ÇEVRE EKONOMİSİ (2)
19. VE 20. YÜZYILDA
EKONOMİNİN GELİŞİMİ, ÇEVRE EKONOMİSİNİN DOĞUŞU VE İLKELERİ
İnsanın yaşaması ve uygarlığını sürdürebilmesi için gerekli olan yeraltı
ve yer üstü kaynakları dünyada sınırsız değildir. Petrol, kömür, bakır, krom
..vb gibi madenler, yaşamak için zorunlu olan su ve hatta temiz havanın
dünyadaki stok kaynaklarının tükenmesi, bugünkü yoğun sanayi üretimi ve
savurgan tüketime dayanan ekonomik anlayış sürdürülürse tükenmesi uzun yıllar
almayacaktır. Dünya nüfusu bugün aşağı yukarı günde yüzbin kişi olmak üzere
hızla artmaktadır. Dünya üzerinde bu büyük hızla artan nüfusu barındıracak,
insanın yaşamını sürdürmesini sağlayacak yeni kaynakların olduğu yeni
keşfedilecek ülkeler, kara parçaları, kıtalar artık yoktur. En son Avrupalılar,
yeni keşfettikleri Güney ve Kuzey Amerika’ya, Avustralya’ya, Afrika’nın bazı
bölgelerine (Güney Afrika gibi) yerleşerek büyük bir nüfus hareketi
oluşturdular.
20. Yüzyıl başlarına kadar insanlar nüfus artışını, azalan gıda
kaynaklarını, üretim için gerekli yer altı ve yer üstü kaynaklarını kendilerine
sorun etmemişlerdir. Çünkü bu sorunları aşmak için dünyada yeni keşfedilecek
yerler olduğu düşünülmüştür. Bu tarihten sonra dünyada artık gidilecek,
keşfedilecek yeni kıtaların olmadığı görülmüştür. Büyük kitleler halinde göç
ederek yeni kaynakların, ihtiyaç maddelerinin bulunduğu ülkelere yerleşme çağı
bir daha geri gelmemek üzere sona ermiştir. Uzayı tanıma ve uzaya açılma ile
ilgili yapılan çalışmalar sonucu, dünya dışındaki gezegenlere göç ederek
yerleşme ve yeni kaynaklara ulaşma bir çözüm olarak düşünülebilir. Ancak bu
çözüm düşüncesinin gerçekleştirilmesi Arthur C.Clarke’ın da düşündüğü gibi o kadar kolay değildir: “Hiç bir uzaya çıkış bu korkunç çoğalmaya [Nüfus artışına, iktisadi kaynakların azalışına kısa zaman içinde] çare olamayacaktır. Bütün milletlerin milli savunma bütçeleri birleştirilse bile, bu para bugünkü teknikle günde ancak on kişinin Ay'a gönderilmesi için gerekli masrafı karşılayabilir. Uzay ulaşımı bu kadar pahalı olmasaydı dahi, pek fazla işe yaramayacaktı, çünkü hiç bir gezegen yoktur ki, üzerinde insanlar karmaşık ve pahalı teknik düzenler olmaksızın yaşayıp çalışabilsinler.” (s. 71, Geleceğin Çehresi, Arthur C.Clarke)

19. yüzyılda başlayan ve 20.yüzyılda devam eden sanayide büyük
gelişmelere bağlı olarak, insanın fiziksel emek gücüne dayalı olarak yapılan
üretim faaliyetlerinin, önce kömürden elde edilen buhar enerjisi, sonrasında
petrol enerjisi ve elektrik enerjisi ile çalışan makinelerle sistemli ve
örgütlenmiş olarak çok hızlı ve kitleler halinde yapılması, nüfus artışı ile
birlikte dünyada kaynakların tüketilmesini inanılmaz boyutlarda arttırmıştır.
Dünya üzerinde 21.Yüzyılda çevreyi, ekolojik sistemi, ekonomik dengeleri,
sonuçta dünyadaki yaşam dengesini bozan bu sonuca, hangi ekonomik gelişmelerin
zorunlu kıldığı süreçle gelindiğini iyi anlamamız gerekir.
19. VE 20. YÜZYILDA EKONOMİNİN GELİŞİM SÜRECİ:
Değişik
alanlarda birçok bilim ve sanat sahibi insanı bünyesinde barındıran kentsel
yaşam; üretimin çeşitlenerek artmasını, mal ve hizmet ürünlerinin artışına
bağlı olarak ticaretin ve rekabetin artmasını ve buna bağlı olarak bilimin,
teknolojinin, sanatların ve mesleklerin gelişmesini sağlayan bir iç mekanizmaya
sahiptir. Kırsal yaşamda değişik sanatlara, bilimsel yeteneklere sahip nüfus
bulunmadığından, sanat ve yetenekler
sadece tarım ve hayvancılıkla sınırlı kalmakta, kentlerin sahip olduğu bu iç
mekanizma bulunmamaktadır. Kentsel yaşamda çok değişik türdeki ürünlerin
varlığı ve gelişimi ticareti, rekabeti ortaya çıkarır ve hızlandırır; yeniden
değişik türde sanat ürünlerinin, mesleklerin, bilgi ve tekniklerin ortaya
çıkmasına neden olur. Değişik ve bol ürün ile insanların çeşitli hazlarına
hitap eden kentler bu yaşama ortamları ile nüfuslarının da hızla artmasına
neden olur. Kentlerin iç mekanizmasındaki yaşama koşulları ve rekabet, bilim ve
sanat sahiplerini sürekli kendilerini yenilemeye, ürünlerini farklılaştırmaya
ve yeni ürün ortaya çıkarmaya; yeni ürün ile birlikte yeni istekler yaratmaya
ve ürünlerinin üretim miktarlarını azami hacimlerde arttırmaya yöneltir. Ünlü
sosyolog Georg Simmel kentlerin bu niteliklerini, kırsal yaşamla arasındaki
farklılıkları zengin gözlemleri, iç ve dış deneyimleriyle çok belirgin olarak
yazmıştır: ” Metropol, ayrımcı bir
yaratık olan insandan kırsal yaşamın yaptığından farklı bir miktar bilinçlilik
çıkartır. Kırda, yaşamın ritmi ve duyusal zihin hayalgücü çok daha yavaş, çok
daha alışılmış ve çok daha düzgün akar… Kasaba[kırsal] yaşantısının ilişkileri,
zihnin çok daha bilinçsiz tabakalarında köklenmişlerdir ve en rahat, müdahale
edilmeyen alışkanlıkların sarsıntısız ritminde büyürler… hiç kuşkusuz binlerce
bireysel değişkeni bulunan anakent tipi insan, köklerinden koparacak dışsal
çevresinin akımlarından ve aykırılıklarından kendisini koruyacak bir organ
geliştirmiş olur. Yüreği yerine beyniyle tepki verir. Bu sayede, yükseltilmiş
bir kavrayış, zihinsel ayrıcalık kazanmış olur. Bu durumda da metropol[anakent] yaşantısı, metropol insanında, yükseltilmiş bir kavrayışı ve aklın üstünlüğünü ön plana çıkartmış olur…
Kentler düşünceyi
kışkırtarak, yeni fikirlerin, düşünce sistemlerinin, sanatın; bağlı olarak
bilim ve teknolojinin gelişmesini sağlar.
“Kentler her şeyden önce
en üst düzeyde işbölümünün mekânıdırlar. …Kent, genişlemesinin ölçüsünde
işbölümünde giderek daha çok belirleyici koşullar önerir. Hacmi dolayısıyla
büyük oranda bölünmüş bir hizmet çeşitliliği soğurabilen bir çevre önerir.
Bireylerin yoğunlaşması ve müşteriler için mücadele etmesi, aynı zamanda
bireyi, bir başkasının çabucak, yerini alamayacağı bir işlev konusunda
uzmanlaşmaya zorlar. Kent yaşamının, yaşamak için doğayla yapılan mücadeleyi,
doğa tarafından değil de, kazanmak için diğer insanlar tarafından sağlanan
insanlararası bir mücadeleye dönüştürdüğü belirgindir……Metropol [Anakent],
insana rol belirleyen bu her iki yolun gelişmesi için bize fırsat ve dürtü
olarak beyan edilen özel koşulları sunar. Aynı zamanda bu koşullar, zihinsel
varoluşun tahmin edilemez anlamlarına gebe, eşsiz bir yer kazanırlar.” (Georg Simmel, Metropol ve Zihinsel Yaşam,
Cogito Dergisi, Sayı: 8, Yaz 1996, s.82-88-89, Çev. Bahar Öcal Düzgören)
Kentsel yerleşimdeki insanlar, diğer
insanların uzmanlaşmış oldukları alanlardaki değişik ürünlerinden
yararlanabilmek için, kendileri de yeni bir uzmanlık alanı ürünü geliştirmek ve
bunun için sürekli bir arayışa ve mücadeleye girmek zorundadır. Kent yaşamında
bulunan insan kırsal yaşamda olduğu gibi, sadece kendine ve ailesine yaşamak
için yetecek; temel gıda, giyim ve barınma ile ilgili gereksinmelerini karşılayacak
üretim faaliyetlerinde bulunmaz ve bulunamaz. O daha çok mutlaka ticari,
alışveriş ilişkisine gireceği, kırsal alanlarda dahil olmak üzere birçok kişiye
uzmanlaşmış olduğu en az bir dalda mal ve ürün bularak üretmek zorundadır. Kentsel
yaşamda bu karşılıklı üretim mücadelesi üretimin çeşitlenmesini, toplumun
zenginleşmesini sağlar. Bu zenginleşme ve refah kent yaşamını çekici hale getirdiğinden kentte
yaşamak isteyenlerin sayısı, kentlerin giderek büyümesine ve nüfuslarının
artmasına neden olur.
Kentlerin, anakentlerin (metropollerin,
megakentlerin) uygarlık tarihinin gelişmesindeki rolü, kendi içindeki mücadele
olduğu kadar, özellikle tarihte ilk ortaya çıktıkları çağlarda önce vahşi
doğaya karşı verdikleri mücadele, sonrasında vahşi doğayla birlikte kentlerin
kendi aralarında vermiş oldukları var olma mücadelesidir.
