar, göçler, sığınmacılar, yüzbinlerce insanın ölümü, çevrenin ve havanın kirlenmesine önlem almayan endüstrileşme ve modern yaşamın yanında 2019 sonbahar aylarında Avustralya’da çıkan, altı ay süren ve büyük bir çevre felaketine neden olan orman yangınlarıdır. Uzmanlar bu orman yangınlarında 6 milyon hektardan fazla alanın kül olduğunu belirtiyor. Bu alan, iki Belçika ülkesinin büyüklüğünde toprak parçası demek. Dünya Doğayı Koruma Vakfı (WWF) Avustralya, yaptığı en son açıklamada 1,5 milyar hayvanın hayatını kaybettiğini tahmin ettiklerini belirtmiştir. Bu hayvanlardan yayılan mikroorganizmaların sonucunun ne olduğunu tahmin etmek zor değildir.
 “Yanan alanlardan çıkan dumanlar 3 bin kilometre ötedeki Yeni Zelanda’nın Christchurch şehrini bile etkiliyor. Coğrafyaya sıcak ve kurak hava ile şiddetlenen alevler hükmediyor artık. Yaklaşık 600 derecelik alevlerin yol açtığı bulutlar (pyrocumulonimbus), yıldırım fırtınalarına yol açıyor,” (Atlas, şubat 2020)
    NASA, yangınlar nedeniyle stratosfere ulaşan dumanın Dünya’nın çevresini en az bir kere dolanacağını açıkladı. Brezilya ulusal uzay araştırmaları enstitüsüne bağlı uzaktan algılama birimi,  Twitter’dan Avustralya’daki dumanların Brezilya’nın güneyindeki Rio Grand’e do Sul eyaletine ulaştığını gösteren uydu görüntülerini yayınladı.
Grip hastalığına yol açan influenza virüsünün korona virüsü gibi birkaç türü vardır. Bu türlerin çoğu güneş ışınlarına karşı dayanıksızdır ancak havadaki toz bulutları ile çok uzaklara taşınmaktadır. Korona virüsünün de,  günümüzde büyük bir pandemiye yol açan covit-19 olmak üzere birkaç alt türü vardır. Korona virüsü türlerinin güneş ışınlarına karşı daha dayanıklı olduğu ve influenza virüsleri gibi kirli, tozlu hava akımları, toz bulutları ile atmosferde çok büyük uzaklıklara taşınabilmektedir. Hava kirliliğinin yoğun olduğu bölgelerde, sanayi şehirlerinde salgın hastalıkların çok daha fazla yayılmasının nedenini virüslerin bu özelliğinde aramak gerekir.

      Bütün bu olaylar salgın hastalıklar ile çevre arasında, ayrılmaz bir bağ olduğunu göstermektedir. Pandemilerin dünya ekonomisi üzerine yıkıcı etkileri olduğu ve çevrenin yok edilmesinin pandemilerin ortaya çıkışının en büyük nedeni olduğu için “Çevre Ekonomisi” ekonominin ayrılmaz,  temel bir öğesidir. Önümüzdeki sayımızda Çevre Ekonomisi üzerinde durmaya çalışacağız. 

     İsmail İNCİ,  24/07/2020
     https://twitter.com/ismailinci






















SAVAŞ EKONOMİSİ VE PANDEMİ EKONOMİSİ-ORTAK NİTELİKLER VE ALINACAK ÖNLEMLER-

  ORTAK VE FARKLI STRATEJİLERİ İLE SAVAŞ EKONOMİSİ VE PANDEMİ EKONOMİSİ (1)        Savaş dönemleri ile Pandemi dönemlerinde ülkelerin iç...