Kentsel
uygarlığın ortaya koyduğu, özellikle19.yüzyılın son çeyreğinden başlayarak
içinde bulunduğumuz 21.yüzyıla kadar üretim hacmi, üretim teknoloji ve yöntemlerindeki
gelişmelerle giderek artmıştır. Geçmiş çağlarda da (antik çağ, ortaçağ,
yeniçağ) kentlerde giderek artan üretim ve tüketime dayalı bir ekonomik sistem
vardır, ancak bu artış hiçbir zaman son iki yüzyıl içindeki kadar olmamıştır. İnsanın fiziksel emek
gücüne dayalı üretim faaliyetlerinin, gelişmelere bağlı olarak kömürden elde
edilen buhar enerjisi, sonrasında petrol enerjisi ve elektrik enerjisi..vb ile
çalışan makinelere dayalı teknolojilerle yapılması, üretimi ve üretilen ürünlerin ticaretini aşırı geliştirmiş, bu gelişmeler de aşırı
tüketimi zorunlulaştırarak, kitlesel “tüketim ekonomisini” ortaya çıkarmıştır.
Toplumlar tüketim toplumu temelinde biçimlenmek zorundadır. Çünkü üretilen
ürünlerin tüketilmemesi, üretim faaliyetinde bulunan tüm şirket ve çalışanları
işsiz bırakarak, üretimi sonlandırarak ekonomik krizleri ortaya çıkarmaktadır.
Bu ekonomik sistem, aşırı serbest piyasa ekonomisi veya tüketim ekonomisi adı
verilen ekonomik sistemdir. “…Büyüyen
oranda sermayenin karlılıkla yatırıma ayrılabilmesi gerekir ve bu da, büyüyen
oranda bir meta ve ticari hizmet akışının tüketimini gerektirir. Dolayısıyla
nüfusu, ihtiyaçlarını azami tüketimle
tatmin etmeye yöneltmek ve azami meta tüketimi ihtiyacını kışkırtmak gerekir.” (s.125, Andre Gorz,
Kapitalizm, Sosyalizm, Ekoloji)
Alan Dürning’e göre (s.16, Alan Dürning,
Tüketim Toplumu ve Dünyanın Geleceği): “Doların bu günkü değeriyle
ölçüldüğünde, dünyadaki insanların 1950'den bu yana, daha önceki tüm nesillerin
tükettiği kadar mal ve hizmet”, tüketmiş olduğu görülür.
Ekonomik sistemin ürettiği aşırı
ürünün satılarak tüketilmemesi ticari ve ekonomik krizleri ortaya çıkarır.
Aşırı üretimle gelen bunalımlar, megakentlerin oluştuğu salt çağdaş sanayi
toplumlarında görülen bunalımlar değildir. Kentlerin büyüyerek geliştiği bütün
zamanlarda ortaya çıkmıştır. Yüzyılların yaşam pratiği ile edinilmiş olan
ekonomik krizlerin aşılması güdüsü, sanatkârları, üreticileri kendiliğinden harekete
geçirerek yeni türde ürünler üretmeye, yeni sanatlar bularak geliştirmeye
yöneltmiş, bu suretle yeni talep yaratılarak ekonomik krizler aşılmıştır.
Günümüz megakentlerinde, aşırı üretimin ekonomik krizlere neden olmaması
için, geçmiş çağlara göre çok daha kısa sürede, çok daha hızlı olarak üretimde
sürekli yenilikler, geliştirmeler yapılması zorunluluğu vardır. Yeni iş
alanları ortaya çıkarılırken, bazı
meslekler, iş alanları yok olacaktır. Diğer yandan büyük tanıtımlarla, kitlesel
tüketim teşvik edilerek toplumda talep kışkırtılmalıdır. Aynı zamanda
uluslararası ticaret geliştirilerek yeni pazarlar, sömürgeler bulunmalıdır.
Çağımızın bu ekonomik sistemini Alan Dürning şöyle yazmaktadır: “…eğer kimse bir
şey satın almazsa kimse bir şey satmaz ve kimse bir şey satmazsa, kimse
çalışmaz. Böylece, tüketici ekonomisinde, bir başka deyişle gayri safı milli
hasılanın üçte ikisinin tüketici harcamalarından oluştuğu bir ekonomide, borsadaki
servetlerden ulusal ekonomi politikalarına kadar her şey "tüketicinin
güveni" ve “satın alma planları" anketlerine dayanmaktadır. Eğer bu
"tüket ya da kaybet" görüşü doğruysa, bireysel olarak ya da toplu halde tüketimimizi kasıtlı olarak azaltmak, kendi kendine zarar veren bir davranış biçimi
olacaktır; örneğin, araba
kullanımını yarıya indirmemiz, benzin istasyonu çalışanlarının ve bunun yanı
sıra araba teknisyenlerinin, otomotiv işçilerinin, tekerlek fabrikası
işçilerinin, otomobil sigortası acentelerinin ve araba yatırım uzmanlarının
yarısını işlerinden edecektir. Ekonomide dalga dalga yayılan bu işsizliklerin
şoku, Büyük Kriz'in bir tekrarı ile sonuçlanabilecek olan, bunların dışındaki
diğer iş kayıplarının oluşturduğu bir zincir reaksiyona sebep olabilir. Eğer
biz tüketiciler, hazır gıda, araba ve tek kullanımlık ürünleri kullanmaktan
vazgeçersek, orta gelirlilerin ve yoksulların ürettiklerinin daha azına ihtiyaç duyacağız. Endüstri ülkelerinin azalan talebi, yoksul memleketleri mahrumiyet içinde yolda bırakacaktır. Ellerindeki her şeyi tüketicilerin kendi hammadde ihracatlarına karşı durmadan artan iştahı üzerine oynayan gelişmekte olan ülkeler, geri dönüşü olmayan bir düşüşe başlayacaklardır.” (s.51, Alan Dürning, Tüketim Toplumu ve Dünyanın Geleceği)
Tüketim ekonomisi yirmi birinci yüzyılda o kadar büyük ve şiddetli bir
artış döngüsüne girmiştir ki, toplumda toplam talebi, tüketimi arttırmak amacı
ile insan hazzının en uç, dokunulmayan isteklerine hitap etmeye başlamıştır. Bu
girişimler toplumsal ahlakı, yasaları ortadan kaldırmaya başlayarak toplumda
adaleti, güvenliği, huzuru, toplumsal düzeni bozacak düzeye gelmiştir. Daha
fazla talep yaratmak için, bir takım tüketici deneyimlerinin içine ölüm
içgüdüsünün hazzı katılmış, toplumda
bazı tüketicilerin cinsel dürtülerinin zevki kullanılmaya başlanmıştır.
Gazeteler, kitaplar okunsun;
televizyonlar, filmler
seyredilsin diye bu haz ve zevkler araç olarak kullanılmaktadır. Hatta binlerce
yayın kanalı içinde kendi televizyon yayınlarının izlenmesi için bazı kişilerin
gerçekten incinmesi, öldürülmesi bir talep aracı olarak kullanılabilmektedir.
Oldukça yüksek sayıda bir tüketici bu sapkın istekleri talep eder duruma
gelebilmekte, bu sapkınlıkları yazan ve yayan araçları talep etmektedir… Böyle
bir ekonomik ve toplumsal sistem bilinçaltında kabul edilir haline getirilmeye
çalışılmaktadır.
Sanatların( zanaatların, mesleklerin)
arttığı, toplumda çok farklı gelir düzeylerinin ve ürünlerin ortaya
çıktığı, doyumsuz açgözlü rekabetin ortaya çıktığı kentsel yaşamda, genel
rekabet kendi iç mekanizması aracılığı ile sürekli kışkırtılır, Üretimin artışı
ile daha fazla tüketmek karşılıklı olarak birbirini tahrik eder ve bu
gereksinim hiçbir zaman sona ermez.
ÇEVRE EKONOMİSİNİN DOĞUŞU:
Tüketim ekonomisinin aşırı tüketimi, tek kullanımlık ürünlerin üretimini
ve hızla tüketilmesini gerektiren sistemi, dünyamızda yaşamın kaynağı ve
destekleyicisi olan çevre sisteminin, ekolojik dengelerinin tamamı ile ortadan
kalkmasına, doğal kaynakların tükenmesine neden olmaya başlamıştır. Çevresel
etkilerin en önemlisi fosil yakıtların yanması sonucu atmosfere sera gazı
salınmasıdır. Fosil yakıtların üçü kömür, petrol ve doğalgazdır. Bu yakıtların
binlerce devasa büyüklükte uçak ve gemilerin, yüzbinlerce otobüs ve otomobil
gibi ulaşım araçlarının motorlarında, fabrikaların makinelerinde yanması
esnasında karbon oksijenle birleşir ve birincil sera gazı olan CO2 oluşur.
CO2 atmosferde birikir ve biyolojik çeşitlilik kayıpları, tropikal
fırtına yoğunluğunda artış, okyanus seviyesinde yükselme ve global ısınmayı da
kapsayacak bir şekilde dünya iklimi üzerinde olumsuz etkilere yol açar.
Acil olarak harekete geçerek önlemler alınmazsa küresel ısınma, iklim
değişiklikleri, ekolojik sistemin bozulması şiddetli fırtınalara, sellere, büyük şehirlerin sular altında
kalmasına; kuraklıklara, çölleşmeye,
susuzluğa ve tehlikeli bilinmeyen salgın hastalıklara neden olacaktır.
Bugün dünyaya çapında yaşanmakta olan
Korona Virüs pandemisi de büyük bir çevre kirlenmesinin, ekolojik sistemin
bozulmasının nedenidir. Küresel salgın hastalıkların nedeni olan virüsler
dünyanın her tarafındadır. Denizlerde, okyanuslarda, tüm canlıların
hücrelerinde, bulutlarda, toz ve toprakta ve hatta yüzlerce metre yeraltındaki
mağaralarda trilyonlarca virüs bulunur. Her hayvan ve bitki türünde düzenli
olarak kendisiyle birlikte yaşayan en az bir virüs çeşidi vardır. Bu virüsler
yaşadıkları canlı türüne zarar vermez ancak yaşadıkları canlı türüne zarar
veren başka hayvan türlerine geçerek onlara zarar verirler. Virüslerin kendisi
ile birlikte yaşadığı hayvan veya bitki türünün çevre kirliliği ile ortadan
kalkması, virüs salgınının küresel düzeyde zarar verecek ölçüde insan ve diğer
canlılara yayılmasına neden olur. Yine Denizlerin, okyanusların ve atmosferin
sanayi atıkları, sera gazları, elektromanyetik dalgalar, ses ve ısı
dalgaları..vb ile kirlenmesi, bu doğal ortamlarda sakin olarak varlığını
sürdüren trilyonlarca virüsü, genetik yapılarını değiştirerek aktif ve
saldırgan duruma getirmekte, insanlara ve diğer canlılara saldırarak salgın
hastalıklara neden olmaktadır. Yapılan
şu deney bazı kimyasal maddelerle radyasyonun virüslerin salgın bir hastalık
yapan virüs haline nasıl geldiğini göstermektedir: “Washington
Üniversitesi'nde çalışan virüs bilimci Robin Weiss, virüsün, tavuk DNA'sının
kalıcı, zararsız bir parçası haline gelip gelmediğini merak etti. O ve
arkadaşları, virüsü saklandığı yerden çıkarıp çıkaramayacaklarını görmek için,
sağlıklı tavuklardan aldıkları hücreleri, mutasyona neden olan kimyasallar
ve radyasyonla işlemden geçirdiler. Aynen şüphelendikleri gibi, mutasyon
geçirmiş hücre, bol miktarda kuş leukosis virüsü üretmeye başladı.” (s.51, Carl Zimmer,
Virüs Gezegeni)

Tüketim ekonomisi adını verdiğimiz bugünkü ekonomik sistemin doğal çevre
üzerinde yapmış olduğu yıkımlar; tüm ekonomilere zarar verecek boyutlara
ulaşmış olduğu için her yeni üretim birimi oluştururken ve her üretim birimine
doğadan kaynak sağlarken, aynı zamanda her tek bir birim üretim faaliyetinde
bulunurken dünyadaki doğal sisteme, çevreye, ekosistem üzerine etkilerinin ve
sonuçlarının her açıdan hesaplanması ve gerekli önlemlerin alınması
zorunluluğunu ortaya koymuştur. Bu ekonomik gelişmeler sonucu olarak da
günümüzde “Çevre Ekonomisi” ekonomik denge sistemi düşüncesi ortaya çıkmıştır.
ÇEVRE EKONOMİSİNİN İLKELERİ:
En
küçük üretici birimi olan küçük bir çiftçi ve esnaftan başlayarak, en karmaşık
ve büyük üretici birimi olan kompleks fabrikalara kadar, üretim faaliyetinde
bulunurken çevre ekonomisi düşüncesi sistemine bağlı olarak uygulanması gereken
ilkeleri şöyle sıralayabiliriz:
1- Ekonomik krizlerden kaçış ve azami
kar elde etme anlayışının gereği olarak görülen tüketim ekonomisi
faaliyetlerine son verilmeli, bu amaçla tek ve kısa sürede tüketilen ürünlerin
üretim faaliyetlerinden vazgeçilmelidir.
En büyük kriz ve maliyet artışının çevre ve ekosistemin bozulması olduğu
unutulmamalıdır.
2- Daha az ama daha dayanıklı,
kaliteli, sağlıklı, yeni olma niteliği
kullanım zaman süresi uzun olan ürünlerin üretimine dayanan bir ekonomik modele
geçilmelidir. Bu Ekonomik model “Yavaş Tüketim”e, “Yavaş (Sakin) Yaşam” a geçmeye yol açmalı,
aşırı rekabeti, aşırı tüketimi sonlandırmalıdır. Ekonomik sistemin bu
özellikler kazanarak çalışmaya başlaması, giderek azalan doğal kaynakların
tasarruflu kullanılmasını sağlayacak, canlı türlerinin yok olmasını, küresel
salgın hastalıkların ortaya çıkmasını, çevre kirliliğini önleyecektir.
3- Kaliteli, dayanıklı, yenilik
nitelikleri uzun ömürlü ürünlerin üretimi,
yeni ve büyük yatırımları azaltacaktır. Ortaya çıkacak olan istihdam
sorunları, çalışma saatlerinin azaltılması ve esnek çalışma düzenlemeleri ile
çözümlenebilecektir ki yapay zeka teknolojilerinin gelişmesiyle yeni üretim
teknoloji ve yöntemleri eninde sonunda bu çalışma düzenlemelerini
gerektirecektir.
4- Çevre ekonomisi anlayışına dayalı,
aşırı rekabeti, aşırı tüketimi dışlayan ekonomik sistem, sadece her ülkenin
kendi içindeki kentlerinde değil, bütün
ülkeler arasında, rekabeti yavaşlatarak işbirliğinin geliştirilmesini gerekli
kılar. Korona Virüs küresel salgın hastalığında da görüldüğü gibi, çevrenin
korunması için uluslararası ekonomik işbirliği sağlanmalıdır. Daha yavaş, daha
sakin, savurgan değil, tasarruflu bir
ekonomik ve toplumsal yaşam sürdürülebilir ekonomi için şarttır.
5- Çevreci- ekolojist ekonomi
anlayışı, şu zaman diliminde yaşadığımız dünyadan başka bir dünyada yaşama
olanağımız olmadığı için zorunlu olmaktadır. Çevrenin korunmasına yönelik
maliyetlere katlanarak yapılacak üretim, çevre sorunlarının ortaya koyacağı
maliyetlerden her zaman için düşük olacaktır. Çevre vergileri konularak
çevrenin korunması yerine, en büyüğünden en küçüğüne her bir üretim birimi kendi
önlemlerini almalıdır. Gerekli önlemleri
almayanların ekonomik faaliyetlerine izin verilmemelidir. Çevre vergileri
ekonomik birimler tarafından ürettikleri ürünlerin fiyatlarına yansıtıldığı
için ve sonuçta çevreyi kirletmelerine göz yumulduğu için, sağlıklı önlemler
olmamaktadır.
6- Çevreyi kirletmeyen ve en az
kirleten teknolojilerle üretim yapılmalı, bu üretim teknolojileri teşvik
edilmelidir.
7- Üretim ve tüketim süresi içinde
ortaya çıkan atıkların geri dönüşümle yeniden üretimde kullanılarak doğal
kaynakların tüketiminde tasarruflar sağlanmalıdır.
8- Çevresel Etkilerin
Değerlendirilmesi (ÇED) Raporları bilimsel yöntemlerle değerlendirilerek sonuçları,
bilimsel tarafsızlık ilkesine sadık kalınarak tüm sivil toplum kuruluşları,
ilgili bölge kişileri ve yatırımcılarla paylaşılmalı, doğal çevrenin ve
kaynakların korunmasından ödün verilmemelidir. En büyük yatırımın
çevre-ekosistemin korunması olduğu unutulmamalıdır.
9- Okul müfredatlarına Çevre Eğitimi
konusu üretici ve tüketici olarak her düzeyde olan kişilere hitap edecek
şekilde, en güncel bilgileri kapsayarak konulmalı, doğal kaynakların verimli
kullanılması konusu uygulamalı olarak öğrencilere verilmelidir.
AŞAĞIDAKİ
YAZI METNİ BALYALILAR(MADEN) DERGİSİNDE YAYINLANAN YAZI METNİNİN GENİŞLETİLMİŞ
DURUMUDUR.
ÇEVRE EKONOMİSİ (2)
19. VE 20. YÜZYILDA
EKONOMİNİN GELİŞİMİ, ÇEVRE EKONOMİSİNİN DOĞUŞU VE İLKELERİ
19.
Yüzyıldan itibaren yerleşim alanlarının aşırı büyüdüğü, nüfusun aşırı
yoğunlaştığı, tarımsal, ticari ve sanayi ürünlerinin hacminin ve tüketiminin
aşırı arttığı kentsel yerleşimlerde (metropollerde), gelişen sanayi ve
teknoloji küresel düzeyde doğal ve ekolojik çevreyi yıkıma uğratmaya
başlamıştır. Artık elma kurdu doğduğu ve büyüyüp geliştiği dünyaya sığamamakta,
dünyası yetersiz kalmaktadır.

İnsanın yaşaması ve uygarlığını
sürdürebilmesi için gerekli olan yeraltı ve yer üstü kaynakları dünyada sınırsız
değildir. Petrol, kömür, bakır, krom ..vb gibi madenler, yaşamak için zorunlu
olan su ve hatta temiz havanın dünyadaki stok kaynaklarının tükenmesi, bugünkü yoğun
sanayi üretimi ve savurgan tüketime dayanan ekonomik anlayış sürdürülürse
tükenmesi uzun yıllar almayacaktır. Dünya nüfusu bugün aşağı yukarı günde
yüzbin kişi olmak üzere hızla artmaktadır. Dünya üzerinde bu büyük hızla artan
nüfusu barındıracak, insanın yaşamını sürdürmesini sağlayacak yeni kaynakların
olduğu yeni keşfedilecek ülkeler, kara parçaları, kıtalar artık yoktur.
En son Avrupalılar, yeni keşfettikleri Güney ve Kuzey Amerika’ya,
Avustralya’ya, Afrika’nın bazı bölgelerine (Güney Afrika gibi) yerleşerek büyük
bir nüfus hareketi oluşturdular. "Avrupalıların dünyaya yayılması,
modern zamanların ve belki de bütüninsanlık tarihinin en büyük nüfus hareketi olmuştur… Avrupa'dan deniz aşırı ülkelere göç edenlerin yıllık miktarı 1846-1890 arasında 377.000 kişi civarında idi. Bu miktar 1891-1920 döneminde yıllık 911.000, 1921-29 arasında ise 366.000 kişi oldu. Toplam olarak 1846 ila 1930 arasında deniz aşırı ülkelere yerleşen Avrupalıların sayısı50 milyondan fazladır.” (s.100,Carlo Cipolli, Dünya Nüfusunu İktisat Tarihi)
Avrupa ülkelerindeki bu göç hareketi 1930
yılından sonra da sürmüştür, bugün de
hala devam etmektedir. Bu sosyal olgu Avrupa ülkeleri nüfuslarının çok
artmamasının ve giderek nüfuslarının yaşlanmasının da bir nedenini oluşturur.
Çünkü Yeni Dünya adı verilen bu ülkelerde iş bularak yeni ve daha iyi bir yaşam
kurmak, her zaman için Avrupa ülkelerindeki genç ve çalışma yaşında olan
nüfusun elinde fırsat olmuştur. Avrupa ülkelerindeki gerçek nüfus Amerika,
Avustralya kıtalarına ve Afrika kıtasının sömürgelerine olan yerleşimler
nedeniyle bugünkü sayılarda değildir. Bu kıta ülkelerine sürekli göçler ve
seyahatler nedeniyle Avrupa nüfusu sürekli taşınmıştır.
20. Yüzyıl başlarına kadar insanlar
nüfus artışını, azalan gıda kaynaklarını, üretim için gerekli yer altı ve yer
üstü kaynaklarını kendilerine sorun etmemişlerdir. Çünkü bu sorunları aşmak
için dünyada yeni keşfedilecek yerler olduğu düşünülmüştür. Bu tarihten sonra
dünyada artık gidilecek, keşfedilecek yeni kıtaların olmadığı görülmüştür. Büyük
kitleler halinde göç ederek yeni kaynakların, ihtiyaç maddelerinin bulunduğu
ülkelere yerleşme çağı bir daha geri gelmemek üzere bitmiştir. Uzayı tanıma ve
uzaya açılma ile ilgili yapılan çalışmalar sonucu, dünya dışındaki gezegenlere
göç ederek yerleşme ve yeni kaynaklara ulaşma bir çözüm olarak düşünülebilir.
Ancak bu çözüm düşüncesinin gerçekleştirilmesi Arthur C.Clarke’ın da düşündüğü
gibi o kadar kolay değildir: “Hiç bir uzaya çıkış bu korkunç çoğalmaya [Nüfus
artışına, iktisadi kaynakların azalışına kısa zaman içinde] çare olamayacaktır. Bütün milletlerin milli
savunma bütçeleri birleştirilse bile, bu para bugünkü teknikle günde ancak on
kişinin Ay'a gönderilmesi için gerekli masrafı karşılayabilir. Uzay ulaşımı bu
kadar pahalı olmasaydı dahi, pek fazla işe yaramayacaktı, çünkü hiç bir gezegen
yoktur ki, üzerinde insanlar karmaşık ve pahalı teknik düzenler olmaksızın
yaşayıp çalışabilsinler.” (s. 71, Geleceğin Çehresi, Arthur C.Clarke)
Henüz dünyamız için yaşama koşulları çok kötü durumda değildir. Hatta
dünyamızın gelecekteki yaşamı ile karşılaştırıldığında şu an “Altın Çağı”nı
yaşamakta olduğu bile düşünülebilir: “Gelecekte yeryüzünün fakir kaynaklarını
paylaşmak için gırtlak gırtlağa döğüşecek milyarlarca insanın bize vaat ettiği
uzun açlık ve yoksulluk yılları ile karşılaştırılırsa, çağımız belki, George
Darwin'in Gelecek Bir Milyon Yıl adlı küçük kitabında dediği gibi, bir altın
çağdır...”
(s. 71, Geleceğin Çehresi, Arthur C.Clarke)

19. yüzyılda başlayan ve 20.yüzyılda devam eden sanayide büyük
gelişmelere bağlı olarak, insanın fiziksel emek gücüne dayalı olarak yapılan
üretim faaliyetlerinin, önce kömürden elde edilen buhar enerjisi, sonrasında
petrol enerjisi ve elektrik enerjisi ile çalışan makinelerle sistemli ve
örgütlenmiş olarak çok hızlı ve kitleler halinde yapılması, nüfus artışı ile
birlikte dünyada kaynakların tüketilmesini inanılmaz boyutlarda arttırmıştır.
Dünya üzerinde 21. Yüzyılda çevreyi, ekolojik sistemi, ekonomik dengeleri, sonuçta
dünyadaki yaşam dengesini bozan bu sonuca, hangi ekonomik gelişmelerin zorunlu
kıldığı süreçle gelindiğini, iyi anlamamız gerekir.
19. VE 20. YÜZYILDA EKONOMİNİN GELİŞİM SÜRECİ:
Değişik alanlarda birçok bilim ve sanat sahibi
insanı bünyesinde barındıran kentsel yaşam, üretimin çeşitlenerek artmasını, mal
ve hizmet ürünlerinin artışına bağlı olarak ticaretin ve rekabetin artmasını ve
buna bağlı olarak bilimin, teknolojinin, sanatların ve mesleklerin gelişmesini
sağlayan bir iç mekanizmaya sahiptir. Kırsal yaşamda değişik sanatlara,
bilimsel yeteneklere sahip nüfus bulunmadığından, sanat ve yetenekler sadece tarım ve
hayvancılıkla sınırlı kalmakta, kentlerin sahip olduğu bu iç mekanizma bulunmamaktadır.
Kentsel yaşamdaki çok değişik türdeki ürünlerin varlığı ve gelişimi ticareti,
rekabeti ortaya çıkarır ve hızlandırır; yeniden değişik türde sanat
ürünlerinin, mesleklerin, bilgi ve tekniklerin ortaya çıkmasına neden olur.
Değişik ve bol ürün ile insanların çeşitli hazlarına hitap eden kentler bu
yaşama ortamları ile nüfuslarının da hızla artmasına neden olur. Kentlerin iç
mekanizmasındaki yaşama koşulları ve rekabet, bilim ve sanat sahiplerini
sürekli kendilerini yenilemeye, ürünlerini farklılaştırmaya ve yeni ürün ortaya
çıkarmaya; yeni ürün ile birlikte yeni istekler yaratmaya ve ürünlerinin üretim
miktarlarını azami miktarlarda arttırmaya yöneltir. Ünlü sosyolog Georg Simmel
kentlerin bu niteliklerini, kırsal yaşamla arasındaki farklılıkları zengin
gözlemleri, iç ve dış deneyimleriyle çok belirgin olarak yazmıştır:
“Karşıdan
karşıya caddenin her geçilmesiyle, ekonomik ve sosyal yaşamın, çalışma
yaşamının temposuyla ve çoğulluğuyla kent, zihinsel yaşamın duyusal kurumlar
açısından, kasaba ve kır yaşantısıyla derin bir karşıtlık oluşturur. Metropol,
ayrımcı bir yaratık olan insandan kırsal yaşamın yaptığından farklı bir miktar
bilinçlilik çıkartır. Kırda, yaşamın ritmi ve duyusal zihin hayalgücü çok daha
yavaş, çok daha alışılmış ve çok daha düzgün akar… Kasaba[kırsal] yaşantısının
ilişkileri, zihnin çok daha bilinçsiz tabakalarında köklenmişlerdir ve en
rahat, müdahale edilmeyen alışkanlıkların sarsıntısız ritminde büyürler. Ancak
entelektin mekânı, zihnin saydam, bilinçli, üst tabakalarındadır ve entelekt,
bizim içsel güçlerimizin en uyarlanabilir olanıdır. Entelekt, değişme ve
fenomenin karşıtlığına uyum sağlamak için hiçbir şok ve içsel kalkışma istemez;
ama daha tutucu zihin, yalnızca bu kalkışmalar vasıtasıyladır ki olayların
metropole(anakente) özgü ritmiyle uyum sağlar. Böylece, hiç kuşkusuz binlerce
bireysel değişkeni bulunan anakent tipi insan, köklerinden koparacak dışsal
çevresinin akımlarından ve aykırılıklarından kendisini koruyacak bir organ
geliştirmiş olur. Yüreği yerine beyniyle tepki verir. Bu sayede, yükseltilmiş
bir kavrayış, zihinsel ayrıcalık kazanmış olur. Bu durumda da metropol yaşantısı,
metropol insanında, yükseltilmiş bir kavrayışı ve aklın üstünlüğünü ön plana
çıkartmış olur…”
Kentler düşünceyi
kışkırtarak, yeni fikirlerin, düşünce sistemlerinin, sanatın; bağlı olarak
bilim ve teknolojinin gelişmesini sağlar:
“Kentler her şeyden önce
en üst düzeyde işbölümünün mekânıdırlar. …Kent, genişlemesinin ölçüsünde
işbölümünde giderek daha çok belirleyici koşullar önerir. Hacmi dolayısıyla
büyük oranda bölünmüş bir hizmet çeşitliliği soğurabilen bir çevre önerir.
Bireylerin yoğunlaşması ve müşteriler için mücadele etmesi, aynı zamanda
bireyi, bir başkasının çabucak, yerini alamayacağı bir işlev konusunda
uzmanlaşmaya zorlar. Kent yaşamının, yaşamak için doğayla yapılan mücadeleyi,
doğa tarafından değil de, kazanmak için diğer insanlar tarafından sağlanan
insanlararası bir mücadeleye dönüştürdüğü belirgindir. Çünkü uzmanlaşma,
yalnızca kazanmak için yapılan rekabetten değil, satıcının yemlenmiş müşterinin
yeni ve farklı ihtiyaçlarını karşılayacak şeyleri araştırmak zorunda olduğu
yönündeki belirleyici olgudan da kaynaklanır. Henüz tükenmemiş bir gelir
kaynağı ve hemencecik ikame edilemeyecek bir işlev bulmak için kişinin hizmetlerini
uzmanlaştırması gereklidir. Bu süreç farklılığı, incelmeyi ve toplumun ihtiyaçlarının
zenginleştirilmesini teşvik eder ki bunun, bu toplum içinde, kişisel
farklılıklara yol açacağı aşikârdır…”(Georg Simmel, Metropol ve Zihinsel Yaşam, Cogito Dergisi, Sayı: 8, Yaz
1996, s.82-88-89, Çev. Bahar Öcal Düzgören)
Kentsel yerleşimdeki insanlar, diğer insanların uzmanlaşmış oldukları
alanlardaki değişik ürünlerinden yararlanabilmek için, kendileri de yeni bir
uzmanlık alanı ürünü geliştirmek ve bunun için sürekli bir arayış ve mücadeleye
girmek zorundadır:
Kent yaşamında bulunan insan sadece kendine
ve ailesine yaşamak için yetecek; temel gıda, giyim ve barınma ile ilgili
gereksinmelerini karşılayacak üretim faaliyetlerinde bulunmaz ve bulunamaz.
Kent insanı mutlaka ticari, alışveriş ilişkisine gireceği kırsal alanlarda
dahil olmak üzere birçok kişiye uzmanlaşmış olduğu en az bir dalda mal ve ürün
bularak üretmek zorundadır. Kentsel yaşamda bu karşılıklı üretim mücadelesi
üretimin çeşitlenmesini, toplumun zenginleşmesini sağlar. Bu zenginleşme ve
refah kent yaşamını çekici hale getirdiğinden kentte yaşamak isteyenlerin
sayısı, kentlerin giderek büyümesine ve nüfuslarının artmasına neden olur.

Kentlerin, anakentlerin(metropollerin,
megakentlerin) uygarlık tarihinin
gelişmesindeki rolü, kendi içindeki mücadele olduğu kadar, özellikle tarihte
ilk ortaya çıktıkları çağlarda önce vahşi doğaya karşı verdikleri mücadele,
sonrasında vahşi doğayla birlikte kentlerin kendi aralarında vermiş oldukları var
olma mücadelesidir. Bu nedenle ilk kentler dört tarafı su ile çevrili adalarda
ama genellikle yüksek, geniş düzlüklere bakan tepelerin üst noktalarında
kurulmuştur. Toprağı ekip biçmesini, hayvanları evcilleştirmesini öğrenen
insanlar, diğer insan topluluklarının ve vahşi doğanın saldırılarından, elde
ettikleri ürünleri ve yaşamlarını korumak için, surlarla çevrili bu coğrafi
yerlerde yerleşimler oluştururlar. Düzlüklerde hayvancılık ve çiftçilik
yaparken, bu yerleşim alanlarında başta, gelişmiş savaş araçları ile
donattıkları güçlü savaşçılar, çeşitli savaş araç imal eden sanatkârlar olmak
üzere birçok yetenek ve sanata sahip insanları bir arada toplarlar. Bu yerleşim
yerlerinde hüküm süren siyasi bir otorite ortaya çıkar.
“Siyasi hâkimiyet kesin bir şekilde kurulduktan sonra, kentler büyüyüp ek işlevler kazanmaya
başladı. Yöneticiler -ya da yönetici gruplar- saltanatlarını tehdit eden rakipleri bulunmadığından yeterince emin olduktan sonra, ordu karargâhı da saraya dönüşmeye
başladı. Kendilerine inananları zafere götürmüş olan tanrılar için bütün kentlere tapınaklar
dikildi. Muhafızlarla maiyeti barındırmak, ayrıca ambar olarak kullanmak için
saray ve tapınaklarda ek binalara ihtiyaç vardı. Kent nüfusunun çekirdeğini hükümdarların
maiyeti, ruhban ve onların emrinde bulunanlar meydana getiriyordu. Çok geçmeden
bunlara, sivillerin ihtiyaç duyduğu malzemenin yanı sıra silahları da sağlayan zanaatkarlar
eklendi. Bunlar saraya ve tapınağa lazım olandan fazlasını üretmeye başlayınca
da, kent bir pazara, kentsel mamullerin verilip karşılığında kırsal ürünlerin alındığı bir
merkeze dönüştü.” Egon Ernest Begel, Kentlerin Doğuşu, Cogito Dergisi, Sayı: 8, Yaz 1996, s.8-9, Çev. Özden Arıkan)
Günümüzden yaklaşık altıyüz
yıl önce ünlü düşünür ve coğrafyacı İbn Haldun da kentsel yaşamın uygarlığı geliştiren
iç mekanizmasının varlığını görmüştür: “Kavimlerde
medenî hayatın ihtiyaç, itiyat ve çeşitleri çoğaldıkça, o ihtiyaçların her
çeşidini vücuda getirmek sanat ve hünere bağlı olduğu için, bu medenî
ihtiyaçların her türlüsü, ayrı ayrı ihtisas sahibi usta ve işçiler temin
etmekle elde edilir. Medenî hayatın gerektirdiği ihtiyaçların artması
nispetinde o ihtiyaç maddelerini imal edecek olan uzman ustalar sınıfı ve o
nesilden türlü meslek sahibi ustalar yetişir. Bu maddeleri imal edecek ustalar
zamanın devamı müddetince arka arkaya artar, uzman ustaların sayısı çoğalmakta
devam eder. Asırlar ve uzun zamanlar içinde tekrar işlendikçe çeşitli maddeler
daha sağlamlaşır ve daha mükemmelleşir Bu tekâmül, bayındırlık ve ihtiyaçlar
artıp, nüfus çoğaldığı ve ahalisinin refah ve hayat seviyesi yükseldiği için, ekseriyetle,
şehirlerde husule gelir. Bunların hepsi de devlet sayesinde yapılır. Çünkü
devlet tebaasından para toplar, bu paralan yüksek memurlarına ve ricaline
sarfeder ve bağışlar. Devlet ricalinin ve memurlarının, paradan ziyade şeref ve
mevkileri sayesinde halleri ve yaşayışları genişler. Bu suretle paralar
tebaadan alınarak devlet ricalinin ve memurlarının geçinmeleri için sarf
edilmiş olur. Bunlar şehir ahalisi ile alışverişte ve münasebette bulundukları
için bu paralardan şehir ahalisi de istifade eder. Şehir ahalisinin şehirde
çoğunluk teşkil ettiği bellidir. Bunun bir sonucu olarak şehir ahalisinin
servetleri artar. Paralar ihtiyaçlarından fazla arttığı için bolluk ve
tekellüflü hayatın ihtiyaç, itiyat ve çeşitleri de o nispette fazlalaşır ve bunun
tesiri ile her çeşit sanayi artar ve tekâmül eder.” (
s.289-290, Mukaddime, İbni Haldun, Cilt 2)
Ancak
İbni Haldun’un belirttiği kentsel yaşamdaki uygarlık ve kültürün gelişmesinin
tek nedeni devlet kurumu değildir. Devlet kurum ve erkanı kentsel yaşam ve
uygarlığın başlangıç aşamasında belirleyici nedendir, sonraki aşamalarda asıl
kültür ve uygarlığın, üretim, bilim ve sanatların gelişmesi kentsel yaşamın
kendi iç yaşamındaki insan ilişkileri ve davranışlarıdır. Kırsal yaşamda bu
ilişki, davranış ve oluşumlar bulunmaz: “Kültür ve medeniyet işte bundan
ibarettir. Merkezlerden uzak olan şehirlerde, her ne kadar bayındır olsa dahi;
göçebelik hal ve itiyatları göze çarpar. Bu şehirlerde lüks hayatın çeşitleri
görülmez.” ( s.290, Mukaddime, İbni Haldun, Cilt
2)
Kent yerleşiminin değişik sanatlara sahip
nüfus yapısı ortaya çıkınca, bu yapı bir yandan diğer kentlerle olan varolma
savaşında başarılı olmak için, diğer yandan kendi içinde üretmek, yeni ürünler
ortaya koymak için mücadele etmek zorunda kalarak, kent yaşamının gelişmesini,
zenginleşmesini, güçlenmesini sağlar. Bu zenginleşme ve refah kent yaşamını
çekici hale getirdiğinden kentte yaşamak isteyenlerin sayısı, kentlerin giderek
büyümesine ve nüfuslarının artmasına neden olur.

Kentsel uygarlığın ortaya koyduğu, özellikle19.yüzyılın son çeyreğinden
başlayarak içinde bulunduğumuz 21.yüzyıla kadar üretim hacmi, üretim teknoloji ve yöntemlerindeki
gelişmelerle giderek artmıştır. Geçmiş çağlarda da (antik çağ, ortaçağ,
yeniçağ) kentlerde giderek artan üretim ve tüketime dayalı bir ekonomik sistem
vardır, ancak bu artış hiçbir zaman son iki yüzyıl içindeki kadar olmamıştır. İnsanın fiziksel emek
gücüne dayalı üretim faaliyetlerinin, gelişmelere bağlı olarak kömürden elde
edilen buhar enerjisi, sonrasında petrol enerjisi ve elektrik enerjisi..vb ile
çalışan makinelere dayalı teknolojilerle yapılması, üretimi ve üretilen ürünlerin ticaretini aşırı geliştirmiş, bu gelişmeler de aşırı
tüketimi zorunlulaştırarak, kitlesel “tüketim ekonomisini” ortaya çıkarmıştır. Toplumlar
tüketim toplumu temelinde biçimlenmek zorundadır. Çünkü üretilen ürünlerin
tüketilmemesi, üretim faaliyetinde bulunan tüm şirket ve çalışanları işsiz
bırakarak, üretimi sonlandırarak ekonomik krizleri ortaya çıkarmaktadır. Bu
ekonomik sistem, serbest piyasa ekonomisi veya tüketim ekonomisi adı verilen
ekonomik sistemdir. “…Büyüyen oranda sermayenin karlılıkla
yatırıma ayrılabilmesi gerekir ve bu da, büyüyen oranda bir meta ve ticari
hizmet akışının tüketimini gerektirir. Dolayısıyla, nüfusu ihtiyaçlarını azami
tüketimle tatmin etmeye yöneltmek ve azami meta tüketimi ihtiyacını kışkırtmak
gerekir.” (s.125, Andre Gorz, Kapitalizm, Sosyalizm,
Ekoloji)
Alan Dürning’e göre (s.16, Alan Dürning,Tüketim
Toplumu ve Dünyanın Geleceği) : “Doların bu
günkü değeriyle ölçüldüğünde, dünyadaki insanların 1950'den bu yana, daha
önceki tüm nesillerin tükettiği kadar mal ve hizmet”, tüketilmiştir.
Ekonomik sistemin ürettiği aşırı ürünün
satılarak tüketilmemesi ticari ve ekonomik krizleri ortaya çıkarır. Aşırı üretimle
gelen bunalımlar, megakentlerin oluştuğu salt çağdaş sanayi toplumlarında
görülen bunalımlar değildir. Kentlerin büyüyerek geliştiği bütün zamanlarda
ortaya çıkmıştır. Ekonomik krizler nüfusun yoğunlaştığı, kentleşmenin aşırı
büyüdüğü, sanat ve tarımsal üretimin aşırı olarak arttığı her çağda ve kent
devletlerinde ortaya çıkmıştır. Yüzyılların yaşam pratiği ile edinilmiş olan krizlerin
aşılması güdüsü, sanatkârları, üreticileri kendiliğinden harekete geçirerek
yeni türde ürünler üretmeye, yeni sanatlar bularak geliştirmeye yöneltmiş, bu
suretle yeni talep yaratılarak ekonomik krizler aşılmıştır. Bu ekonomik
krizleri aşma güdüsüne tam olarak sahip olamayan, bu güdüyü harekete
geçiremeyen kentlerde üretim fazlalığı yeterince talep oluşturulmadığı için zorunlu
olarak önce üretim yavaşlatılarak önlenmeye çalışılmış, sonrasında üreticilerin
üretim faaliyetlerini bütünü ile durdurmaları ile de, büyüyen kentler
durağanlaşmaya, küçülmeye ve sonunda kentler boşaltılmaya başlamıştır.
Üretimini durduran meslek sahiplerinin atölyelerini, ticarethanelerini
boşaltarak kentleri terk etmesi birçok kentin tarihten silinmesine neden
olmuştur.
İnsanlar her ne kadar ortaya çıkan
krizlerle kentleri terk etseler de güven, refah, zenginlik içinde yaşamak için,
tarihten silinen kentlerin yerine yeni kentler kurmak zorunda kalmışlar,
küçülen kentler zaman içinde zorunlu olarak yeniden gelişerek büyümüştür. Çünkü
sanatların, ürünlerin türselleşmesi, çeşitlenmesi, geliştirilmesi ve
çoğaltılması insan yaşamının gelişmesinin doğal bir kuralı, Toplum ve Doğa Yasası
olarak karşımıza çıkmaktadır. İnsan gereksinmelerinin, isteklerinin sonsuzluğu,
daha rahat, refah ve güven içinde yaşama çabası zorunlu olarak bu yasaların
insan iradesi ötesinde çalıştığını gösterir. Ve doğa, içinde doğurduğu
yüzbinlerce tür canlı varlık gibi yeni tür ve çeşitte ürün, varlık ve eylemleri
insan aracılığı ile varlıklaştırmaktadır.

Günümüz megakentlerinde aşırı üretimin
ekonomik krizlere neden olmaması için, geçmiş çağlara göre çok daha kısa
sürede, çok daha hızlı olarak üretimde sürekli yenilikler, geliştirmeler
yapılması zorunluluğu vardır. Yeni iş alanları ortaya çıkarılırken, bazı meslekler, iş alanları yok olacaktır.
Diğer yandan büyük tanıtımlarla, kitlesel tüketim teşvik edilerek toplumda
talep kışkırtılmalıdır. Aynı zamanda uluslararası ticaret geliştirilerek yeni
pazarlar, sömürgeler bulunmalıdır.
Çağımızın bu ekonomik sistemini Alan Dürning
şöyle yazmaktadır:
“…eğer
kimse bir satın almazsa kimse bir şey satmaz ve kimse bir şey satmazsa, kimse
çalışmaz. Böylece, tüketici ekonomisinde, bir başka deyişle gayri safı milli
hasılanın üçte ikisinin tüketici harcamalarından oluştuğu bir ekonomide,
borsadaki servetlerden ulusal ekonomi politikalarına kadar her şey
"tüketicinin güveni" ve “satın alma planları" anketlerine
dayanmaktadır. Eğer bu "tüket ya da kaybet" görüşü doğruysa, bireysel
olarak ya datoplu halde tüketimimizi kasıtlı olarak azaltmak, kendi kendine zarar veren bir davranış biçimiolacaktır; örneğin, araba kullanımını yarıya indirmemiz, benzin istasyonu çalışanlarının ve bunun yanı sıra araba teknisyenlerinin, otomotiv işçilerinin, tekerlek fabrikası işçilerinin, otomobil sigortası acentelerinin ve araba yatırım uzmanlarının yarısını işlerinden edecektir. Ekonomide dalga dalga yayılan bu işsizliklerin şoku, Büyük Kriz'in bir tekrarı ile sonuçlanabilecek olan, bunların dışındaki diğer iş kayıplarının oluşturduğu bir zincir reaksiyona sebep olabilir. Eğer biz tüketiciler, hazır gıda, araba ve tek kullanımlık ürünleri kullanmaktan vazgeçersek, orta gelirlilerin ve yoksulların ürettiklerinin daha azınaihtiyaç duyacağız. Endüstri ülkelerinin azalan talebi, yoksul memleketleri mahrumiyet içinde yolda bırakacaktır. Ellerindeki her şeyi tüketicilerin kendi hammadde ihracatlarına karşı durmadan artan iştahı üzerine oynayan gelişmekte olan ülkeler, geri dönüşü olmayan bir düşüşe başlayacaklardır.” (s.51, Alan Dürning, Tüketim Toplumu ve Dünyanın Geleceği)
Tüketimin
arttırılması için yüzyılın kitlesel araçları kullanılarak sürekli olarak
tüketim empoze edilmekte, toplum yapıları tüketimle koşullandırılmaktadır: “İstekleri üreten kuvvetler -reklamlar, özel
televizyon yayınları ve alışveriş merkezleri- o kadar alışılmış şeylerdir ki
tüketim toplumunda hiç fark edilmeden ve orta gelirli sınıfta hızla
yaygınlaşmaktadırlar. İhtiyaçların bilinçli ve yaygın şekilde artırılması,
insanlık tarihinde kökenleri en fazla bir yüzyıla kadar uzanan oldukça yeni bir
olgudur.”
(s.69,
Alan Dürning, Tüketim Toplumu ve Dünyanın Geleceği)
Toplumların ekonomik dengelerinin sürekliliği ve ekonomik gelişimi için
üretim ve tüketim dengesinin korunarak sürekli gelişme eğiliminde olması
toplumsal ve ekonomik bir zorunluluk olarak ortaya çıkmaktadır. Ancak tüketim
ekonomisi yirmi birinci yüzyılda o kadar büyük ve şiddetli bir artış döngüsüne
girmiştir ki, toplumda toplam talebi, tüketimi arttırmak amacı ile insan
hazzının en uç, dokunulmayan isteklerine hitap etmeye başlamıştır. Bu
girişimler toplumsal ahlakı, yasaları ortadan kaldırmaya başlayarak toplumda
adaleti, güvenliği, huzuru, toplumsal düzeni bozacak düzeye gelmiştir. Daha
fazla talep yaratmak için, bir takım tüketici deneyimlerinin içine ölüm
içgüdüsünün hazzı katılmış, toplumda
bazı tüketicilerin cinsel dürtülerinin zevki kullanılmaya başlanmıştır.
Gazeteler, kitaplar okunsun;
televizyonlar, filmler
seyredilsin diye bu haz ve zevkler araç olarak kullanılmaktadır. Hatta binlerce
yayın kanalı içinde kendi televizyon yayınlarının izlenmesi için bazı kişilerin
gerçekten incinmesi, öldürülmesi bir talep aracı olarak kullanılabilmektedir.
Oldukça yüksek sayıda bir tüketici bu sapkın istekleri talep eder duruma
gelebilmekte, bu sapkınlıkları yazan ve yayan araçları talep etmektedir. Böyle bir ekonomik ve toplumsal sistem
bilinçaltında kabul edilir haline getirilmeye çalışılmaktadır.

Sanatların( zanaatların, mesleklerin)
arttığı, toplumda çok farklı gelir düzeylerinin ve ürünlerin ortaya
çıktığı, doyumsuz açgözlü rekabetin ortaya çıktığı kentsel yaşamda genel
rekabet, kendi iç mekanizması aracılığı ile sürekli kışkırtılır, Üretimin
artışı ile daha fazla tüketmek karşılıklı olarak birbirini tahrik eder ve bu
gereksinim hiçbir zaman sona ermez.
Bu sonsuz gereksinmeler dizisini
kışkırtan salt, somut ihtiyaçların karşılanması için yapılan Genel Rekabet
değil, belki ondan daha da şiddetli olan Gösteriş İçin Rekabettir. Gösteriş
için rekabeti Herve Kempf kitabında şöyle açıklamaktadır: …“Ayrım peşinde
koşma, ''yararlı amaçlar'' için üretimin gerektireceğinden daha fazla miktarda
mal üretilmesini sağlar: ''Verimlilik sanayide artıyor, yaşam koşulları daha az
çalışma gerektiriyor ama yine de, toplumun etkin üyeleri, daha az koşmak ve
biraz nefes almak yerine, görünür yüksek bir harcamaya ulaşmak için çok çaba
harcıyorlar. Gerilim hiç düşmüyor. Eğer amaç rahatlamak olsaydı, verimliliği
biraz artırıp bunu elde edebilirdik….” Özetleyelim. Toplumsal yaşamın merkezi gücü
gösterişçi rekabet olup hemcinslerine göre üstün bir gönenç göstermeyi amaçlar.” (s.74, Herve Kempf, Zenginler dünyamızı Nasıl
Mahvediyor.)
Bu aşamada zenginleşen insanın doyum bekleyen başka isteklerinin ortaya
çıktığını görüyoruz: Bu psikolojik doyum istekleri gösteriş, büyüklenmek,
saygınlık görmek, takdir edilmek ve bütün bu psikolojik doyum isteklerinin
altında yatan olarak otorite sahibi olma, herkesin istek ve buyruklarına boyun
eğmesidir. Bu nedenle zenginliğin en üst
noktalarına gelinmiş olsa da istekler doymak bilmiyor. Gösterişçi rekabet ortaya
çıkıyor ve doyum hiç bitmiyor. Bu gösterişçi rekabetin en yorucu ve şiddetli
olduğu nokta ise aşırı zenginlerin kendi aralarındaki yarıştır. Geride
kalmamak, eksik olmamak için en zenginler arasında yer almak için yapılan yarış
üretim ve tüketim hızını daha da arttıracaktır. Çevrenin kirlenmesinin
önlenmesi, ekolojik dengenin korunması için yapılacak girişimlere karşı
çıkacaklar, desteklemeyeceklerdir. Doğrudan siyasal ve iktisadi gücü
denetleyerek tüketimin daha fazla artmasına çalışacaklar, diğer yarışçılar da
bunu izleyecektir. Zenginleşme, dolaylı olarak ekonomik büyüme doğal
kaynakların hesapsızca tüketilmeden, salt parasal zenginliğin artışı ile
gerçekleşseydi, dünyamız için sorun oluşturmayacaktı. Zenginliğin artışının
sürmesi için çevre kirliliğinin artışı, ekolojik sistemin bozuluşu onlar için
önemli olaylar değildir. Hatta ortaya çıkacak bir çevre felaketinden zevk dahi
alacak kişilerdir. “Felaketi
istemektedirler, şiddeti, kargaşayı arzu etmektedirler, yanardağın görünmeyen sınırına daha fazla yaklaşmayı denerler, toplumun alışmadığı bir davranışın verdiği kışkırtmadan zevk alırlar.” “(s.100, Herve Kempf, Zenginler dünyamızı Nasıl Mahvediyor.)
Aşırı serbest denetimsiz rekabetin kentsel yaşamda gelir düzeylerini
aşırı yükselttiği gruplar, zenginliklerinin kaynağı olan tüketimin sürmesini
her koşulda savunacaklardır. Bu nedenle Herve Kempf’e göre ((s.101, Herve
Kempf, Zenginler dünyamızı Nasıl Mahvediyor.) 21. Yüzyılda aşırı
zenginliklerinin, üstünlüklerinin sürmesini, çıkarlarının korunmasını
isteyenler demokrasinin zayıflatılmasından yararlanmak istemektedirler ve hatta
Çin gibi otokrasiye dayanan siyasal sistemleri savunur duruma gelmişlerdir.
Bunun nedeni olarak demokrasilerin özölçülülüğü, denetim ve akılcılığı teşvik
etmesidir. Demokratik sistemler:” Haksız ayrıcalıklara itirazı
kolaylaştırır, yasaya aykırı güçlerin söz konusu edilmesini besler, kararların
akılcı incelenmesini teşvik eder..maddi tüketimin eşit şekilde azaltılmasını …”
destekler.
Bu nedenle:” Eğer
güç ilişkisi güçlülere bu gelişimi kabul ettirmeyi sağlamıyorsa, bunlar,
demokrasinin zayıflamasından yararlanarak ve gerekli acil önlemler alınmasını
bahane ederek aşırı çıkarlarını zorla sürdürmenin peşinden koşacaklardır.” “(s.101, Herve Kempf, Zenginler dünyamızı
Nasıl Mahvediyor.)
ÇEVRE EKONOMİSİNİN DOĞUŞU:
19. yüzyılda başlayan ve 20. yüzyıl
içerisinde süren ekonomideki gelişmelere bağlı olarak, toplumsal gereksinmeler üzerinde
çok aşırı üretim yapılmaya başlanmıştır. İç ve dış talep piyasalarının doyması
sonucunda, yeniden bir talep oluşturma gereğinin ortaya çıkması ile ürünler
üzerindeki sürekli yenileştirme ve geliştirmeler önceki çağlarla
karşılaştırılamayacak hızda yapılmıştır. Ticaretin yaygınlaşması ve
kolaylaşması, reklamlarla ürünlerin tanıtımının küresel düzeyde yapılması,
yeniden talep yaratmayı hızlandırmıştır. Talebe bağlı olarak tüketimin hızla
artması, üretimde kullanılan doğal kaynakların hızla yok olmasına ve çevreye
salınan maddelerle küresel düzeyde çevre kirliliğine neden olmaya başlamıştır.

Dünyadaki
bugünkü üretim ve tüketim sistemi, ekonomik krizlerin ortaya çıkmaması için
kısa ömürlü, tek kullanımlık ürünlerin üretimini-tüketimini; aşırı tüketimi
zorunlu kılmaktadır. Tüketim ekonomisinin bu şekliyle sürdürülmesi dünyamızda
yaşamın kaynağı ve destekleyici olan çevre sisteminin, ekolojik dengelerin
tamamı ile ortadan kalkmasına, doğal kaynakların hızla tükenmesine neden
olmaktadır.
Tüketim ekonomisinin aşırı tüketimi, tek kullanımlık ürünlerin üretimini
ve hızla tüketilmesini gerektiren sistemi, dünyamızda yaşamın kaynağı ve destekleyicisi
olan çevre sisteminin, ekolojik dengelerinin tamamı ile ortadan kalkmasına,
doğal kaynakların tükenmesine neden olmaya başlamıştır. Çevresel etkilerin en
önemlisi fosil yakıtların yanması sonucu atmosfere sera gazı salınmasıdır.
Fosil yakıtların üçü kömür, petrol ve doğalgazdır. Bu yakıtların binlerce
devasa büyüklükte uçak ve gemilerin, yüzbinlerce otobüs ve otomobil gibi ulaşım
araçlarının motorlarında, fabrikaların makinelerinde yanması esnasında karbon
oksijenle birleşir ve birincil sera gazı olan CO2 oluşur. CO2 atmosferde
birikir ve biyolojik çeşitlilik kayıpları, tropikal fırtına yoğunluğunda artış,
okyanus seviyesinde yükselme ve global ısınmayı da kapsayacak bir şekilde dünya
iklimi üzerinde olumsuz etkilere yol açar.
Acil olarak harekete geçerek önlemler alınmazsa küresel ısınma, iklim
değişiklikleri, ekolojik sistemin bozulması şiddetli fırtınalara, sellere, büyük şehirlerin sular altında
kalmasına; kuraklıklara, çölleşmeye,
susuzluğa ve tehlikeli bilinmeyen salgın hastalıklara neden olacaktır.
Bugün dünyaya çapında yaşanmakta olan
Korona Virüs pandemisi de büyük bir çevre kirlenmesinin, ekolojik sistemin
bozulmasının nedenidir. Küresel salgın hastalıkların nedeni olan virüsler
dünyanın her tarafındadır. Denizlerde, okyanuslarda, tüm canlıların
hücrelerinde, bulutlarda, toz ve toprakta ve hatta yüzlerce metre yeraltındaki
mağaralarda trilyonlarca virüs bulunur. Her hayvan ve bitki türünde düzenli
olarak kendisiyle birlikte yaşayan en az bir virüs çeşidi vardır. Bu virüsler yaşadıkları
canlı türüne zarar vermez ancak yaşadıkları canlı türüne zarar veren başka
hayvan türlerine geçerek onlara zarar verirler. Virüsler aslında tam anlamı ile
canlı değildirler. Bulundukları canlı türlerinin hücrelerinde genetik
yapılarını kopyalayarak, o canlının genetik yapısına karışan protein
parçalarıdır. Bulundukları canlı türü zarar görünce başka canlı türünün
hücrelerine yerleşerek aktif olurlar ve ürerler. Veya içinde yaşadıkları canlı
türünün değişimiyle- genetiğindeki değişimle- aktif hale geçerek yıllarca
hiçbir şey yapmadan yaşadıkları hücreye saldırırlar ve hastalıklara neden
olurlar. Bu nedenle ekosistemdeki dengenin bozulması, değişmesi büyük küresel
salgın hastalıklara neden olmaktadır.
Virüslerin yaşamış oldukları hayvani
konaklardan ayrılarak insanlara bulaşmasında, çağımızda çok daha fazla neden
bulunmaktadır. En büyük neden geçmiş çağlara göre yoğun olarak sanayi
üretiminin yapılması, buna bağlı olarak doğal kaynakların hızla
tüketilmesi, bitki ve hayvan türlerinin
ortadan kalkması, atmosferin bozulması,
iklimlerin değişmesi; sonuç olarak dünyanın tüm biyolojik ve fiziksel sistem dengelerinin bozulmuş
olmasıdır. Bunun yanında savaşlar, göçler, depremler, havanın, ırmak, deniz ve
okyanusların kirlenmesi, 547 ve 1330 yıllarındaki veba pandemisinde, 1918
yılında Grip salgınında olduğu gibi covid-19 pandemik hastalığının ortaya
çıkışını hazırlamıştır. Virüsler dünyanın her köşesinde, tüm canlıların
organlarında, denizlerde, okyanuslarda bulutlarda, toz ve toprakta ve hatta
yüzlerce metre yeraltındaki mağaralarda bulunurlar. Deprem, sel, yanardağ
patlamaları, savaşlar, hava, ırmak, deniz ve okyanusların kirlenmesi, bitki ve
hayvanların yok olması…vb Doğal Sistemin bozulmasına neden olur. Doğal sistemin
bozulması, virüslerin varolma ortamları ortadan kalkmış olduğundan genetik
yapılarında değişime ve harekete neden olur. Virüsler etkinleşerek
saldırganlaşırlar ve tarihte görüldüğü gibi büyük salgın hastalıkları ortaya
çıkarırlar.
Virüslerin
kendisi ile birlikte yaşadığı hayvan veya bitki türünün çevre kirliliği ile
ortadan kalkması, virüs salgınının küresel düzeyde zarar verecek ölçüde insan
ve diğer canlılara yayılmasına neden olur. Yine Denizlerin, okyanusların ve
atmosferin sanayi atıkları, sera gazları, elektromanyetik dalgalar, ses ve ısı
dalgaları..vb ile kirlenmesi, bu doğal ortamlarda sakin olarak varlığını
sürdüren trilyonlarca virüsü, genetik yapılarını değiştirerek aktif ve
saldırgan duruma getirmekte, insanlara ve diğer canlılara saldırarak salgın
hastalıklara neden olmaktadır. Yapılan
şu deney bazı kimyasal maddelerle radyasyonun virüslerin salgın bir hastalık
yapan virüs haline nasıl geldiğini göstermektedir: “Washington
Üniversitesi'nde çalışan virüs bilimci Robin Weiss, virüsün, tavuk DNA'sının
kalıcı, zararsız bir parçası haline gelip gelmediğini merak etti. O ve
arkadaşları, virüsü saklandığı yerden çıkarıp çıkaramayacaklarını görmek için,
sağlıklı tavuklardan aldıkları hücreleri, mutasyona neden olan kimyasallar
ve radyasyonla işlemden geçirdiler. Aynen şüphelendikleri gibi, mutasyon
geçirmiş hücre, bol miktarda kuş leukosis virüsü üretmeye başladı.” (s.51, Carl Zimmer,
Virüs Gezegeni)
Tüketim ekonomisi adını verdiğimiz bugünkü ekonomik sistemin doğal çevre
üzerinde yapmış olduğu yıkımlar; tüm ekonomilere zarar verecek boyutlara
ulaşmış olduğu için her yeni üretim birimi oluştururken ve her üretim birimine
doğadan kaynak sağlarken, aynı zamanda her tek bir birim üretim faaliyetinde
bulunurken dünyadaki doğal sisteme, çevreye, ekosistem üzerine etkilerinin ve
sonuçlarının her açıdan hesaplanması ve gerekli önlemlerin alınması
zorunluluğunu ortaya koymuştur. Bu ekonomik gelişmeler sonucu olarak da
günümüzde “Çevre Ekonomisi” ekonomik denge sistemi düşüncesi ortaya çıkmıştır.
ÇEVRE EKONOMİSİNİN İLKELERİ:
Tüketim ekonomisi adını verdiğimiz bugünkü
ekonomik sistemin işleyişinin engellenmesi için çözüm olarak bazı iktisatçı ve
düşünürler sistemin araçlarının kaldırılmasını, (tüketim reklam ve
propagandaların yayınlanmaması veya azaltılması) bazıları maddi tüketim yerine
psikolojik doyum sağlayacak başka ögelerin toplumda yerleştirilmesini, bazıları
dinsel inançları bireylerde güçlendirerek tasarruf ve azla yetinme ile ilgili
kurallarının toplumda yerleştirilmesini, bazıları ise tümden işleyen bu
ekonomik sistemi ortadan kaldırarak zora dayalı bir ekonomik model
yerleştirilmesini savunmaktadırlar. Gerçektende: “Tüketici ürünleri ve reklamlar, çeşitli
televizyon programları ve filmler aracılığıyla bu ürünlerin gösterilmesi,
bilinçdışı arzuları kullanarak kapitalizmi, entelektüel ve ahlaki olarak
değilse de, bilinçdışı seviyesinde geçerli hale getirmekte yardımcı olmaktadır.
Bu durum giderek daha global bir olgu haline gelmektedir.” (s. 121, Robert BOCOCK, Tüketim)
Robert Bocock’ a ve Alan Dürning’e göre de tüketim ekonomisinin yasalarının işleyişine en
etkili çözüm yolu dini inanç düzeyi yüksek toplumsal yapıların
oluşturulmasıdır: “ Bir
davranış değişikliği olması ve insanların arzularını tüketim mallarından ve
hizmetlerinden mümkün olduğu kadar uzaklaştırılması” gereklidir…
Dünyanın
çeşitli köşelerinde bunu yapabilecek olan tek güçlü, kültürel sosyo-psikolojik
kurum dindir.”
(s. 121, Robert BOCOCK, Tüketim) “…İbadet, sohbet, aile toplantıları ve
sosyal toplantılar, tiyatro, müzik, dans, edebiyat, spor, şiir, sanatsal ve
yaratıcı uğraşlar, eğitim ve doğanın değerlendirilmesi; bunların hepsi de
istikrar kültürüne -sayısız nesiller boyunca sürebilecek bir yaşam tarzına-
kolayca uymaktadır.”
(s.70, Alan Dürning, Tüketim Toplumu ve
Dünyanın Geleceği)
Ancak Dini duygu ve düşüncelerin tüketim
toplumunun ekonomik yasalarının işleyişini düzenleme amacıyla kullanılması
gerçekçi bir çözüm değildir. Tüketim ekonomisinin yasaları tüketimin
azaltılması yönünün tersine azami ölçüde arttırma yönünde işlediğinden dini
inançlarla çelişecek, dini inanç ve duygular bu yasalar üzerinde etkili
olmayacaktır İnsan Hazzının tüketim ekonomisi sistemi tarafından uyandırılan
dayanılmaz çekiciliği, dini düşünce, inanç ve dinsel ahlak kuralları ile
önlenemeyecek güçte olarak ortaya çıkmaktadır. Sonunda Robert Bocock tarafından
da itiraf edildiği gibi Hinduizm, Musevilik, İslam, Hristiyanlık, Budizm, hatta
Konfüçizm gibi bütün dinler tüketme arzusundaki artıştan etkilenmeye devam
etmektedir. “…temel
maddelerin sağlanması ile ilgili dönemsel krizler dışında, modem/postmodem
yaşam tarzının, transistorlu radyolar, teypler, blucinler hatta otomobil ve'
televizyonlar gibi, daha az gerekli maddelerine duyulan arzular”, ortaya çıkmaktadır Diğer yandan tarihte bilim
ve din arasındaki çatışmada, dinsel inanç ve kural uygulayıcılarının toplumda
hasar verici olumsuz psikolojik ve toplumsal etkileri görüldüğünden laik toplumsal
sistemin bulunduğu bir toplumda uygulanarak benimsenmesi çok zordur. Dini inanç
ve duygulanımları bireysel alanda tutmak daha işlevsel olmasını sağlar.
Tüketim toplumunda gerekli davranış değişiklerinin ortaya çıkması için
en etkili yol ve yöntem, içinde yaşadığımız toplumun bağlı olduğu ekonomik ve
toplumsal yasaları açığa çıkararak bilincine varmak, bu bilince bağlı olarak gerekli
olan toplumsal ve ekonomik davranış biçimlerini belirlemektir. İki yüzyıldan
beri giderek artan, İrademiz dışında varolan ekonomik ve toplumsal yasaların dünyamız
ve tüm insanlık üzerindeki olumsuz etkilerinin bilinmesi, olumlu davranış
değişiklerinin kazanılması için en etkili çözüm yoludur.
Gerekli olan Toplumsal Davranış
Değişikliğinin oluşumu için, en küçük üretici birimi olan küçük bir çiftçi ve
esnaftan başlayarak, en karmaşık ve büyük üretici birimi olan kompleks
fabrikalara kadar, üretim faaliyetinde bulunurken çevre ekonomisi düşüncesi
sistemine bağlı olarak uygulanması gereken ilkeleri şöyle sıralayabiliriz:
1- Ekonomik krizlerden kaçış ve azami
kar elde etme anlayışının gereği olarak
görülen tüketim ekonomisi faaliyetlerine son verilmeli, bu amaçla tek ve kısa
sürede tüketilen ürünlerin üretim faaliyetlerinden vazgeçilmelidir. En büyük kriz ve maliyet artışının çevre ve
ekosistemin bozulması olduğu unutulmamalıdır.
2- Daha az ama daha dayanıklı,
kaliteli, sağlıklı, yeni olma niteliği
kullanım zaman süresi uzun olan ürünlerin üretimine dayanan bir ekonomik modele
geçilmelidir. Bu Ekonomik model “Yavaş Tüketim”e, “Yavaş (Sakin) Yaşam” a geçmeye yol açmalı,
aşırı rekabeti, aşırı tüketimi sonlandırmalıdır. Ekonomik sistemin bu
özellikler kazanarak çalışmaya başlaması, giderek azalan doğal kaynakların
tasarruflu kullanılmasını sağlayacak, canlı türlerinin yok olmasını, küresel salgın
hastalıkların ortaya çıkmasını, çevre kirliliğini önleyecektir.
3- Kaliteli, dayanıklı, yenilik
nitelikleri uzun ömürlü ürünlerin üretimi,
yeni ve büyük yatırımları azaltacaktır. Ortaya çıkacak olan istihdam
sorunları, çalışma saatlerinin azaltılması ve esnek çalışma düzenlemeleri ile
çözümlenebilecektir ki yapay zeka teknolojilerinin gelişmesiyle yeni üretim
teknoloji ve yöntemleri eninde sonunda bu çalışma düzenlemelerini
gerektirecektir.
4- Çevre ekonomisi anlayışına dayalı,
aşırı rekabeti, aşırı tüketimi dışlayan ekonomik sistem, sadece her ülkenin
kendi içindeki kentlerinde değil, bütün
ülkeler arasında, rekabeti yavaşlatarak işbirliğinin geliştirilmesini gerekli
kılar. Korona Virüs küresel salgın hastalığında da görüldüğü gibi, çevrenin
korunması için uluslararası ekonomik işbirliği sağlanmalıdır. Daha yavaş, daha
sakin, savurgan değil, tasarruflu bir
ekonomik ve toplumsal yaşam sürdürülebilir ekonomi için şarttır.
5- Çevreci- ekolojist ekonomi
anlayışı, şu zaman diliminde yaşadığımız dünyadan başka bir dünyada yaşama
olanağımız olmadığı için zorunlu olmaktadır. Çevrenin korunmasına yönelik
maliyetlere katlanarak yapılacak üretim, çevre sorunlarının ortaya koyacağı
maliyetlerden her zaman için düşük olacaktır. Çevre vergileri konularak çevrenin
korunması yerine, en büyüğünden en küçüğüne her bir üretim birimi kendi
önlemlerini almalıdır. Gerekli önlemleri
almayanların ekonomik faaliyetlerine izin verilmemelidir. Çevre vergileri
ekonomik birimler tarafından ürettikleri ürünlerin fiyatlarına yansıtıldığı
için ve sonuçta çevreyi kirletmelerine göz yumulduğu için, sağlıklı önlemler
olmamaktadır.
6- Çevreyi kirletmeyen ve en az
kirleten teknolojilerle üretim yapılmalı, bu üretim teknolojileri teşvik
edilmelidir.
7- Üretim ve tüketim süresi içinde ortaya
çıkan atıkların geri dönüşümle yeniden üretimde kullanılarak doğal kaynakların
tüketiminde tasarruflar sağlanmalıdır.
8- Çevresel Etkilerin
Değerlendirilmesi (ÇED) Raporları bilimsel yöntemlerle değerlendirilerek
sonuçları, bilimsel tarafsızlık ilkesine sadık kalınarak tüm sivil toplum
kuruluşları, ilgili bölge kişileri ve yatırımcılarla paylaşılmalı, doğal
çevrenin ve kaynakların korunmasından ödün verilmemelidir. En büyük yatırımın
çevre-ekosistemin korunması olduğu unutulmamalıdır.
9- Okul müfredatlarına Çevre Eğitimi
konusu üretici ve tüketici olarak her düzeyde olan kişilere hitap edecek
şekilde, en güncel bilgileri kapsayarak konulmalı, doğal kaynakların verimli
kullanılması konusu uygulamalı olarak öğrencilere verilmelidir.
10- Herve Kempf’in de yazmış olduğu
gibi, ancak her ülkede ve her zengin için geçerli olmamak üzere, özellikle
dünyanın aşırı serbest gelişmiş ülke zenginlerinin, aşırı zenginliklerinin daha
da artması; zenginliklerinin, otorite ve
hakimiyetlerinin sürmesi için bugünkü tüketim ekonomisini; çevre kirlenmesine,
ekolojik ve doğal dengenin bozulmasına, yasa ve hukukun kendi çıkarlarına
yönelik çalıştığı bir toplumun varlığı için demokratik sistemin ortadan
kalkmasına rağmen istemekte ve savunmaktadırlar.
Sahip oldukları parasal ve siyasal gücün yanında devletlerin
savunmalarının özel askeri şirket güçlerine teslim edilmesi ile birçok devleti
kontrol edebilir güce de sahip olmalarının yolunu açmıştır. Ülkelerin güvenliği en gelişmiş ülke ordularından daha donanımlı özel şirket
ordularının operasyonlarının insafına bırakılmıştır. Daha fazla zenginleşmek,
egemen olmak, piyasaları kontrol altına almak isteyen dünya şirketlerinin gizli
ordusu dünyayı kontrol altında tutmaya başlamış, bütün ulusal orduların üstünde
bir güç olmaya başlamıştır. Sahip oldukları güçlerin vermiş olduğu cesaret ile
bu zenginler, hiçbir hukuki yasayı; toplumsal ve ekonomik yasayı önemsemeyerek kendi
azınlık çıkarlarını bütün toplumsal çoğunluğun çıkarının üstünde görmeye
başlayarak dünyanın felakete sürüklenişi önemsememiştir.
Yirmi birinci yüzyıldaki
bu toplumsal gelişmeler, çevre ekonomisinin ilkelerinin uygulanabilmesi için,
çoğunluğun iradesinin kazanması için, demokrasinin tam olarak hakim olduğu-yasa
ve hukukun tarafsız üstünlüğünün kabul edildiği- toplumların varlığını zorunlu
kılmaktadır.
İsmail İNCİ, 16/05/2021
ismailinci60@gmail.com
www.facebook.com/bgi.inci
https://twitter.com/ismailinci